Ağustos ve Eylül aylarında, medya Irak'ta ABD'nin "asker yüklemesi" diye adlandırılan uygulaması ile ilgili haberlerle dolup taştı. Bu deyim, ABD'nin Irak savaşında icat ettiği son yenilik. Önce "Milli İstihbarat Tahmini", ardından Hükümet Muhasebe Bürosu raporu, onun ardından Güvenlik Kuvvetleri Bağımsız Komisyonu raporu, ve de onun da ardından Bush yönetiminin "Ölçüt Değerlendirme Raporu" birbirinin peşi sıra geldi. Sonra da, hem Irak'taki Amerikan güçlerinin kumandanı General David Petraeus, hem de ABD'nin Irak büyükelçisi Ryan Crocker kongre önüne çıktılar.
2007 Şubat'ında Bush, kongre huzurunda "asker yüklemesini", yani Irak'taki Amerikan askerlerinin sayısının hızla arttırılmasını savunurken, bunu bir tür "güvenlik" önlemi olarak sunmuştu. Bush bu önlemin Irak'ta Maliki hükümetine "nefes alma" olanağı sağlayıp, hükümetin farklı etnik ve dini gruplar arasında "barışma" ortamı yaratabilmesine izin vereceğini ileri sürmüştü.
Ortada pek çok rapor var, fakat görünüşteki ayrılıkların ardında hepsi de bazı temel noktalarda birleşiyor. Örneğin, hepsi Amerikan "asker yüklemesi"nin Irak'ta "güvenliği" bir ölçüde artırdığını söylemekte ve raporların bazıları bunu kanıtlamak için bir yığın tablo, grafik ve dosyalar dolusu istatistik barındırmakta. Tüm raporların birleştiği diğer bir nokta, Irak asker ve polis güçlerinin elde ettiği "ilerleme"nin kısıtlı olduğu. Yalnız o da değil, bu güçler aslında geriliyor ve bunu General Petraeus da kabul etti. Petraeus'un sözlerine göre, "tamamen göreve hazır" Irak taburlarının sayısı, Amerikan "asker yüklemesi" başladığından beri on beşten on ikiye indi.
Bu raporların ardından Bush, "hala yeni operasyonların başlangıç aşamasındayız" dedi. Sonra da hemen Vietnam savaşı ile karşılaştırma yaparak, bu noktada Irak'tan çekilmenin yeni bir yenilgi anlamına geleceğini, bölgede karışıklığa yol açabileceğini ve bundan Amerikan dış politikasının on yıllar boyunca olumsuz yönde etkileneceğini ileri sürdü.
ABD hükümeti Irak'ta kalmaya niyetli
ABD hükümetinin Irak'ta kalmaya kararlı olduğu kesin. Bush hükümetinin her açıklaması ve eylemi bunu kanıtlamaktadır. Fakat yalnızca o da değil, Bush yönetimini savaşı iyi idare edememekle suçlayan Demokrat Parti önderleri ile durumdan şikayetçi generaller de, Irak'ta kalma konusunda hemfikirler. Ancak bundan amaç, Bush yönetiminin iddia ettiği gibi Irak hükümetine "nefes aldırmak" değil. Bütün bu çevrelerin birleştiği nokta, ABD'nin bölgede stratejik çıkarları olduğu ve ABD'nin "düzeni" sağlamadan bölgeden ayrılmaması gerektiği.
Avusturya'nın Die Presse gazetesine geçen Ağustos ayında verdiği bir demeçte, ABD'nin Birleşmiş Milletler temsilcisi Zalmay Halilzad, bugün Orta Doğu'daki düzensizliğin tüm dünyayı tehdit eder hale geldiğini söyledi. "Bir zamanlar Avrupa da bu derece karışıklık içinde idi Avrupa içindeki bazı savaşlar, dünya savaşlarına dönüştü. Şimdi Ortadoğu ve İslam uygarlığının yaşadığı sorunlar tüm dünyayı ateşe sarabilecek niteliğe sahiptir" diyen Halilzad, "yabancı güçlerin" on veya yirmi yıl daha Irak'ta tutulması gerekebileceğini sözlerine eklemiştir.
Irak'taki Amerikan güçlerinin eski başkomutanlarından General Ricardo Sanchez, geçenlerde, Bush yönetiminin Irak savaşını idare etme tarzını "yolsuzluğa özendirici" ve "beceriksizce" olarak nitelemiş ve savaşın "sonu görünürde olmayan bir kabus" olduğunu söylemişti. Ancak bu sözlerine rağmen Sanchez, ABD'nin Irak'tan çekilmesini önermedi.
Demokrat Partiden Bush'a gelen eleştiriler için de aynı şey söylenebilir. Örneğin, şu anda Demokrat Parti'nin önde giden üç başkan adayı içinde genelde en fazla savaşa karşı tavır takınan John Edwards, geçenlerde adaylar arası bir tartışmada, özünde Bush'un sözlerini tekrarlayarak şöyle dedi: "Eğer Irak'ta bir iç savaş çıkarsa, bu savaşı Irak sınırları dışına taşmadan kontrol altına almak zorundayız." Edwards ayrıca Bush'un İran'ı tehdit eden önerisine de kabul oyu verdi. Şu anda başta giden aday olarak görülen Hillary Clinton ise, aynı tartışmada daha önce New York Times gazetesine verdiği bir demeçteki sözlerini tekrarlayarak, "Irak'ta Amerikan askerlerinin bulundurulmasını gerektirecek önemli ulusal çıkarlarımız vardır" dedi.
Halilzad'ın sözünü ettiği dünya savaşlarının nedeni Avrupa'daki "düzensizlik" değil, çeşitli emperyalist güçlerin dünyanın kaynaklarını kontrol etme uğruna giriştiği mücadele idi. Aynı şekilde bugün de ABD emperyalizmi, askeri gücünü kullanarak Irak ve Ortadoğu'yu kontrol etmeye çalışmaktadır.
ABD, kendine askeri operasyonlar için bir üs sağlamak amacıyla Irak'a girdi. Tabii Irak'ta büyük petrol rezervleri var, fakat ABD emperyalizminin ana hedefi Irak'ın değil, tüm Ortdoğu'nun petrolü. İsrail'in zayıflaması ve bölgede ABD'nin temsilciliği görevini üstlenebilecek başka bir dengeli rejimin eksikliği, ABD'nin Ortadoğu'da kendi üssünü kurmak istemesine yol açmıştır. İşte bu üs de, ana petrol üreticisi ülkelerin tam ortasında stratejik bir konuma sahip olan Irak oldu. Ülke içinde destekten yoksun olan Saddam Hüseyin rejiminin ayrıca yirmi yıl boyunca süren savaşlar sonucu zayıflamış olması ve ABD içinde 11 Eylül 2001 olayının Bush yönetimine halkın desteğiyle savaşa gitme olanağını sağlaması, bu karara katkıda bulundu.
ABD, daha 2003'te Irak'a varır varmaz askeri üsler kurmaya ve büyük bir elçilik inşa etmeye başladı. Bağdat'taki "Yeşil Bölge"ye hemen her gün havan topu mermileri düşmesine rağmen inşaatına devam edilen bu elçilik, dünyanın en büyük elçiliği unvanını daha şimdiden elde etmiştir. İnşaat bittiğinde elçilik yirmi bir binadan oluşacak ve kırk iki hektarlık bir alanı kaplayacak. Karşılaştırma açısından, bu alan New York'taki Birleşmiş Milletler Genel Merkezi'nin kapladığı alanın altı katıdır.
Ancak elçilikten daha önemli olan, ABD'nin Irak'ta oluşturduğu sürekli askeri üsler. "Asker yüklemesi" başlamadan kısa bir süre önce hazırlanmış raporlar, Irak'ta elli beş Amerikan üssünün bulunduğunu, bunların da on dördünün "uzun süreli" üsler olduğunu belirtiyor. Bu üsler, stratejik biçimde ülkenin her tarafına yerleştirilmiştir ve her biri Irak'ın belli bir bölgesini kontrol edebilecek konumda olup tam teşekküllü bir hava alanının yakınındadır. Halen bu üslerin inşaatı tüm hızıyla devam ediyor.
Washington Post gazetesi 22 Ekim'de Petraeus ve Crocker'ın "yükleme" planına önerdikleri değişikliklerden söz ederken, yeni planın "Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin ABD askeri güçlerinin Irak'ta kalmasına izin veren kararının 2008 yılı sonuna kadar uzatılması için Irak hükümeti ile hızlandırılmış görüşmelere başlanmasını öngördüğünü" yazdı. Haber şöyle devam ediyor: "Plan, gelecek yılın sonuna dek iki ülke arasında uzun süreli stratejik bir ilişki üzerinde anlaşma imzalanmasını öngörmektedir. Bu tür bir anlaşma Irak'ta kalacak Amerikan güçlerinin Irak'taki yetkilerini belirleyecek. Önde gelen askeri yetkililer, bu güçlerin elli binden az olacağını tahmin etmektedirler. Bu anlaşma ayrıca ABD hava güçleri ve başka askeri olanaklarının Irak sınırlarını korumasına izin verecektir...."
Başka bir deyişle, ABD hükümeti gelecekte Irak'tan asker çekse de, ülkede sürekli bir askeri güç ve üsler bulundurmaya kesinlikle niyetlidir.
Fakat odada kocaman bir fil var!
ABD'nin Irak'ın geleceği ile ilgili planları ne olursa olsun, ABD ordusunun şu anda devasa bir sorunu var: Bu gönüllü ordu, gönüllü asker eksikliği çekiyor. Ancak, Eylül ayında yayınlanan raporlardan hiç biri bu durumu dikkate almamış.
Şu anda Amerikan ordusunda otuz sekiz çatışma tugayı var. Bu, 135 bin asker demektir -tüm orduda değil, sadece çatışma birliklerinde-. "Asker yüklemesi"nden sonra ordu Irak'ta on sekiz çatışma tugayı tutmakta ve on üç tugay da Irak'a gönderilmeye hazır durumdadır. Ayrıca iki tugay Afganistan'da ve iki diğer tugay da, daha sonra oraya gönderilecek. Bu, toplam otuz beş tugay eder ve geriye sadece üç tugay kalır. O tugaylar da, ya başka yerlerde görevli, ya da 2009 yılında Irak veya Afganistan'a gönderilmeleri planlanıyor. Buna ek olarak, on bir deniz komando alayından altısı Irak veya Kuveyt'te. Diğer bir kaç deniz komando alayı Afganistan'da ve geriye kalanların çoğunluğu da göreve çağırılma aşamasında. Kısacası, generaller asker çıkarmak için dolaba her gidişlerinde, dolabı gitgide daha da boş buluyor.
Irak savaşı, Bush yönetimi ve ordu ileri gelenleri içinde herkesin tahmin ettiğinden çok daha uzun sürdü. İki yüz yıl önceki Amerikan Bağımsızlık Savaşını saymazsak, Amerikan tarihinde bu savaştan daha uzun bir tek Vietnam savaşı var. Üstelik Irak ve Afganistan savaşlarında çarpışan ordular tamamen gönüllü askerlerden oluşmakta.
Kongre Bütçe Bürosu'nun bir araştırmasına göre, 2006 Aralığına dek bir milyon ordu mensubu ile dört yüz bin Milli Muhafız [ABD'deki eyalet orduları - Ç.N.] ve yedek asker, bu iki savaşta görev almıştır. Ordu mensubu askerlerin çoğunluğu, bir defadan fazla bu savaşlara gönderilmiş. Bu 1.4 milyon askerin yarım milyonu, 2006 Aralığından önce ordu veya Milli Muhafızlardan ayrıldı.
Zorunlu askerlik olmadığından, ordu asker bulma sorununu çözmek için olağan dışı önlemlere baş vurmak zorunda kaldı. Daha savaş başlamadan bile, ordu iç ve dış üslerindeki lojistik, bakım-onarım, taşıma ve nöbet görevleri için taşeron firmalar kullanmaktaydı. Fakat ABD, Afganistan ve Irak'a girdikten sonra bu işleri üstlenen taşeronların sayısı hemen arttı. Tahminlere göre 2004 yılında Irak'ta Amerikan ordusuna çalışan özel sektör görevlilerinin sayısı 28 ile 30 bin arasında idi. Bu, ordunun Irak'taki kendi insan gücünün yüzde yirmisine denk bir rakamdı.
Fakat o rakam bile bugünkünün yanında hiç kalıyor. 2007 yılının ortasında ordudaki özel sektör insan gücü 190 ile 200 bin arasında idi. Bu rakam Irak'taki asker sayısından daha yüksek idi, çünkü o sırada Irak'ta 169 bin, Afganistan'da da 27 bin Amerikan askeri mevcuttu.
Blackwater firmasına bağlı askerlerin Eylül'de düzinelerce Iraklı sivili öldürme olayının da gösterdiği gibi, bu "özel ordu"nun 30 ile 50 bin arasındaki önemli bir bölümünü, kelimenin tam anlamıyla paralı askerler oluşturuyor. "Güvenlik güçleri" diye anılan bu paralı askerler, genellikle ya Amerikan ordusunun ya da Afrika ile Güney Amerika'daki bazı rejimlerin "özel güç"lerinden geliyor.
Bunlara ek olarak, daha az maaşlı pek çok görevli de ulaştırma, inşaat ve üs bakım işlerinde görev almakta. Bu görevlilerden bazıları, ABD'deki gelirlerinin iki katı, vergisiz maaş vaadiyle ülkenin nispeten fakir kırsal kesimlerinden bu işlere çekilmiş kimseler. Diğer 70 bin görevli ise Iraklı, yani tüm erkeklerin yarısının işsiz olduğu bir ülkede bu işi kabul etmiş kimseler. Geriye kalanlar ise, genellikle Asya'daki bazı az gelişmiş ülkelerden geliyor. Bu insanların çoğu nereye gittiklerini bile bilmeden Irak'a gönderilmekte, kendilerine Irak'taki asgari ücretin yarısı ödenmekte ve o düşük ücretten bile genellikle Irak'a gidiş masrafı düşülmektedir.
Irak savaşının ikinci yılında, ordu birliklerinden çoğunun Irak veya Afganistan'da en az bir kez görev tamamlamış olduğu dönemde, ordu başkomutanlığı Milli Muhafız ve yedeklere baş vurdu. 2005 yılı içinde, bu iki güç, Irak'taki Amerikan askerlerinin yüzde kırkını oluşturur duruma gelmişti. Böylece ordu asker eksikliğini bir süre için kapattı. Ancak bu uygulama sonucu, sözleşmesi biter bitmez Milli Muhafızlıktan çıkan asker sayısında büyük bir artış oldu.
Bu durum karşısında başkomutanlık, Vietnam savaşında hiç bir zaman görülmeyen bir uygulamaya baş vurdu ve ordu mensubu askerleri ikinci kez Irak'ta çatışma görevine çağırdı. Bir süre sonra askerler ikinci, üçüncü, hatta dördüncü kez Irak veya Afganistan'a gönderilmeye başlandı.
Ayrıca ordu ileri gelenleri Vietnam savaşında çok seyrek olarak uyguladıkları bir önlem daha aldılar ve askerleri savaş bölgesinde on iki aydan daha uzun süre tutmaya başladılar. Irak'a gidecek yeteri sayıda insan bulabilmek için, ordu uzun süredir uyguladığı bir diğer kuralı da çiğnedi ve bazı askerleri iki yıldan daha kısa bir arayla çatışma bölgelerine göndermeye başladı. Geçen yıl bu ara bir yıla, sonra da dokuz, hatta altı aya indirildi.
Başkomutanlık lojistik işlerini taşeron firmalara aktardıkça lojistik tugaylarını da, çatışma tugaylarına dönüştürmeye başladı. Ancak bu tür önlemler uzun vadede daha da fazla askerin ilk fırsatta görevden ayrılmasına yol açtı. Buna yeni kuşak subaylar da dahil. 2006 yılında, yakın geçmişte West Point'ten [Subay yetiştiren Amerikan askeri akademilerinin başta geleni - Ç.N.] mezun olan genç subayların yarısı, beş yıllık görev yükümlülüklerini tamamlar tamamlamaz ordudan ayrıldılar. Bu, savaş öncesi oranın iki katıdır.
Ordu, askere yazılma veya tekrar yazılma için sunduğu teşvik primlerini de artırmak zorunda kaldı. 2004 yılında bu teşvik primleri zaten 143 milyon dolar tutmuştu. Bu tutar 2005'te 506 milyona, 2006'da ise hemen hemen bir buçuk milyar dolara çıktı. Bu son rakam, ordunun 2004'te ödediğinin on katından fazla. Ordu ve Milli Muhafızlara tekrar yazılma primleri ise 2004'te 27 milyon dolar tutarken 2005'te dokuz kat artarak 235 milyona yükseldi. Ayrıca ordu geçenlerde yeni bir teşvik önlemi daha icat etti. "Çabuk hizmet primi" diye anılan bu uygulamaya göre, orduya yeni yazılıp birkaç hafta içinde göreve hazır olan her askere şimdi 20 bin dolar ek prim ödeniyor.
Bütün bunlara ek bir diğer teşvik armağanı ise, vatandaşlık hakkıdır. Yeşil Kart'a [ABD'de oturma ve çalışma izni - Ç.N.] sahip olan göçmenlere daha hızlı vatandaşlık, olmayanlara ise yasal statü olanağı tanınmaktadır. Bugün orduda yasal konuma sahip (yani Yeşil Kart sahibi veya yeni vatandaşlık almış olan) asker sayısı 70 bine, yani toplam asker sayısının yüzde on beşine ulaştı. Yasal konumdan yoksun askerlere gelince, ordu bu konuda resmi açıklama yapmıyor.
Kağıt üzerinde, bu insanların orduya yazılması yasak. Ancak gerçekte piyade ve komando birliklerinin, yani ordunun ölüme gönderecek insana en fazla ihtiyaç duyan bölümlerinin yetkilileri, başvuruda sunulan sahte belgeleri görmezlikten geldiklerini, hatta "zaman zaman" yasal belge gösterme zorunluluğunu uygulamadıklarını kabul ediyorlar. Bu "zaman zaman" sözünün ne derece sıklık anlamına geldiğinden ise hiç kimse söz etmiyor.
Ve karşınızda: "Asker yüklemesi"!
Amerikan "asker yüklemesi" Irak'taki Maliki hükümetine "nefes alma" olanağı sağlayacak kısa süreli bir önlem olarak kamuoyuna yansıtıldı. Oysa gerçekte bu "yükleme" Maliki hükümetinden desteği çekip Irak ordusuna dayanma stratejisine eşlik ediyor. Bir diğer strateji ise ülkeyi etnik grup ve mezhebe dayalı bölgelere ayırmak oldu. Bu bölgelerdeki polislik görevi de, bazıları daha önce Amerikan güçlerince yerel polis olarak görevlendirilen değişik mezheplere bağlı milislere verildi.
"Irak Güvenlik Güçleri Hakkında Bağımsız Komisyon Raporu" adlı belge, bu stratejiyi özellikle tavsiye etmekte ve 126. sayfada şöyle demektedir: "Komisyon, yerel polis güçlerinin hizmet ettikleri cemaatlerin etnik ve mezhep yapısını yansıtmasını akla yakın bulmaktadır. Ulusal barışma çabaları başarılı olup da mezhebi ve etnik kurumların Irak ulusal kimliği yanında ikincil konuma gelmesine dek, bu faydacı çözüm gerekli olabilir. Irak polis güçlerinin yapısı, semtlerde stabilite sağlamak açısından çok önemlidir."
Bu tavsiyenin cilalanmış bir şeklini ise, Anbar ili üzerine araştırma yapan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü adlı kuruluş mensubu Anthony Cordesman dile getirdi. Cordesman ABD Milli Savunma Bakanlığı istihbarat şefliği yapmış, Reagan ve Baba Bush hükümetleri ile NATO'da üst düzey görevler almış bir kişi. Kendisi bugün ABD ordusu ileri gelenlerince Ortadoğu ve özellikle Irak'taki askeri sorunlar üzerinde bir uzman olarak görülmektedir. İşte bu şahsın aşağıdaki sözleri, ABD'nin söz konusu "faydacı" çözümü nasıl gerçekleştirdiğini açıklıyor:
"Bu yerel güçler ile hükümet arasında resmi bağlar var. Bu güçler, daha önce benzer güçlerin kurulduğu Kürt bölgesi örnek alınarak oluşturulmaktadır. Silah, eğitim ve maaş alabilmek için, polisi desteklediklerine ve hükümete sadık olduklarına dair yemin etmeleri gerekmekte.
Ancak sonuçta ortaya çıkan, merkezi hükümete bağlılığı kesin olmayan, fırsatçı nitelikte bir Sünni veya Şii güçtür. Bu güçler ayrıca aşiretler arasında ve yerel nitelikte oluşturulmuş, sağlamlığı belirsiz koalisyonlara dayanmaktadır. Dolayısıyla, bu tür birliklerin hangi siyasi gücü destekleyeceği hiç belli değil...
Merkezi hükümetin etkili bir polis gücü oluşturma çabalarının başarısız kalmaya devam etmesi ve Koalisyon güçleri ile Irak ordusunun kazanımlarını 'koruyacak' bir gücün oluşturulmamış olması, mezhebi ve yerel güvenlik güçlerine gitgide daha fazla dayanma sonucunu doğurmaktadır. Bu güçler ve yerel polis ise, yerel siyasi liderlerin kontrolü altında. Bu yerel siyasi grup ve güçlerin hemen hemen tümü, mezhebi ve etnik bölünmeler sonucu oluşmuştur.
Irak güçleri oluşturma çabalarına sadece görünüşte ve muğlak bağlarla bağlı olan bu yerel güvenlik güçlerine gitgide daha fazla dayanma durumuna paralel olarak, yerel ve ulusal düzeyde bir mezhebi ve etnik sürgün süreci yaşanmaktadır.
Amerikan kamuoyuna açık olmayan savaş raporlarında bu sürgün ve 'etnik arındırma' süreci büyük ölçüde göz ardı edilmekte, onun yerine saldırılar, ölü sayısı ve mezhep ayrılığına dayalı bazı olaylar üzerinde durulmaktadır. Tüm ülke, çoğu seçilmemiş veya etkili seçim kampanyalarının imkansız olduğu ortamlarda seçilmiş yerel fraksiyonlar ve merciler arasında [bölünmüş] durumda. Bu da, zaten zayıf olan merkezi hükümetin gücünü daha da azaltmaktadır. Böylece ülke gittikçe daha da bölünmektedir."
ABD Kongresi ve özellikle Demokrat Partililer, Bush'u savaşı nasıl idare ettiği konusunda eleştiriyor pozları takınyorlar. Fakat aynı Kongre, 26 Eylül'de Irak'ı Şii, Sünni ve Kürt bölgelerine bölmeyi önerdi ve bunun da bir çeşit "federasyon" olduğunu ileri sürdü. Senato'da yetmiş beşe yirmi üçlük bir oyla geçen ve hemen hemen tüm Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin çoğunluğunun evet oyu verdiği bu "çözüm", "yumuşak bölünme" diye adlandırıldı.
Zaten daha 16 Eylül'de, New York Times gazetesi yazarı Thomas Friedman, gazetenin Irak'ın etnik ve mezhebi bölgelere bölünmesini onayladığını gösteren şu sözleri kaleme almıştı: "Kısa vadede tek mümkün ve kalıcı çözüm, bir çeşit radikal federasyonculuk olacaktır."
"Radikal Federasyonculuk" veya "Yumuşak Bölünme" - sonuçta ikisi de "Etnik Arındırma"ya dayanıyor
Bir anlamda, tüm bunlar Irak'ta son yirmi ay içindeki, yani Samara'daki "Altın Kubbe" camiinin bombalanmasından bu yana olan gelişmelerin kabulü anlamına geliyor. Şii ve Sünni milisler, Bağdat'ın semtlerini kontrol etmek için birbirleriyle çarpışıyorlar. Irak askeri güçlerinin çarpışmalara katıldıklarında oynadıkları rol ise, Şii milislerinden birine destek vermek oldu. Irak Ulusal Polisi ve Irak ordusunun büyük bölümü Şii milislerle iç içe bir durumda. Kuzey Irak'ta Arap ve Türkmen milisleri, Musul ve Kerkük için iki ana Kürt milisiyle çarpışıyor.
Bu arada çeşitli Şii milisleri de Irak'ın güneyini, özellikle Kerbela ve Basra'yı kontrol etmek için birbirleri ile çatışma halindeler. Bu çatışmalara sadece Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi'ne (el meclis el-a'la) bağlı Bedir Tugayları ile Mukteda Sadr'a bir ölçüde bağlı olan Mehdi Ordusu değil, Basra'daki yerel milislerin önde gelenleri de katılmaktadır. Anbar ilinde Sünni aşiret güçleri, Sünni "isyancı"larla savaşıyor. Kuzey Irak'ta ise iki büyük Kürt milis gücü arasında şu anda dengesiz bir ateşkes varsa da, zaman zaman çatışmalar oluyor.
Bu çatışmaların orta yerinde kalan halk, parçalanmakta. Kontrollerini oluşturup artırmak için, milis güçleri kentlerin semt ve bölgelerini terör altına almakta, öldürmedikleri insanları da semtten kovmak için dehşet verici şiddet eylemlerine başvurmakta, kaçanların mal ve mülklerine el koymakta. Geçenlerde bir Sünni milisin Şii kenti Halis'te yaptığı gibi, bu milisler ayrıca tüm bir semt veya bölgenin su ve elektriğini de kesmektedir.
Sonuçta Irak, git gide daha fazla etnik, mezhebi ve siyasi ayırıma dayalı kesimlere bölünüyor. Bir zamanlar ülkenin etnik grup ve mezhep açısından en karışık bölgesi olan orta Irak, nüfusunu kaybediyor. Şiiler güneye kaçarken, Sünniler güneyden kaçıp ülkenin batı ve kuzey bölgelerine sığınıyor. Irak'ın kuzeybatısında Kerkük civarındaki bölge savaş alanı haline geldi. Kürt güçleri kenti çevirip abluka altına almış, Arap ve Türkmen halkı kent içine hapsetmiştir.
Bir kaynağa göre, savaştan önce yüzde altmış beş Sünni ve yüzde otuz beş Şii olan Bağdat, bugün yüzde yetmiş beş Şii ve bu oran artıyor. 2006 yılına kadar, Bağdat semtlerinin çoğunluğu karışıktı. Devlet memurlarının tahminlerine göre, savaştan önce evliliklerin yüzde elli kadarı ayrı mezhepten insanlar arasındaydı. Bugün artık Bağdat'ın sadece iki semti karışık ve ayrı mezhepten çiftler birbirinden ayrı yaşamaya zorlanıyor. Kentin Şii semtlerini askeri açıdan kontrol eden Mehdi Ordusu, ayrıca oralarda yakıt ve elektrik de satmakta ve Sünnilerden zapt ettiği konutları kiraya vermektedir.
Savaştan önce, güneydeki liman kenti Basra Ortadoğu'nun en kozmopolit kentlerinden biriydi. Şii ve Sünnilerin yanında kentte Kürtler, Keltani, Suryani ve Ermeni Hristiyanlar, Afrikalı Müslümanlar ve çok sayıda dindar olmayan Şii yaşamaktaydı. Bugün kentin nüfusu hemen hemen tümüyle Şii ve onların da büyük çoğunluğu dinci. Kadınların durumu fazlasıyla kötüleşmiştir. Basın haberlerine göre, tamamen örtülü olmayan, sokakta yalnız başına, veya akrabası olmayan bir erkekle birlikte yürüyen kadınlar saldırıya uğruyor.
"Asker yüklemesi"nin "güvenliği arttırdığını" ileri süren Amerikan askeri yetkilileri, Temmuz ayında etnik ve mezhebe dayalı şiddet olaylarında ölenlerin sayısının azaldığını açıkladı. Gerçekte bu rakamlar sadece Bağdat'ı ve sadece mezhepler arası şiddet olaylarını kapsıyor. Oysa her gün pek çok Iraklı, başka nedenlerle de ölüyor -özellikle Amerikan askeri operasyonları sonucu. Ayrıca, tüm ölü sayısı Ağustos'ta oldukça arttı.
Bağdat'ta son zamanlarda ölü sayısının düştüğü büyük ihtimalle doğrudur, ancak iyi bir sebepten değil. Son aylarda o kadar çok insan öldürülmüş veya kentten kaçmıştır ki, bugün milislere hedef teşkil edecek insan sayısı çok azalmış olsa gerek.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, aynı milis güçlerinin bazıları "kendi halkları" dedikleri insanlara da saldırıyor. Örneğin Bağdat ve Basra'da Şii halk, Anbar ilinde de Sünni halk bu durumla karşı karşıya. Çünkü bu milisler gangsterlik de yapmakta, kelimenin tam anlamıyla birer mafya haline gelmektedir.
Bu felaketin ardında Amerikan emperyalizmi var
Oxfam International adlı yardım örgütü, savaş başladığından beri iki milyon Iraklının ülkeyi terk ettiğini, bir diğer iki milyon Iraklının ise ülke içinde evinden kaçmak zorunda kaldığını tahmin ediyor. Yani Irak'ın savaş öncesinde yirmi üç milyon olan nüfusunun dört milyonu ya evinden atılmış veya kaçmış durumda. Bugün bu mültecilerin çoğu ülke dışına göç etme olanağından yoksun, peşlerinden gelen milis güçlerine yakalanmamak için ülke içinde devamlı yer değiştiren insanlardır.
Uluslararası Göçmen Bürosu, Irak'taki bu durumu yakın tarihin en kötü mülteci krizlerinden biri olarak nitelendiriyor. Bu aynı zamanda benzer krizler içinde en az sözü edilenlerden de biri. Örneğin Eylül ayında yayınlanan o sayısız Amerikan raporları içinde, bu mülteci krizinden sadece formalite gereği birkaç söz edildi.
Geçenlerde yayınlanan bir Birleşmiş Milletler raporu, insanların içinde yaşadığı koşullar hakkında biraz fikir veriyor. ABD'nin başlattığı savaşın getirdiği yıkım nedeniyle zaten kötü olan koşullar, zorunlu göçler nedeniyle dayanılmaz hale geldi. Büyük boyutlu bu halk hareketi karşısında hiç bir önlem alınmamıştır. Bir akrabalarının evine gidemeyen insanların tek seçeneği ya terk edilmiş veya bombalanmış binalara, ya da kentlerin dışında, çöl çalılıklarında kurdukları çadır veya kulübelere sığınmaktır. Gitgide artan ülke içi mülteci sayısı karşısında Irak hükümeti, her ailenin karneli azığını yüzde otuz beş azalttı. Beş milyon Iraklı yaşamak için bu karneli azıklara muhtaç, fakat bu insanların iki milyonu azık gönderilemeyecek derecede tehlikeli olan bölgelerde yaşıyor.
Savaştan önce zaten yüksek olan işsizlik şimdi daha da arttı. Kuzey Irak'ın bazı bölgeleri dışında, hala kendi evlerinde yaşayabilen insanlar bile çoğu zaman elektrikten yoksun. Oxfam'a göre, bugün nüfusun yüzde yetmişi temiz sudan yoksun. Kuzey Irak'ta altmış bin insanın koleraya yakalandığı bildirildi, ancak sayısı bildirilmeyen çok daha fazla kolera vakası olduğu kesin.
Bu kriz, belli oranda milislerin eylemlerinin bir sonucu. Ancak mültecilerin çoğunluğunu doğrudan ABD'nin başlattığı savaş yaratmış, bu son "asker yüklemesi"nden sonra da mülteci sayısı hızla artmıştır. Irak Kızılay'ına göre, "yükleme" başladığından beri evlerinden olan insan sayısı, savaşın geri kalan bölümünde görülenden daha fazla. 2003 yılı Mart ayı ile 2007'nin Şubat ayı arasında 499 bin kişi mülteci haline gelirken, sadece 2007 yılı Şubat ve Ağustos ayları arasında bu rakama 601 bin kişi eklendi. Bu rakamlar sadece yardıma başvuran Iraklı mültecileri kapsıyor ve o yüzden Birleşmiş Milletler tahminlerinin çok altında. Ancak bu karşılaştırma, "yükleme"nin insanları evinden etmekte ne derece büyük bir rol oynadığını göstermek açısından önemli.
"Yükleme"nin bir diğer göz ardı edilen yönü, hızla artan bombalamadır. "Koalisyon" güçleri 2006 yılının tümünde Irak'ı 229 kez bombalarken, 2007 yılının ilk dokuz ayında 1.140 bombalama operasyonu yapıldı. Ekim ayında ABD Hava Kuvvetleri, günde yetmiş bombalama uçuşu yapmaktaydı ve helikopter gemilerinden atılan roketler bu rakama dahil değildi. Kentsel alanlarda yoğunlaşan bombalama, yüksek sayıda sivilin ölümüne yol açmıştır.
Amerikan güçleri, Bağdat'ın bazı semtlerine girmeden önce direnci hafifletmek için bombalama uçuşları yaptılar. Bu bombalamalar zaten çok sayıda insanın evinden kaçmasına yol açmıştı, ancak bombalamadan kaçmayanlar da daha sonra gelen "süpürme" operasyonları sonucu evlerinden atıldılar. Amerikan güçlerince çoğu Sünni semtinde gerçekleştirdiği bu saldırılar, o semtlerde Şii milislerin işgaline olanak sağlamış oldu. Benzeri bir şekilde, Diyala ilinde Mayıs ayında yapılan bir Amerikan operasyonu, beş bin kişiyi evlerinden atarak bir Sünni aşiret milisinin bölgeyi işgal etmesine olanak sağladı.
ABD ordusu, veya onunla çalışan Irak ordusu, bazı semtleri boşaltmak için günlerce elektriği kesti. Elektrik kesintileri bu savaşın başından beri görülen bir şey, fakat artık doğrudan halka karşı bir silah olarak da kullanılıyor.
Böl ve yönet
Irak'taki "etnik arındırma" da tarihi etnik grup ve mezhep ayrılıklarının belli bir rol oynadığı söylenebilir. Ancak suçun büyüğü, bu yolda bilinçli bir politika izleyen ABD hükümetinde.
İşgalin başından beri, ABD'nin Irak'ta izlediği siyaset, ülkeyi etnik grup ve mezhep temelinde bölmeye yönelik oldu. Amerikan işgali ile oluşturulan Geçici Koalisyon Yönetimi (CPA), Irak hükümetini bu ayrılıklara dayalı bir şekilde oluşturdu. Seçimler, halkın çoğunluğuna sadece kendi etnik grup veya mezhebine bağlı partilere oy verme olanağı tanıyacak bir şekilde düzenlendi. Milletvekilleri parlamentoya farklı etnik grup veya mezheplerin temsilcileri olarak seçildiler. Böylece, Ortdoğu'nun en laik ülkelerinden biri olan Irak'ta ve de özellikle kentlerde halk yalnız ikamet açısından değil evlilik yoluyla da karışmış durumda iken, Geçici Koalisyon Yönetimi, dini ayrılıklara dayalı bir hükümet kurmuş oldu.
Ayrıca ABD dolaylı yollarla ülkenin bölünmesinde rol oynadı. Örneğin, Amerikan kuşatması sırasındaki bombalama ve onu izleyen dönemdeki yaygın yağmalama sonucu Irak'ın elektrik şebekesi artık merkezi kontrol altında değil. Bu yüzden de elektrik enerjisi, üretildiği yerden ülkenin diğer bölgelerine gönderilemiyor.
Daha da kötüsü, ABD ordusu bir etnik grup veya mezhepten seçilmiş askeri güçleri diğer gruplara karşı kullanarak bölünmeyi derinleştirmiştir. Bunun belli başlı ilk örneklerinden biri Felluce'dir. Kürt ve Şii birlikleriyle takviyeli ABD ordusu, kentin çoğunlukla Sünni olan 200 bin kişilik nüfusunun hemen hemen tümünü kentten dışarı attı. Diğer bir örnek Kuzey Irak'tır. Daha savaşın başlarında ABD kuzeydeki Kürt milislerini destekleyip güçlendirdi. Bundan amaç, bu güçleri hem Saddam Hüseyin rejiminin artıklarına karşı, hem de Kürt halkını kontrol etmek için kullanmaktı.
Kısacası, savaşın en başından beri ABD Irak'ta bir böl ve yönet siyaseti uygulamıştır. O zamanla bugün arasındaki tek fark, Amerikan ordusunun bugün yerel milislere daha da fazla dayanarak hareket etmesidir. ABD bu milisleri doğrudan merkezi hükümete karşı olmasa bile, merkezi hükümetle çalışmaktan kaçınma amacıyla kullanıyor. Bunun kanıtı Bush'un Eylül ayında Irak'a yaptığı sürpriz ziyarettir.
Bush, Bağdat'a hiç uğramadan doğru Anbar iline gidip Sünni aşiret şeyhleriyle görüştü. Gerçi Bush ile şeyhler arasındaki bu toplantıya Başbakan Maliki de "davet" edilmişti ama, kuşkusuz bu olay Maliki'ye indirilmiş açık bir şamar niteliğindeydi. Maliki'nin Sünni şeyhlerin kendilerine verilen silahları merkezi hükümete karşı kullanabileceği yolundaki itirazlarını Bush duymazlıktan geldi.
Bush hükümetine göre bu şeyhler daha geçen yıl "isyancı" idiler, fakat şimdi "El Kaide"ye karşı çarpışan güvenilir Amerikan müttefikleri olup çıktılar. Bu şeyhler, ABD'ye kendi bölgelerindeki halkı kontrol etmeye yardımcı olma sözü veriyor. Buna karşılık ABD de şeyhlere milis içinde olan aşiret üyesi başına ayda 350 Amerikan doları ödüyor. Amerikan deniz komandoları bu aşiret milislerini Anbar'daki operasyonlarda kullanmakta. Ayrıca Amerikan ordusu bu milislerden bazılarını Bağdat çevresindeki Sünni semtlerine getirip "Gönüllüler" ve "Endişeli Yurttaşlar" gibi isimler altında gruplar oluşturdu. Bundan amaç, Şii milislerinin daha da güçlenip etki alanlarını genişletmesine engel olmak.
Haberlerden anlaşılabildiği kadarıyla, ABD ordusu şimdi aynı uygulamayı Güney Irak'taki Şii aşiret şeyhleri arasında da deniyor. Gerçi bu aşiret milislerinin, bugün Basra ve Kerbela'yı kontrol altında tutan güçlü, kent kökenli Şii milislerle rekabet etmesi pek mümkün görünmüyor. Fakat ABD ordusu bu kırsal milisleri Bedir Tugayları ve Sadr'ın Mehdi Ordusu ile pazarlıklarında bir koz olarak kullanabilir. ABD, Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi'nin (IİDYİK) milisi olan Bedir Tugayları ile az çok açık bir anlaşma içinde. Ancak son zamanlarda medyada, 2007 yılının başından beri ABD ordusu ile Sadr'ın temsilcileri arasında da ilişki kurulmuş olduğu yolunda haberler yer alıyor. Ne var ki tüm bunlar, ABD'nin Bedir veya Mehdi milislerine karşı saldırıları durdurduğu anlamına gelmez. Örneğin son iki hafta içinde Amerikan uçakları Bağdat'ın "Sadr Kenti" diye anılan ve Mehdi Ordusu'nun kalesi konumunda olan bölgesini bombaladı.
Şu anda Irak'ta bir tür eleme niteliği taşıyan bir güç mücadelesi süreci yaşanıyor. Bölünmüş bir Irak'ta düzeni hangi güçlerin koruyabileceğini saptama amaçlı bu güç mücadelesini ABD ordusu başlatmış, körüklemiş ve bu sürece kolaylık sağlamıştır. Gerçi ABD bu güçlerden birini diğerlerine tercih ediyor olabilir, hatta bu "asker yüklemesi" sırasında birine diğerlerinden daha fazla saldırıyor olabilir, fakat sonuçta ABD bu güçlerin her biriyle çalışmaya hazır olduğunu göstermiştir.
Dışarıdan bu mücadelenin ayrıntılarını, kimin ne derece güçlü olduğunu görmeye olanak yok. Ancak şurası kesin: Nasıl ki dün ABD hükümetinin hedefi Irak'a demokrasi getirmek değildi, bugün de ABD hükümetinin amacı bu çarpışmaları durdurmak değildir. ABD, kimin kazanacağını görmek için bu kavgayı kenardan izliyor. Irak'ta düzeni sağlama yolunda Irak ordu ve polisine güvenemeyeceğine karar vermiş durumda olan ABD, şimdi farklı bölgelerde düzeni sağlamak için mezhep temelli milisleri kullanmayı düşünüyor. ABD ordusu böylece kendi askerleri üzerindeki baskıyı azaltabilmeyi umut etmekte.
"Yükleme" içinde sorumluluk taşıyan bir Amerikalı kumandan, Wall Street Journal gazetesine şöyle demiştir: "Merkezi hükümet kontrolü ele almak istemiyorsa, belki yerel güçler isteyecektir. Ne olacağını söylemek için henüz vakit erken. Biz bir kaplanın sırtına binmiş durumdayız. Bizi gitmek istediğimiz yere götürebilir." Veya götürmeyebilir tabii ki. Örneğin, Irak'ı mezhep ve etnik grup temelinde bölmenin komşu ülkelere de yayılan çatışmalara yol açabileceği aşikar. Türk ordusu ile Kürt gerillalar arasında şu anda devam etmekte olan çatışmalar da onu göstermektedir.
Vietnam ve Irak: Tarih tekerrür ediyor
Bush'un anlattığı masallar gibi olmasa da, ABD'nin bugün Irak'ta yaptıkları, Vietnam savaşının son yılları ile benzerlikler taşıyor. O savaşta Amerikan ordusu her açıdan -yani asker sayısı, silah ve teçhizat, takviye ve para açısından- Vietnam silahlı kuvvetlerinden daha güçlü idi. Ancak 1970'li yılların başlarında, o güçlü Amerikan ordusu ya isyan halinde idi, ya da kelimenin tam anlamıyla dağılıp parçalanmakta idi. Generallerin savaştan sonra söylediği gibi, Vietnam savaşı Amerikan ordusunu "kırmıştı".
ABD sonunda Vietnam'dan çıktı, fakat iki önlem alarak. Birincisi, ABD Güneydoğu Asya'nın geri kalan bölümü ile çevre bölgelerde düzeni korumak için Çin ve Sovyetler Birliği ile anlaşma olanağı aradı. İkincisi, Vietnam'ın kazandığı zaferin emperyalizmin çizmesi altında yaşayan diğer ülkelere cesaretlendirici bir örnek oluşturmaması için, ABD Vietnam halkı üzerine son bir vahşi saldırı daha başlattı. Vietnam savaşı boyunca, ABD Vietnam üzerine İkinci Dünya Savaşında tüm dünyaya atılan bomba miktarından daha fazla bomba yağdırmıştı. Ancak 1971'den itibaren, ABD bir taraftan karadaki güçlerini geri çekerken, bir taraftan da bombalamayı artırdı, hem de yalnız Vietnam'ın değil komşu Laos ve Kamboçya'nın da üzerine. Üstelik bombalamanın en yoğun olduğu iki haftalık dönem, Aralık 1972 ve Ocak 1973'e rastladı, yani ABD'nin Ocak 1973 barış anlaşmasını imzalamasının hemen öncesine.
Bugün ABD ordusunun Irak'ta yaptığı buna bir ölçüde benzemektedir, ancak tamamen değil. Vietnam'ın aksine, ABD Irak'tan tüm güçlerini çekmeye niyetli değil. İşte bu yüzden ABD, Vietnam savaşında olduğu gibi ordu "kırılsın" istememekte ve şu anda Amerikan askerleri üzerinde artmakta olan baskıları azaltmaya çalışmaktadır.
Dolayısıyla, ABD bir taraftan Irak ve Suriye'yi kamuoyu önünde tehdit ederken, bir taraftan da bu ülkelerle sessizce diplomatik ilişki içinde bulunmaktadır. Bush hükümeti yetkililerinin resmi açıklamaları ne olursa olsun, hükümet ve ordu yetkililerinin önemli bir bölümü, Irak'ta ABD'nin istediği düzeni sağlamak için Irak'ın komşularına ihtiyaçları olduğunu anladı. Ayrıca hem Suriye hem İran, Irak'ta şu anda hüküm süren karışıklığın bölgede yayılmasını engelleme yönünde çaba göstermeye hazır olduklarını açık bir şekilde belli ettiler. Ağustos ayı ortasında , İran Cumhurbaşkanının Irak'a yapacağı ziyareti ilan ederken, "Amerika'nın Irak'taki durumunu anlıyoruz" demiş ve mevcut durumda herkesin yüz yüze olduğu sorunlara pratik bir çözüm bulunması konusunda İranlıların "ümitsiz olmadığını" belirtmiştir.
Vietnam savaşının son yıllarında olduğu gibi, ABD bugün Irak'ta halkı parçalamaktadır. Bu yolda ABD, insanları etnik grup ve mezhebe göre ayrılmış bölgelerde yerleşmeye zorlamakta, bu toplulukları kontrol edebilmek için yerel polis ve asker güçleri oluşturmakta ve ayırım temelinde kurulmuş bu güçleri birbirine karşı kullanmayı ummaktadır.
Böylece Irak'ta kan akmaya devam ediyor. Geçen Temmuz'da New York Times gazetesine Bağdat'ta verdiği bir röportajda, ABD'nin Irak büyükelçisi Ryan Crocker şöyle demiştir: "ABD'den bakınca, Irak'ta sanki üç makaralık bir filmin son makarasının yarısını geçmiş olduğumuz, bütün yapmamız gerekenin burada işimizin bittiğine karar vermek, filmin sonundaki isimleri göstermek, ışıkları yakmak, sinemayı terk etmek ve başka bir yere gitmek olduğu gibi bir hava var. Oysa buradan bakınca görünen, beş makaralık bir filmin henüz ilk makarasında olduğumuzdur. Ve ilk makara kötü olmakla beraber, kalan dört buçuk makara bundan çok çok daha kötü olacak."
İlerde olacakların gerçekten de şu ana kadar olanlardan daha kötü olacağından emin olabiliriz. Ancak Amerikan ordusunun daha oynatacak dört buçuk film makarası olduğu kesin değil. Amerikan askerleri arasında savaşa karşı olan direnç şimdilik genellikle Irak'tan çıkma talebinden ileriye gitmiyorsa da, bu direncin artmış olduğu ortada. Ayrıca bazı askerlerin basına verdiği savaş karşıtı bildiriler kayda değer ve asker içinde belli ölçüde bir öfke de görülüyor. İşte şu ana kadar savaşla ilgili olarak gördüğümüz az sayıda olumlu gelişmeden birisi budur.
Amerikan ordusunun Vietnam savaşında dağılması Amerikan emperyalizmine on yıllar boyunca büyük engeller yaratmıştır. Bugün henüz o aşamada olmayabiliriz, fakat ordudaki gelişmeler o yönde ilerlemektedir.
Bugün Amerikan halkı içinde de bu savaşa karşı derin bir muhalefet var. Bu muhalefet ne derece açık ifade bulursa, askerler ile orduya asker sağlayan çevreler içinde savaşa karşı olan muhalefetin de cesaret ve gücü o derece artacak. Generaller, asker olmadan savaşamaz. Bu savaşın son bulmasını isteyenlere en çok umut verecek gerçek işte budur.