Komünizm, din ve gericilik

打印
1 mart 2010

(Bu yazı, Fransa'da Lutte Ouvrière (İşçi Mücadelesi) tarafından yayınlanan Lutte de Classe (Sınıf Mücadelesi) dergisinin, Mart 2010 tarihli 126 numaralı sayısından çevrilmiştir.)

Sarkozy'nin, 2007 yılı seçimlerinde, kendisine çektiği Le Pen'ci (Fransa'da aşırı sağ parti Milli Cephe'nin lideri ) seçmenlerin bir kısmının desteğini kaybetmemek için ortaya attığı "ulusal kimlik" ile ilgili olarak yapılan "büyük tartışma", UMP (Halk Hareketi İçin Birlik, Fransa 'da merkez sağ parti) taraftarları, bazı bakanlar dahil, ülkede ırkçı ve yabancı düşmanı olarak nitelendirilen herkese, gerici fikir ve önyargıları açıkça yeniden gündeme getirme olanağını verdi.

İçişleri Bakanı Brice Hortefeux'nün 2009 Eylül ayında, partisi UMP'ye üye olan Kuzey Afrikalı bir genç hakkında söyledikleri hatırda: "Bir tane olunca mesele yok. Eğer sayıları artarsa, işte o zaman sorun var demektir."

Bu tartışmaya katılanlardan biri olan Aileden Sorumlu Devlet Sekreteri Nadine Morano'nun açıklaması da akılda: "Benim genç bir Fransız Müslüman'dan istediğim, Fransa'yı sevmesi, çalışması, Fransızcıyı sözcüklerdeki hecelerin yerlerini değiştirmeden, bozmadan konuşması ve kasketini ters takmaması."

UMP'nin Milli Komisyonu'nun Başkanı, Marsilya Belediye Başkanı Jean-Claude Gaudin de, Cezayir ve Mısır arasında yakın bir geçmişte oynanan futbol maçı ile ilgili yaptığı şu açıklamayla dikkati çekti: "Müslümanların bu maçtan mutluluk duymasından sevinç duyuyoruz. Sadece, Canebière caddesine15, 20 bin kişilik bir kitle halinde indiklerinde, yalnız Cezayir bayraklarını görmek, Fransız bayraklarının olmaması hoşumuza gitmiyor."

UMP'nin tabanındaki parti temsilcileri söz konusu olduğunda konuşmalar daha da açıkça yabancı düşmanı olabiliyor. Örneğin Meuse'ün küçük bir köyü Gussainville'in belediye başkanı, ulusal kimlik üzerine yapılan tartışmalarda açıkça "harekete geçme zamanı olduğunu düşünüyorum, yoksa bizi yiyecekler!" diyor. Biraz ileride de, bu ırkçı ve yabancı karşıtı ifadesini açıklamaya çalışırken ona, işçi karşıtı bir anlam yüklüyor: "Ne ırkçıyım ne de yabancı düşmanıyım... Hiç bir şey yapmadıkları halde ödeme yaptığımız 10 milyon kişiden söz ettiğimde... Yabancılara değil, işsizlere, devlet yardımıyla yaşayan RMI'stlere (hiç bir geliri olmayanlara verilen asgari düzeyde para yardımı) ve emeklilere göndermede bulunuyorum" diyor.

Le Pen, Toulon'da "Ülkenin durumu çok çok kötü ve Fransızlar bunun farkında değiller. Kitlesel göçler, Fransa'nın yaşadığı, büyük işgallerden, savaşlardan, salgınlardan, kıtlık ve açılıklardan daha da ağır ve ciddi tarihsel bir durumdur" diyerek, gerici oyları avlamak için yapılan yarışta en çarpıcı açıklamayı yapmış oldu.

İşte NPA (Yeni Antikapitalist Parti), "ulusal kimlik tartışmalarıyla" kirlenmiş bu ortamda, PACA bölgesinde çıkardığı listesinde, kökenindeki kültüre, dine ve İslama bağlılığıyla en başta Kuzey Afrika kökenli nüfusu hedef alan, türbanını "aynı zamanda hem feminist, hem laik ve hem de türbanlı" olunabilineceğini kanıtlamak için gururla taşıyan, başı örtülü bir adayın yer almasının iyi olacağını düşündü. Bu kararın bölge çapında alınmış olup olmaması, bu konuda hiçbir şey değiştirmiyor. NPA'nın ulusal yönetimi, bu konuda hiçbir tepki göstermedi, yalanlamadı. Böyle davranarak, savunduğunu iddia ettiği değerleri ayaklar altına alarak, bu tartışmayı biraz daha bulanıklaştırdı, belirsiz kıldı.

Türban ya da eşarp takma sadece dini bir simge değil. Müslüman olan birçok kadın türban takmayı reddediyor. Bu ülkede olduğu gibi başka ülkelerde de bunu yapmamak için mücadele ediyor. Erkeklerin egemen olduğu bir toplumda türban ya da eşarp takmak, kadınların kocalarının malı, sosyal görevlerinin de kocalarına çocuk vermek ve de bu çocukları yetiştirmek olduğu dayatmasının ve bu dayatmaya boyun eğmenin simgesi.

Türban veya eşarp takan bütün kadınları acımasızca yargılayıp lanetlemek, aforoz etmek de söz konusu olamaz. Her zaman, alışkın oldukları biçimde türban ya da eşarp takan, burka ya da nikap gibi canlı hayalete dönüştüren giysileri kabul etmeksizin Müslüman kökenli bütün kadınlara yapılan baskılardan kaçmak için başlarını örten kadınların başlarını örtmeleri de farklı bir anlam taşıyor. Ayrıca bu kültür içinde doğan veya Müslümanlığı sonradan kabul eden, kendisini bu ahlaki eziyete (mazoşizm) adayan kadınların türban ya da eşarp takma biçimleriyle de aynı anlama gelmiyor. Feminizm sözcüğünün boş, anlamsız bir sözcük olmadığını düşünen militanlar için en önemli olan, ülkelerinde ya da yaşadıkları mahallelerde bu aşağılamaya maruz kalmamak için, baskıya karşı erkeklerle birlikte (kuzey Afrika veya siyah Afrika olsun kadınlarla bu konuda dayanışma içinde olan erkekler de var) mücadele eden kadınlarla dayanışma yapmaktır.

Komünizm mi Paternalizm (babalık rolü üstlenmek) mi?

Birkaç "aydın", NPA'nın internet sitesinde, bu adayın, türban takmayı savunanlara karşı hoşgörüsünü kanıtlamak için Marks ve Engels'den yaptıkları alıntıları kullandılar. Ancak onların kanıtları paternalizmi içeriyor, aynı paternalizm bu akımın sözde "feminizminde" de var.

Çünkü politik bir yönetimin kadınların özgürlüğü davasına bağlılığının kanıtı, konuşmalarında değil, uygulamalarında ve davranışlarında, örgütünde kadınlara verdiği yerde bulunur. LCR, feminist olduğunu durmadan haykırıyordu, onu izleyen NPA'da aynı şeyi yapıyor ama bu akım, kadınlara yönetiminde ne kadar yer veriyor? Ulusal düzeyde örgütleri adına müdahalede bulunmaya yeterli düzeyde olanlar sadece erkekler değil mi? LCR'in örgüt içi tartışmalarında uzun süre kullanılan, kadınların söz almalarını desteklemeyi ve onlara öncelik vermeyi amaçlayan, kadın ve erkekler için ayrı ayrı düzenlenen "çift liste" uygulaması, kadın erkek karışık olmayan ayrı yapılanmaların yaratılması, ne anlama geliyor? Yoksa bu, kadınların bu "feminist" örgütte kendilerini ifade etme zorluklarının kanıtı mı? Aynı anlayışla, LCR'in yaz kamplarında, sadece kadınlara ait gece toplantılarının düzenlenmesi ne anlama geliyor?

Büyük bir işçi partisinin, kendi etrafında, kadınlara ve gençlere yönelik "kitle" örgütlerini örgütlemesi özel bir durum. Ancak küçük bir grubun (ne LCR ve ne de ondan sonra gelen NPA, Lutte Ouvrière gibi, hiçbir zaman küçük bir gruptan başka bir şey olmadı) eşitlik için mücadele adına, kendi öz saflarına ayrımcılığı sokması saçma ve anlamsız.

Kuşkusuz hiç kimse, içinde yaşadığı toplumun baskısından kaçamaz, ancak komünist bir örgütün görevlerinden biri de militanlarına kadın ya da erkek gibi değil, bir komünist gibi düşünmeyi öğretmek olmalı.

NPA'nın kendisiyle sıkı ilişkileri olan Müslüman gençlere karşı davranışında da, aynı paternalizmi buluyoruz. Örneğin NPA'nın ramazan dönemine denk düşen 2009 yılının yaz kampında, kampı örgütleyen yöneticiler, kampa katılan Müslümanlar için güneşin batışından sonra "iftar" yemeği düzenliyorlardı. Dinci önyargılara karşı mücadelede tuhaf bir yöntem.

Marks'ın "din halkın afyonudur" diye yazdığının hatırlatılmasından rahatsız olan NPA yöneticilerinden biri olan Fred Borras, "eksik bir alıntıdan" söz ediyor ve Marks'ın "gerçekte" yazdıklarından alıntı yaparak, "bu fikrin biraz daha karmaşık olduğu görülür" diye iddia da ediyor. Ancak Marks'ın bu meşhur formülasyonu, uzun uzun geliştirdiği düşünceler içinde sadece bir cümleden oluşsa da, geriye kalanlar, bu cümlenin aksini söylemiyor. Hatta ona yazdığından başka şeyler söyletmek için yapılan bütün kıvırtmalara rağmen, yazılanların değerini düşürmüyor, anlamını ve etkisini azaltmıyor.

İşte Fred Borras tarafından, "ayrıca Marks'a ait olanları Marks'a iade etmek gerekir" diyerek, NPA'nın 11 Şubat 2010 tarihli haftalık yayını Herşey Bizim'de, 1843'de genç Marks tarafından kaleme alınan Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Giriş'in özeti olan makaleden şunları alıyor:

Marks, "Dini endişe ve sıkıntılar, bir yandan gerçek endişe ve sıkıntıların, diğer yandan da gerçek endişe ve sıkıntılara karşı itirazın, protestonun ifadesidir. Din, aklın, muhakeme gücünün dışlandığı toplumsal koşullarda, akıl ve muhakeme gücü olduğu gibi, baskı altında ezilen insanın soluğu, kalpsiz bir dünyanın da ruhudur. O halkın afyonudur" diye yazıyor. Fred Borras, ilk alınan parçadan birçok paragrafla ayrılan (yazının alınmayan geri kalan kısmı üç nokta ile belirtiliyor - ama biz yine de onun alıntısını güdük ve eksik olmakla suçlamıyoruz) makaleden alınan başka bir özetle zincirleme devam ediyor: "Halkın aldatıcı mutluluk kaynağı olarak dinin ortadan kaldırılması, onun gerçek mutluluğunu istemektir. Halkın kendi durumu hakkında yanılgıları reddetmesini istemek, onun yanıltma gerektiren koşulları reddetmesini istemektir", Fred Borras makalesini "Bu fikrin biraz daha karmaşık olduğu görülüyor" diye sonuçlandırıyor.

Hayır, bu fikir incelikle, teknik mükemmellikle işlendiği için daha karmaşık değil... En azından Marx'ın 1843'de söylediği biçimiyle "halkın yanılsamaya neden olan bir durumu reddetmesi" için mücadele eden militanlar için hiç de karmaşık değil. En azından, bu düşünceye hayranlıkla düşüncelere dalarak bakmakla yetinmeyenler için karmaşık değil.

Yukarıda bahsedilen bu aydınlardan biri, Saint Denis Sekizinci Paris Üniversitesi'nde "siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler" öğretim üyesi olan Gilbert Achcar, aynı ilhamla, "klasik Marksizm, dini, Avrupa toplumsal ilişkileri ve onların kendilerine özgü geleneksel dinleri açısından ele alıp, değerlendiriyordu" diyor. Bu gerçekliğe aykırıdır, çünkü Marks, ünlü "din halkın afyonudur" ifadesinin yer aldığı makalede, sadece Batılı toplumlardaki ilişkileri ve dinleri değil, genel olarak bütün insanlığın ilişkilerini ve dinlerini göz önünde bulunduruyor. Achcar, "Marks, azınlıkların dinlerine karşı yapılan baskı ve zulmü, her şeyden önce de farklı bir dini olan baskıcı bir devlet tarafından ezilen halkların dinlerine karşı yapılan baskı ve zulmü hesaba katmıyordu" diye sürdürüyor. Bu da ikinci bir gerçekliğe aykırılıktır. Emperyalist dönemin sömürgeciliği, 19. yüzyıl sömürgeciliği, yerlilerin dinlerine karşı hiçbir biçimde mücadele etmedi. Katolik ve Protestan kiliseleri, az çok başarılı bir biçimde bunların ayağını kaydırmaya, yerlilerin dinini yok etmeye çalıştılar. Emperyalist devletler aksine, egemenliklerini yerleştirmek için, bu ülkelerdeki feodal ilişkiler, yerel şeflikler, din ve mezhepler gibi ne kadar gerici güç varsa hepsine dayandılar, hepsinden destek aldılar.

Achcar ekliyor: "Irkçılığın egemen olduğu koşullarda, sömürge mirasının doğal sonucu olarak, ezilenlerin, eski sömürgelerin dinlerine karşı baskı ve zulüm (...) reddedilmelidir (...) çünkü bu baskı ve zulüm, hoş görülemeyecek genel baskı ve zulüm, politik, hukuki, ekonomik ayrımcılık kadar, etnik ve ırkçı bir baskı ve zulüm boyutuna da sahiptir."

Olguları bu biçimde dinsel planda sunma yöntemi, Fransa'daki göçmen emekçilere uygun görülen kaderin sosyal yönünü tamamıyla gizliyor, görünmez kılıyor. Bu ise sadece bundan söz edilmesini istemeyen dincileri memnun ediyor. Bu yöntem adil değil.

"İslamofobi'nin" sahte sakalı

Bu terim, İslam'a karşı korkuyu, önyargıları ve buna bağlı olarak da Müslümanlığa inananları reddetmeyi belirtmek için yaratıldı.

Türban veya eşarp takmakla ilgili bütün eleştiriler, derhal "islamofobi" olarak nitelendirilen protesto gösterilerinde görüldü. Ancak dinci Müslümanların çok sevdiği bu yeni sözcük, öylesine değişik anlamlar alabilir ki böylece hiçbir anlama gelmeyebilir. Eğer bu, İslama karşı eleştiri anlamına gelirse, materyalistler olarak bizler, ya da onların söyledikleri gibi "zındıklar ya da dinsizler", diğer uzak ve yabancı ülkelerdeki dinlerden bahsetmesek de, bazılarının bizim için hristiyanofob, yahudifob, budistofob dedikleri gibi, evet bizler aynı zamanda islamofobuz. Ancak genellikle islamofobi ile Müslümanlığı kabul eden herkesin dışlanması ima ediliyor. Bu sadece bir aptallıktır. Hem de sadece komünist devrimcilerin davranışları hedef alındığında değil, aynı zamanda Fransız emperyalizmi ve ona hizmet eden yüksek düzeydeki şahsiyetlerin davranışlarıyla ilgili olarak da aptallıktır.

Sarkozy, İç İşleri Bakanı olarak, 2003 yılında Fransa Müslüman Dini Konseyi'ni oluşturduğunda, ikiyüzlü bir "islamofobi" olarak değil, Fransız burjuvazisinin görevli bir politikacısı olarak davrandı. Kendinden önceki sosyalist Chevènement ve Vaillant tarafından başlatılan bu proje, toplumdaki itirazlara, cumhuriyetin bakanları kadar muhalefet eden insanlar tarafından, Müslüman kökenli halkın geniş bir bölümünü belirli bir çerçeve içine almayı, sınırlamayı sağlayacak bir yapı yaratarak, burjuvazinin çıkarlarına hizmet ediyordu.

Hiç kimse, Suudî Arabistan prenslerinin veya Körfez emirlerinin, Fransa'ya politik geziler, iş gezileri ya da Côte d'Azur'de tatil yapmak üzere geldiklerinde islamofobiye maruz kaldıkları, kurban gittiklerini söyleyemez.

Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu, yetkililer tarafından uygulanan ayrımcı ve rahatsız edici önlemlere boyun eğseler de, bunun nedeni dinsel olmaktan çok sosyaldir. Gussainville belediye başkanı, bu konudaki ırkçılığa, aslında yabancılardan değil, işsizlerden, yardımla yaşayan yoksullardan ve emeklilerden söz etmek istediğini söyleyerek güzel bir örnek verdi. Ayrıca birçoğu Hıristiyanlığı açıkça, gösterişli bir biçimde savunan Romanyalı gezgin topluluk da, aynı yoksul karşıtı ırkçılığa, aynı hor görmeye, ayrımcılığa ve tedirgin edici davranışlara en az Müslüman kökenli yoksul nüfus kadar maruz kalıyor, bu davranışların kurbanı oluyor.

Bu yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, açıkçası, Fransız halkının geniş tabakalarında mevcut. Galyalılar Katolik olmasalar da, en gericiler için Fransa, Galyalıların Katolik ülkesi olmaktan başka bir şey değil. İsviçre'de örgütlenen ve ülkede minarelerin yükselmesini yasaklamakla sonuçlanan halk oylamasından sonra oluşan tepkiler de bu durumun göstergesi. Bu ırkçılık, aynı zamanda polis kuvvetlerinde de geniş oranda mevcut. Kuzey Afrika kökenli emekçiler, kuşkusuz diğer yabancı kökenli göçmenlerden daha çok bu ırkçılığın kurbanı. Bu, Kuzey Afrika'daki sömürge savaşlarının, özellikle de en başta Cezayir Savaşı'nın zehirli mirası. Burjuvazinin politikacıları bu duygular üzerinde vurgunculuk yapmakta tereddüt etmiyor. Sözde "ulusal kimlik üzerine tartışma" ise bu iğrenç uygulamanın en son aşaması.

Ancak sorunu "islamofobiye" indirgemek, hem din zeminine yerleşmek, hem de tüm Afrika kökenli emekçilerin gözünde, ezilmelerinin gerçek nedenini gizlemek oluyor.

Komünizm ve din özgürlüğü

Bizler devrimci komünistler olarak, bütün dinlerin etkilerine karşı mücadele eden, militan materyalizmin geleneğini savunuyoruz. Baskı ve sömürüden kurtulmuş bir toplumda, dinin var oluş koşullarının ortadan kalkacağını düşünsek de, onun yok oluşunun sosyal devrim için gerekli bir ön koşul olmadığını düşünüyoruz. Aksine bu yok oluş, az çok uzun vadede sosyal devrimin sonucu olacak. Ancak bu durum, mücadele halindeki işçi sınıfının, tarihte sık görüldüğü gibi, gerici güçlerin yanında yer alan dini kurumlarla çatışmaması gerektiği anlamına da gelmiyor.

Bizim, kilisenin iktidarına karşı olmamız, 20. yüzyılın başındaki radikal burjuvazinin kilise karşıtlığıyla da aynı değil. Bu dönemde burjuvazinin kiliseye karşı mücadelesi, sadece cumhuriyet karşıtlarına karşı tamamıyla meşru bir mücadele değil, aynı zamanda da kitlelerin, kurulu düzeni sorgulama tehlikesini içermeyen bir alana çekme aracıydı. O dönemin Sosyalist Parti de bu tip davranışlar bulunuyordu: Kremlin-Bicêtre belediye başkanı Eugène Thomas, 1900 yılında, belediye sınırları içinde rahip elbisesiyle dolaşılmasını yasaklayan bir kararname çıkarmasıyla tanınır... Ancak partinin belli başlı yöneticileri arasında bulunan Jules Guesde ve Paul Lafargue, radikal sosyalizmin kilise iktidarı karşıtlığında, ilgiyi başka alana çekme, yanıltma manevrası görüyorlardı. Yani onlara göre mücadele, temel amacından saptırılıyordu.

Toplumun sosyal sınıflara ayrılması, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki karşıtlık, toplumun bölünmesinin temel çizgisini oluşturuyor. Tanrı tanrıtanımaz yani ateist bir işçi, Hıristiyan ya da Müslüman bir emekçiye, nesli tükenmeye başlayan ateist bir burjuvadan daha yakın.

Bu zorunlu olarak, her yurttaşın kendi seçimi olan dinsel ya da filozofik düşünceleri açığa vurma hakkının, kendi takdirine göre iyi bulduğu bir dini kabul etme ve bu dinin gereklerini saygın ve uygun koşullarda uygulama haklarının tanınmasını da içerir.

Bunun için, bizler, genellikle dinlerinin gereklerini kötü koşullarda uygulamaya mahkum edilen ve seçmenlerin en gerici kesimlerini memnun etmek isteyen belediyeler tarafından sürekli rahatsız edilen Müslüman nüfusla ilgili olarak, sadece, maliyeti genel kamu kaynaklarıyla değil, bu insanların kendi aralarında topladıkları gelirlerle sağlanarak inşa edilmiş, düzgün ve sağlıklı yerlerde ibadet etme haklarını desteklemekten yana olabiliriz

Dini gericilik her zaman politiktir

Ancak türban veya eşarp takmak, sadece basit bir dini kimlik işareti değil. Müslüman kadınlara bunu takmaları için yapılan baskı, sadece ailelerinden gelmiyor. Baskı, Müslüman kökenli nüfusun bütününün kontrolünü ellerine geçirmek isteyen gerici dincilerin çabalarının sonucu olarak da ortaya çıkıyor.

Fransa'da kullanılan bir terim olan gerici dincilik (entegrizm) ya da Amerikalıların dediği gibi köktenci dincilik (fondamantalizm), Hıristiyan veya Müslüman olsun herhangi birinin, sadece bir dini oluşturan temel metinlere başvurma isteğini değil, aynı zamanda her zaman, politik bağlılık isteğini de içeriyor.

Laiklik kavramı, politik ve dini işlerin birbirinden ayrılması, modern bir kavram ve gerçeği söylemek gerekirse, bu alanda örnek olmakla böbürlenen ama dini okulları mali anlamda çok fazla destekleyen Fransa gibi bir ülkede bile yeterince istismar ediliyor. Francocu İspanya örneğinin kanıtladığı gibi, Katolik kilisesi geçici iktidar olma durumunu reddetmedi. Bu ülkede, Katolik dini "İspanyol ulusunun tek diniydi" ve burada, medeni durum ve kimlikle ilgili işleri otoriter bir biçimde yöneten Kilise dışında hiç kimse hukuki varlığa sahip olamıyordu. Müslüman dünyasında ise çok az ülke laikleşmiş kabul edilebilir.

Gerici dinciliğin özü, kendine özgü kuralları, kendine özgü ahlak anlayışını, toplumun bütününe dayatmayı istemektir. İşte Amerikalı köktenci dinciler ya da Fransa'daki gerici Katolik dinciler, kürtajı, sadece hukuki olarak değil, aynı zamanda kürtaj olmak isteyen kadınlara ya da kürtajı yapan doktorlara saldırarak uygulamada da yasaklamak istediklerinde, bu dayatmayı yapıyorlar. Gerici Yahudi dincilerin, Şabat günlerinde, araba kullanımını ve bütün trafiği yasaklanmasını isteyerek yaptıkları da budur. Gerici Müslüman dinciler, bütün kadınları türban, eşarp ya da peçe takmaya zorladıklarında da bu dayatmayı gerçekleştiriyorlar. Bunlardan her birinin hedefi, bütün toplumu ya da kendi "topluluklarını" olabildiğince otoriter bir biçimde yönetmek ve buralarda iktidarı ele geçirip istedikleri gibi uygulamaktır.

Gerici dincilik, İslami davranış kurallarına saygıyı dayatmak için sadece basit baskı biçiminde ya da daha güçlü bir nedenle şiddet biçiminde ortaya çıksa da, Müslüman emekçiler dahil bütün işçi sınıfının düşmanıdır. İşçi sınıfından yana olduğunu söyleyen herkesin görevi, sömürgecilik sonrası "islamofobiye" cevap vermek bahanesiyle, ona karşı toleranslı olduğunu kanıtlamaya çalışmak değil, onunla mücadele etmektir.

NPA'nın politik ataları, kendi dönemlerinde, Cezayir'in FLN adlı örgütünün politikasının kuyrukçuluğunu yaptılar. FLN'nin bütün politikası, kitlelere söz hakkının verilmediği bu ülkede, iktidar olmayı hedefliyordu. Sonuçta Huari Bumedyen diktatörlüğü kuruldu. Bugün, aynı kuyrukçu politika, NPA'nın Müslüman dincilere karşı tavırlarında da görülüyor. Müslümanlığın ezilen halkların dini olması bahanesiyle, türban veya eşarp takmanın, feminist, laik ve antikapitalist güçlere bağlılığa ters düşmediğini, uygun olduğunu belirgin bir biçimde iddia etmeye cesaret etmek, Müslüman emekçilere karşı gerçek bir ihanet ve aynı oportünizmi, fırsatçılığı ortaya koyuyor.

Sorun, Müslüman kökenli emekçilerin sorunlarına alçak gönüllülükle eğilmek değildir. Gerçek sorun, her kökenden, her kültürden gelen emekçilerin kendi ortak çıkarları için iktidarlar olacakları bir toplumu kurmayı hedefleyen yegâne perspektifi açmak amacıyla mücadele etmektir. (20.02.2010)