Uluslararası durum 2021

打印
29 Ekim 2021

Lutte de Classe (Sınıf Mücadelesi), n°220, Aralık 2021 - Ocak 2022 [1]

* * * * * *

Pandemi, ekonomik kaos, silahlı çatışmalar, savaş tehditleri Kapitalizm ve salgın yönetimi

Kriz içindeki kapitalist ekonominin kaosu, uluslararası ilişkilere yansıyor ve onlara hakim oluyor.

Salgın ve hükümetlerin onu ele alma biçimi, kapitalist toplumsal örgütlenmenin giderek artan keskin çelişkilerini gösteriyor.

Bir yandan, kapitalizmin evriminin kendisi, ekonomileri ve halkları, toplumu uluslararası ölçekte yeniden örgütlenme ihtitacının dayatmasıyla bir bütün halinde birbirine bağlıyor. Aynı zamanda da, insanlığa bunu yapmanın olanaklarını sağlıyor. Öte yandan, gerçeklikte olduğu kadar bilinç düzeyinde de da ulusal geri çekilmelere tanık olunuyor.

Bir yandan bilim ve teknolojideki ilerleme, Covid ile mücadele etmenin yollarını hızla bulmayı olanaklı kılarken; diğer yandan, bu araçlar fiili olarak insanlığın diğer kısmı tarafından reddediliyor.

Bir yandan, yarım düzine ilaç tröstünün uluslararası aşı üretme ve dağıtma kapasitesi bulunuyor; diğer yandan, bu ölçekte plan yapma yeteneği, karşı rekabeti daha az şiddetli hale getirmiyor. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ulusal devletlerin varlığı, aşının « tüm insanlığın ortak malı» haline getirilmesini olanaksız hale getirmek için birleşiyor.

Salgın ve ortak bir tehdit duygusu, gelişmiş ülkelerdeki hükümetlere - sağlık sistemine sahip olanlara - devletin arkasında ulusal bir disiplini dayatma fırsatı sundu. Bu fırsatı çeşitli derecelerde kullandılar. Ancak tehdidin tüm insanlar için ortak görünen kolektif doğası, burjuvazinin aracı olmaya devam eden devletin sınıfsal doğasını değiştirmiyor. İktidar tarafından halkın iktidardan uzaklaştırılması, bazan kısmen rıza gösterilse bile egemen sınıfların çıkarlarına hizmet ediyor.

Devletler aynı zamanda, virüsün dolaşımını sınırlamanın gerekli olduğunu vurgulayarak, halklar arasındaki ulusal engelleri güçlendirdiler. Bazıları bunu, bir ülkeden diğerine seyahat etmeyi yasaklayarak ya da zorlaştırarak daha « yumuşak » yaptılar. Diğerleri, göçü önlemek için ülkelerinin etrafına çektikleri dikenli telleri meşrulaştırmaya, haklı çıkarmaya yarayan bir çok nedene sadece basit olarak bir de sağlık nedenlerini eklediler.

Pandemiyi ulusal izolasyon yoluyla durdurma iddiası ve bunu yapmanın imkansızlığı arasındaki çelişki, kapitalizmin himayesi altındaki

küreselleşmenin çelişkilerini harika bir biçimde ortaya koyuyor. « Salgına karşı savaş »ın kendisi, ulusal bencilliğin ortaya çıkmasına yol açtı, (bir ülkenin başka bir ülke zararına aşı stokları yapması, bir ülke tarafından üretilen aşıların başka bir ülke tarafından tanınmaması, kabul edilmemesi vb.). Her şeyden önce de, gelişmiş, emperyalist ülkeler ile yalnızca yönetici tabakalarının aşılara erişebildiği (genellikle daha gelişmiş ülkelere seyahat ederek) yoksul ülkeler arasındaki uçurumu daha da genişletti.

Belirgin olarak insanlığın bilimsel ve teknik ilerlemeleri, kapitalist ekonominin, onun kâr arayışının ve yarattığı anarşinin doğaya verdiği zararları giderek daha da artan bir biçimde ölçme kapasitesi, kamuoyuna ekolojik sorunları dayatıyor. Küresel ısınmadan biyo (organik) çeşitliliğinin azalmasına kadar bu sorunların en önemlilerinin uluslararası işbirliği gerektirdiği giderek daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor.

Doğal afetlerin kendileri, insanlığa, tek ve bölünmez olduğunu ve daha da büyük bir bütünün, canlıların bir parçası olduğunu hatırlatıyor. İnsan toplumunun ötesinde, hayatın kendisi, bir tür yağmacı, yok edici ekonomik örgütlenme biçimi tarafından tehdit ediliyor.

Ancak bu bilinç, farkındalık ortaya çıkarken, aynı zamamnda sadece gevezelik yapılan, kısır, üretken olmayan uluslararası konferanslarla da somutlanıyor. Yine burada da özel mülkiyet ve ulusal devletler, insan dehasının geliştirdiği bütün olanakların ortak kullanıma sunulmasının önünde aşılamaz engeller oluşturuyor. Kolektif ihtiyaçlar için uygun kararlar alınmasını ve bunların uygulamaya konulmasını olanaksız kılıyor.

Hatta Devletlerin eylemsizliğinden hayal kırıklığına uğrayanlar, örneğin çevreci harekette olanlar, gezegenin geleceğiyle içtenlikle ilgileniyor, bundan endişe ediyorlar - ve ekolojı etiketini sadece siyasi emellerine hizmet etmesi için kullanmıyorlar -, kişisel bilince çağrıda bulunmaya, hitap etmeye devam ediyorlar. Bu yine bir biçimde kollektif bilinç kazanmaya, yani kapitalist ekonominin temelini oluşturan üretim araçlarının özel mülkiyetini ve kâr yarışını yok etmek, ortadan kaldırmak gerekliliğine karşı muhalefetin bir başka yolu olarak ortaya çıkıyor.

Herkes zorunlu olarak onun değişmez temelini, kâr arayışını sorgulayacağı için toplumun sorunlarına çözüm bulamada yetersiz ve yeteneksiz olan krizdeki kapitalizm, toplumsal örgütlenmesinin kusurlarını saçmalık noktasına kadar götürüyor : Kişiler kadar halkların da bencilleşmesi, herkesin kendi çıkarı için çalışması, milliyetçiliğin en saldırgan biçimlerinin gelişmesi ve yükselmesi, kuralsızlığın yaygınlaşması, orman kanunlarının geçerli olması gibi. En güçlünün en zayıf üzerindeki, emperyalist burjuvazinin tüm dünya halkları üzerindeki egemenliği anlamına geliyor.

Birbirleriyle rekabet ederek, halklara karşı işbirliği, suç ortaklığı

Halkları egemenliklerine boyun eğdirme işbirliği içinde olan emperyalist güçler, birbirleriyle de rakip olmaya devam ediyor. Fransa ile Avustralya'yı, daha doğrusu Fransız emperyalizmi ile ABD emperyalizmini karşı karşıya getiren en son denizaltı olayı bunun güzel bir örneğini oluşturuyor. Bu ayrıca, ilişkilerinin temelini bir güçler dengesinin oluşturduğunun, ikinci sınıf bir emperyalizm olan Fransız emperyalizminin sembolik protestolara indirgendiğinin de göstergesi oldu. Fransız yöneticilerin yakınıp sızlandıkları, on milyarlarca avro değerindeki bir denizaltı satış sözleşmesinin iptal edilmesinden çok, Pasifik'te ABD, Avustralya ve İngiltere arasında, Aukus kısaltması ile anılan yeni bir ittifakın yapıldığının ani ve acımasızca ilan edilmesiydi.

Fransa, bölgede deniz aşırı yerlerdeki, Fransız Polinezyası, Yeni Kaledonya, Wallis ve Futuna olarak adlandırılan topraklarına dayanarak,

Hint-Pasifik meselelerinde önemli bir rol oynamaya çalışıyor ve oynadığını iddia ediyor; halbuki Fransa sadece ABD'nin kayıtsızca ve küstahlıkla muamele ettiği bir vassale'dan (feodal sistemde sadakat yemini ile bir senyöre bağlı özgür kişi) başka birşey değil (yani ABD'nin dikte ettiklerini kabullenip uygulamak zorunda kalıyor -ÇN-).

Amerikan ve Fransız olmak üzere iki emperyalizm arasındaki «seni seviyorum, ben de seni sevmiyorum» biçimindeki, hem müttefik, hem de buna rağmen Afrika'da, özellikle de eski Fransız Sömürgeci İmparatorluğu'nun toprakları konusunda rakip olunan aynı ilişkiler gözleniyor. Aslında onlar müttefikler : İlişkileri, ABD'nin yönetimine dayanıyor ve Fransa ilgilenilen topraklarda jandarmalık görevini üstleniyor, ve buralardaki askeri varlık göstermeyi de sağlıyor. Fransa'nın, lojstik destek de dahil ABD'nin desteğine sahip olması gerektiğinde bu sadece birlikleriyle bir bölgeyi kuşatmak, askerlerini konumlandırmak için oluyor. Mahkeme tarafına bakılacak olursa : bu iki emperyalizm, doğal kaynaklar konusunda ve varolan ya da gelecekteki pazarlar sözkonusu olduğunda birbirlerine rakip oluyorlar.

Bir Arte (televizyon kanalı) belgeseli, kıtayı parçalamak ve Avrupa emperyalizmleri arasında paylaştırmak üzere Berlin'de 1884,1885 yılları arasında gerçekleşen ilk paylaşıma atıfta bulunarak, Afrika'nın ikinci bir paylaşımından sözediyor. İlk paylaşımda olduğu gibi, sadece uranyum, petrol, demir, nadir bulunan metaller vb. gibi daha önceden sömürülmüş zenginlişleri ele geçirmek için yarış değil, ama aynı zamanda bir rakibin oraya girmesini ve yerleşmesini zorlaştırmak için o ülkeyi işgal etmek de sözkonusu.

Daha genel olarak, eğer Afrika Kıtası etnik gruplar veya devletler arasındaki kanlı çatışmalar sürekli sürse de, bu uzak bir geçmişin dirilişi, ortaya çıkışı veya geçmişin kabile savaşlarına geri dönüş anlamına gelmiyor.

Bunların gerisinde, doğrudan veya dolaylı olarak, tröstler, emperyalizmler arasındaki rekabetler ve onların gizli servislerinin manevraları bulunuyor. Bütün bunlar sırlarla gizleniyor, hepsinden önce de kapitalizm için çok değerli olan iş alanlarındaki sırlar geliyor. Kamuoyu ve hatta bilgilenmiş denen burjuva çevreleri bile bu sırların sadece su yüzünde olan bir kısmını görebiliyor. Ve dahası...

24 Ağustos tarihli Belçika'nın günlük gazetesi Le Soir'da (Akşam), Ruanda ordusunun son zamanlarda Mozambik'teki silahlı cihatçı gruplara karşı koymak için nasıl müdahale ettiğini yazdı. İki ülkenin ortak bir sınırı bile yokken, Ruanda Mozambik'te ne arıyordu? Bunun cevabının başlangıcı şu gerçekte yatıyor : Tutsiler, etnik gruplarının Hutular tarafından soykırıma uğratılmasından sonra, kendilerine etkili bir ordu kurarak, iktidarı yeniden ele geçirdiler. Dahası her durumda, kıtanın birçok ordusunun askeri deneyimleri kendi halklarına baskı ve şiddet uygulamaya indirgenmiş bulunuyor. Ancak önce cihatçı grupların müdahalesi, daha sonra da düzeni sağlamak üzere Ruanda ordusunun müdahalesi, Mozambik'te büyük bir gaz yatağının keşfini izledi ve Fransız Total şirketi, İtalyan Eni ile Amerikan Anadarco şirketlerinin arasındaki rekabet ortamında, onların ayaklarını kaydırmaya çalışıyor - yani herkes bu gaz zenginliğine el koymak istiyor - ÇN -.

Bu farklı tröstlerin her birinin rolleri nelerdi? Bu gizli sırları sadece bu sırları verenler ve saklayanlar biliyorlar. Ama Total kesinlikle bir savaş bölgesinde gaz üretimi ve sıvılaştırılması için büyük ve önemli yatırımlar yapmak istemiyordu...

Birlik olmaktan çok rakip Avrupa emperyalizmleri

Avrupa Birliği'nin kökeninin asıl çekirdeğini oluşturan ikinci sınıf emperyalizmlerin birleşimine gelince ortak yaşamlarının tarihi, hem ekonomik olarak ayakta kalabilmek için birleşme zorunda olduklarını, hem de bunu tam olarak yapmanın imkansızlığını gösteriyor. Avrupa Birliği'nin emperyalist ülkelerinin siyasi yöneticileri, nüfusları, pazarları, ek sanayilerinin gücü göz önünde bulundurulduğunda, olabileceğince ekonomik güç hayalini kuruyorlar. Ancak buna rağmen hayalleri, Avrupa kapitalistleri arasındaki rekabet gerçeğiyle sürekli çatışıyor.

Ekonomik kriz ve onun çeşitli sektörlerdeki iniş çıkışları, sonuçları, Avrupa Birliği'nin rakip güçleri arasında çok zor bir biçimde kurulmuş dengeleri sürekli olarak sorguluyor. Böylece, Örneğin, bu ülkeler arasındaki enerji açısından uygulamaya konan sırasıyla kömür, nükleer enerji, hidroelektrik, rüzgar enerjisi, fotovoltaik enerji vb gibi... karmaşık anlaşmalar, petrol tröstleri tarafından istenen gaz ve petrol fiyatlarındaki ani artış nedeniyle yeniden sorgulanıyor.

Buna bağlı olarak, Avrupa Birliği'nin yirmi yedi ülkesi bölündü. Fransa ve onun ardından İspanya birlikte, Avrupa sisteminde reform yaparak elektrik fiyatlarını sabitlemek üzere bir tür ortak cephe oluşturuyor. Bu cephede, bir medya organının deyimiyle « en pahalı teknoloji (gaz) elektriğin toptan fiyatını belirliyor ». Bu pozisyon, tutum hemen Yunanistan, Çek Cumhuriyeti ve Romanya tarafından benimseniyor, ancak ona Almanya, Hollanda ve «piyasanın kendi kendisini düzenlemesini tercih eden» Avrupa Birliği'nin kuzeyindeki bir çok ülke tarafından karşı çıkılıyor.

İşte Avrupa Birliği böylece, enerji kaynaklarına ya da sadece ittifaklarına göre iki bloğa bölünmüş durumda bulunuyor.

Fransız ve İngiliz balıkçılar arasındaki Jersey çevresindeki gerilim önemsiz görünebilir. Balıkçıların varolabilmeleri için bu o kadar da önemsiz değildi. Ve hepsinden önemlisi de, avlanma alanına bir İngiliz savaş gemisinin, gövde gösterisi için bile olsa gönderilmesi, Avrupa'nın iki ana emperyalist gücü arasındaki gerilimin yoğunluğunun göstergesi olarak ortaya çıktı. Brexit'in (İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden çıkması) sonuçlarına özellikle bir de bu sorun eklendi. Örneğin Kuzey İrlanda gibi, bir ayağı İrlanda Cumhuriyeti nedeniyle Avrupa Birliği'nde, diğeri ise İngiltere ile olan bağı nedeniyle Brexit, Ayrupa Birliği'nden çıkma durumunda olan bazı ülkeler çözümü olanaksız sorun oluşturuyorlar. Diğer bazı ülkeler ise, yasadışı göçü önlemek için Manş Denizi'nde kimin jandarmalık yapması gerektiği konusundaki anlaşmazlıklarla, göçmenlerin canıyla oynuyorlar.

Avrupa kurum ve kuruluşlarını bölen tartışmalar ve bu tartışmaların gizledikleri

Avrupa Birliği, kıtanın batısındaki emperyalist ülkeler ile, daha yoksul doğu veya Balkan kısmı arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmadı, aksine onları daha da vurguladı. Alman, Fransız, Hollanda tröstleri vb.gibi, Amerikan, İngiliz ve Asya tröstleri ile rekabet halinde bu ülkelerin ekonomilerine egemen oluyorlar. Tröstlerin egemenliği ve halkın onlara sahip olduğu hissi, Doğu ülkelerinin siyasi sınıflarının bir kesimine, Polonya veya Macaristan'da olduğu gibi, iyi bir doz başka gerici ve şovenist fikirler de katarak, Avrupa kurumlarına karşı muhalefet etmek için ulusal havalarda oynama olanağı veriyor. Polonya ile Avrupa Birliği arasındaki ulusal egemenliğin veya Avrupa yasalarının önceliği konusundaki yasal ve siyasi anlaşmazlıklar, çatışmalar, bu egemenlik ilişkilerinde kökleşmiş durumda bulunuyor.

Macaristan'da Orban, göçmen karşıtı demagojiyi çok etkili bir şekilde kullanıp, bunu ulusal egemenliğin bir örneği olarak sunabiliyor ve bu onun « Brüksel bürokrasisine » itirazlarının yönünü oluşturuyor. Ayrıca onun bu görüşleri, Avrupa'da siyasi kast tarafından geniş çapta paylaşılıyor. Sırbistan sınırına 2015 yılında yerleştirilen dikenli tellere gelince, Polonya'yı Belarus'tan ayıran sınırda bir duvar inşa edilmesiyle zaten taklit edildiler. İspanya tarafından Melilla çevresine imşa edilen duvar (1996), Orban'ın inşa ettiğinden çok daha eski bir tarihe dayanıyor ve medeni denilen Batı Avrupa'nın büyük ülkelerinin Akdeniz'i ve Manş Denizi'ni, « Avrupa Kalesi'ni » korumak için, ölümcül « engellerle » cehenneme dönüştürdüğünü hatırlatmak gerekir mi?

Halkların yüzyıllardır birbirine karıştığı bu Doğu Avrupa'da, hükümetlerin şiddetlenen milliyetçiliği, ulusal azınlıklar üzerinde artan baskı ve şiddete dönüşüyor. Bazıları Versailles veya Yalta antlaşmalarıyla, diğer bazıları Yugoslavya'nın veya Sovyetler Birliği'nin parçalanıp dağılmasıyla (Ukrayna veya Baltık ülkelerindeki Ruslar, Romanya'daki, Slovakya ve Sırbistan'daki Macarlar, Ukrayna'daki Rumen ve Macarlar vb.) azınlıklara dönüştürülüyor. Bu baskı ve şiddet, özünde, özellikle de eğitim alanında veya idari işlerde kendi dilini kullanma hakkı da dahil, her çeşit ayrımcılığı kapsıyor. Ancak bazen, özellikle Romanlarla ilgili olarak, katı ve acımasız bir karaktere bürünebiliyor.

Bu bölgede, devletlerin sayısının katlanarak artması, genellikle azınlıklar için bir kurtuluş olmadı, aksine onlara uygulanan baskı ve şiddet ağırlaştı, arttı. Yugoslavya'nın dehşet ve kan içinde parçalanıp dağılması, olumsuz olarak, onu oluşturan halkların aynı haklara sahip oldukları federal devlet biçimine duyulan ihtiyacın göstergesi oldu. Bu fikirler, işçi hareketi tarafından uzun süre savunuldu.

Ulusal, etnik veya dini azınlıkların ezilmesi, baskı ve şiddete maruz kalması emperyalizmin egemen olduğu dünyanın temel özelliklerinden biri ve kriz dönemlerinde sadece daha da kötüleşip artabiliyor.

Birmanya'daki Rohingyalar gibi bazı ülkelerdeki azınlıklar göçe zorlansa da, Etiyopya gibi diğer bazı ülkelerde bu azınlıklar merkezi Devlete karşı isyanı tetikliyorlar. Bu ise dünyanın birçok bölgesinde güçlü bir istikrarsızlık faktörü olarak ortaya çıkıyor.

İstikrarsızlık ve çözülüp dağılmakta olan Devletler

Bu istikrarsızlık sürekli olarak, hem halkların hem de toplulukların acı, sıkıntı çektikleri çok sayıda yerel veya bölgesel çatışmalar biçiminde ortaya çıkıyor. Bu yerel çatışmalar, başlangıçta emperyalist güçler tarafından manipüle edilmeseler bile, er ya da geç onların araçları haline gelen bölgedeki Türkiye, İran, Suudi Arabistan vb. gibi güçlü devletlerin doğrudan ya da dolaylı olarak müdahalesine yol açıyor.

Ekonomik kriz, Lübnan devletinin devam eden parçalanıp dağılmasının doğrudan nedeni olarak ortaya çıkıyor. Bu kriz, kökeninde Fransız ve İngiliz emperyalizmi arasındaki rekabetler tarafından yaratılan kurumsallaşmış mezhepçilik de dahil olmak üzere (Kamu hizmetinin ana pozisyonlarının farklı dini cemaat temsilcilerine orantılı olarak verildiği Lübnan siyasi sistemi -ÇN-) birçok başka parçalanıp dağılmalara, göç edip yerinden olmalara yol açıyor ve bunların nedenlerini de şiddetlendiriyor.

Etnik ya da dini nedenlerle bu göçe zorlama yerinden edilme faktörleri, Haiti'de bulunmuyor. Burada devlet aygıtı, halk kitlelerinin bitmeyen sefaletinin ortasında, yolsuzluğa batmış biçimde silahlı çetelerin yararına parçalanıp dağılıyor. Haiti devletinin resmi silahlı çetesi, onun devlet aygıtı, polisi, yavaş yavaş ama şiddetle, yağma, adam kaçırma ve şantajla yaşayan özel silahlı çetelerin yerini alıyor. Ve bütün bu felaket olaylar, dünyanın en büyük emperyalist gücünün burjuvazisinin zenginliğinin en fazla yer aldığı bölgelerden biri olan Florida'dan sadece çok az bir uzaklıkta gerçekleşiyor...

Ermenistan-Azerbaycan arasındaki çelişki ve çatışma, Yemen savaşı, Ortadoğu'yu ve Afrika'yı parçalayan birbirini izleyen, bazan eş zamanlı savaşlar, yerel ve bölgesel çatışmalar, insanlığın büyük bir bölümünü acı çekmeye, yıkıma ve ölüme sürüklüyor. Bu çelişki ve çatışmalar, emperyalizmin dünya üzerindeki egemenliğinin kaçınılmaz etkileri olarak ortaya çıkıyor. Emperyalizm sadece bütün bunlarla yaşamayı bilmekle kalmıyor, ama aynı zamanda da bütün bunları egemenliğini sürekli kılmak için kullanıyor. Tröstleri, bu ülkelerin hakim tabakalarına silah ve mühimmat satarak onların durumlardan kâr sağlıyor, faydalanıyor. Yerel politikacıların yolsuzlukları, tröstlerin onların servetlerine el koymalarını kolaylaştırıyor. Ve egemenlik altındaki halkları birbirlerine karşı kışkırtmak, birbirlerine düşürmek, emperyalist güçlerin bu egemenliklerini sürdürmelerini sağlıyor.

Emperyalist dünya bir bütün olarak bir barut fıçısını temsil ediyor. Bu durum, mevcut gerilimlerin şiddetlendiği kriz dönemlerinde daha da geçerli oluyor. Ezilen, baskı ve şiddete maruz kalan kitlelerin daha da fazla sefalete itildiği yerlerde, kaçınılmaz olarak yeni gerilimler ortaya çıkıyor. Bu metnin yazıldığı sırada Sudan'da neler olup bittiğine bakmak yeterli.

Hiç kimse, hangi kıvılcımın ne zaman barutu ateşliyeceğini öngöremez. Emperyalist burjuvazi bunu sadece sürekli olarak beklemekle kalmıyor, ama aynı zamanda da buna hazırlanıyor. Sovyetler Birliği'nin dağılmasına rağmen, bu ülkenin, emperyalizmin yöneticilerine sürekli silahlanma yarışı için temel, asıl düşman olarak bahane oluşturması hiçbir zaman bitmedi, hala sürüyor. Bununla birlikte, SIPRI'nin (Stocholm International Peace Research Institute - Stokholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü ) belirttiğine göre, «uluslararası silah transferleri, soğuk savaşın sona ermesinden bu yana, en yüksek seviyesine ulaştı». Emperyalist güçler tarafında, hiçbirşeyin kaybolmadığı gibi, hepsinin de kaçınılmaz olarak gördükleri gelecekteki bir genel tutuşma, yangın, yani savaş bakış açısı göz önüne bulundurulduğunda, ittifaklar ve askeri paktlar oyunu da sürüyor.

24 Haziran 2021 tarihli Courrier International'de (Uluslararası Kurye) alıntı yapılan İngiliz haftalık gazetesi The Economist (Ekonomist), bir makaleyi şu konuya ayırıyor, «Avrupa'nın ilk sırada yer alan askeri gücü Fransa, Devlete karşı Devlet biçiminde çok yoğun bir çatışma olasılığına karşı hazırlanıyor». Genelkurmay Başkanı olan Thierry Burkhard'dan alıntı yapılıyor : «Kendimizi kesinlikle daha tehlikeli bir dünyaya hazırlanmalıyız». Bu, Burkhard'ın tanımladığı kara kuvvetleri ordusunun « sertleşmesi» ni gerektiriyor [...] Kendisini tebrik ediyor : « 2019 ve 2025 yılları arasındaki Savunma bütçesi yılda 50 milyar Euro'ya ulaşacak biçimde önemli ölçüde artırıldı. Bu dönemin sonunda 2018 yılına göre % 46'lık bir artışa ulaşıldı », ve ekliyor : « 2010 ve 2025 yılları arasında ordu ekipmanı, teçhizatı, 1970 ile 2010 yılları arasında geçen kırk yıllık süreye göre daha değişmiş ve gelişmiş olacak.»

Makale daha da ilerliyor : « Fransız askeri düşüncesinde yüksek yoğunluklu bir çatışma hayaleti artık o kadar yaygın ki, bu senaryo kendi kısaltmasına sahip : HEM yani (Hypothèse d'Engagement Majeur) Büyük Angajman Hipotezi anlamına geliyor. Rakipler henüz belirlenmedi ancak analiz yapanlar sadece Rusya'yı değil, Türkiye'yi veya Kuzey Afrika'daki herhangi bir ülkeyi de çağrıştırıyorlar. »

Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) aynı şey açıkça çok daha büyük bir ölçekte geçerli. Fransa için Mali'deki ya da ABD için Afganistan'daki savaşlar, emperyalist ülkeler için bir bakıma sadece askeri eğitim egzersizleri olarak görülüyor. Askeri olduğu kadar diplomatik çevrelerden temel emperyalist güçler, ABD'nin etkisi altında Çin ile yapılacak bir çatışmaya odaklanıyor. Bu, dünya çapındaki medya tarafından geniş çapta ele alınan bir endişeyi oluşturuyor. Dünyanın en güçlü iki devletinin karşı karşıya gelmesi, bir dünya savaşının başlangıcı olabilir.

Çin Denizi, Güneydoğu Asya, egemenliği tartışmalı adaları, başta Tayvan, sonra boğazları, başlıca ticaret yolları... gezegenin en sıcak noktası haline geldi. Burası aynı zamanda dünyanın en güçlü iki ordusunun karşı karşıya geldiği yer oldu.

Basının hemen hemen hepsi « Çin'in saldırganlığına » saldırıyor, halbuki Amerikan savaş gemileri Çin'in kapısının önünde bulunuyor, bunun tam tersi sözkonusu değil. Çin sadece Amerikan askeri birlikleri tarafından değil, aynı zamanda da az ya da çok Filipinler veya komşu Hindistan'ın da eşlik ettiği, Japon, Avustralya, İngiltere gibi güçlü emperyalistlerin koalisyonu tarafından da çevrilmiş bulunuyor.

Bir süredir, yine 24 Haziran tarihli Courrier International tarafından alıntı yapılan, Financial Times'da atılan bir başlıktan hareket ederek yazılan makaleler ve kitaplar artıyor : « bir soğuk savaşa girdik », denilerek bir « tırmanışdan» sözediliyor.

Yakın tarihli bir yapıtta, strateji alanında CNRS'de (Centre National de la Recherche Scientifique - Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi) çalışan bir araştırma müdürü Jean-Pierre Cabestan kendi kendisine şu soruyu soruyor :

«Çin yarın : savaş mı, barış mı?» (Gallimard -yayınevi-, 2021). Kitap açıkçası bu soruya cevap vermiyor. Bununla birlikte, düşünmek için bir dizi element sunuyor, bazıları, iki büyük güçlü devlet arasında ekonomik, diplomatik ve giderek artan bir biçimde de askeri rekabetin, yarışın kaçınılmaz olarak savaşa yol açacağı fikrini savunuyor. Diğer bazıları ise, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki çelişki ve çatışmaların bir üçüncü dünya savaşına yol açmıyacağı gerçeğini hatırlatıyor. ABD ve Çin arasında durumun böyle olması için ise daha da az neden bulunuyor, ekonomileri öylesine iç içe geçmiş bir durumda ki, böylesi bir çelişki ve çatışma düşünülemiyor.

Gerçeklikle tek bağlantıları kağıt sattırmak olan... strateji uzmanlarını hipotezler geliştirmeleri için odalarında bırakalım. ABD ve Çin arasındaki giderek artan güçlü ekonomik bağlara rağmen; ABD ve Çin'in endüstriyel, ticari ve özellikle de mali iç içe geçmişliğe rağmen - Bu içiçe geçmede ABD'nin ekonomik gücü, ikincil bir konumda bulunan Çin'e göre baskın ve egemen durumda bulunuyor - bir savaş olanaklı görünüyor.

Birinci Dünya Savaşı arifesinde, iki yönetici hanedan arasındaki aile bağlarıyla da iki kat güçlenmiş olan İngiltere ve Almanya arasındaki güçlü ekonomik bağlar, sadece savaşın patlak vermesini engellemedi, aynı zamanda bu iki emperyalist güç arasındaki muhalefet etrafında kristalleşmeyi de sağladı.

Ve ABD ile Çin arasındaki ilişkilerde, savaşı tetikleyen kesinlikle savunma konumunda olan Çin olmayacak, savaş faktörünü ABD emperyalizmi oluşturuyor. Savaş ancak Amerikan emperyalizminin bir çıkarı olursa veya o buna gerek duyarsa tetiklenecek.

Birinci Dünya Savaşı'nın ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı'nın aksine,

savaşın nasıl ve ne zaman patlak vereceğini tahmin etmek için hiçbir şey algılanamıyor. Ama emperyalist burjuvaziler bunun kaçınılmaz olduğunu biliyorlar ve onların kurmayları ve diplomatları buna hazırlanmaktan hiç bir zaman vazgeçmediler. Bu savaş hazırlıklarına, kamuoyunu bu olasılığa karşı hazırlamak anlamında medya da şimdiden katkıda bulunuyor.

Kamuoyunun hazırlanması, yapılan askeri-stratejik hazırlığın önemli bir bölümünü oluşturuyor. Bu hazırlıklar kurmayların inisiyatifinde veya ittifaklar kuran diplomatların gizemli üsluplarının ardında yapılıyor.

Fransız Genelkurmayı'nın savaşa nasıl hazırlandığına ilişkin The Economist'ten daha önce alıntılanan makalede « ülkenin yüksek yoğunluklu bir çatışmayla yüzleşme kapasitesini analiz etmekten sorumlu çalışma grupları» ndan söz ediliyor ve ekleniyor : « Bu çalışma gruplarından üyelerinden biri « Bu gruplar mühimmat yokluğu riskini incelemek kadar, yurttaşların « İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, hiç yaşanmayan, hiç bilinmeyen bir düzeydeki olası kayıpları kabul etmeye hazır olup olmadıkları» sorusunun cevabını bilmek de dahil, toplumun direnişinin ne olabileceği konusunu da inceliyoelar» diye açıklamada bulunuyor.» Bu sinizmin, utanmazlığın, ahlaksızlığın arkasında, burjuvazinin askeri hizmetkârlarının soğukkanlı kararlılıkları bulunuyor.

Savaş, Afrika veya Asya'daki çok sayıda ülkenin halkları için olduğu kadar, Suriye, Yemen, Somali veya Sudan'ın halkları için de zaten daha şimdiden hazır bulunuyor ve sürüyor. Ve hiç kimse, hâlâ yerel veya bölgesel olan bu savaşların, yarın gelecekteki genel bir çatışmanın aşamalarından biri olmayacağından emin olamaz. Tıpkı 1 Eylül 1939 tarihinden çok önce, İtalya tarafından Etiyopya'da 1935 yılından itibaren yürütülen savaş veya Japonya'nın 1931 yılında Mançurya'yı, ardından 1937 yılında Çin'i işgal etmesi gibi olayların gelecekteki savaşın ön aşamaları olması gibi...

Savaş aslında emperyalizmin varlık şartını, varoluş biçimini oluşturuyor

Devrimci komünist bir örgüt için emperyalizme karşı mücadele, bugün, temel olarak, işçiler ve militanlar arasında açıklama ve propaganda faaliyeti olabilir. Bu faaliyet, günlük sömürünün çok ötesinde, daha şimdiden çok sayıda yerel ve bölgesel savaşın geri plandaki yaratıcısı olan emperyalist burjuvazinin egemenliğinin, üçüncü bir dünya savaşı tehdidini de beraberinde taşıdığını açıklamayı içeriyor. Sadece burjuvazinin iktidarının devrilmesi emperyalizme son verebilir ve hatta 18 milyon ve 50 milyon ölümle Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'yla karşılaştırıldığında, bütün insanlığı önceden benzeri görülmemiş bir ölçekte tehdit eden felaketi önleyebilir.

Ancak propagandanın yanı sıra, günlük ajitasyon içinde, sadece şövenizmle, yabancı düşmanlığıyla değil, aynı zamanda yurtseverlikle yani, çıkarları iyi belirleyerek sömüren sınıf ile sömürülen sınıf arasındaki bütün sınıf işbirliği fikirlerineyle mücadele ederek, burjuvaziye, onun politikacılarına medyasına muhalefet etmek, bütün bunlarla savaşmak gerekiyor. İnsanlık için bir felaket hazırlayanlar ile, bu felaketlere maruz kalanlar, bunların kurbanı olanlar arasında hiçbir biçimde çıkar birliği olamaz ! Enternasyonalizmin terk edilmesi, proletarya kampına ihanet etmenin ilk ve temel işareti olarak ortaya çıkıyor.

Troçki, 1938 yılında, yani İkinci Dünya Savaşı'dan bir yıl önce, ki aslında savaş çoktan başlamıştı bile, yazdığı Geçiş Programı'nda şunları ifade ediyordu : « Burjuvazi ve ajanları, halkı, savaş sorununda, soyutlamalar, genel formüller, acıklı sözlerle bütün diğer sorunlarda olduğundan daha fazla, aldatıyorlar : «tarafsızlık», « kollekif güvenlik», « barışı savunmak için silahlanma », « Ulusal Savunma », «faşizme karşı mücadele» vb. gibi.

Bütün bu formüller sonuç olarak savaş sorununa indirgeniyor, yani halkların kaderi, halklara karşı bütün entrikaları ve komplolarıyla emperyalistlerin, onların hükümetlerinin, diplomasilerinin, kurmaylarının elinde bulunuyor.»

Bu «acıklı ifadeler»den bazıları artık güncelliklerini yitirmiş bulunuyorlar. Diğer bazıları belki de yeniden gündeme gelecek. Burjuvazinin entelektüel hizmetkarları, bu eskilerden daha yeni ve ekileyici, eskilerle eşit derecede yanıltıcı ifadeler bulacaklar. Savaşın genelleşmesi tehdidi somut bir boyut kazandığında, hükümetlerinin arkasından gitmeye itilmiş olan proletarya, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın başlangıcında olduğu gibi, kaçınılmaz olarak şaşıracak ve aldatılmış olacak. ABD'den gelen bazı bilgiler, orada daha şimdiden Çin karşıtı bir saldırganlığın arttığına dair örnekler veriyor.

Proletaryanın ve insanlığın geleceği, onun sınıf bilincini ve toplumun dönüşümündeki rolünü yeniden kazanma hızına bağlı olacak. Savaş bir kere başladıktan sonra, bu sınıf bilinci, Lenin'in ifadesiyle, «Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmek» olarak algılanacak.

29 Ekim 2021