Lutte Ouvrière'in 43. Kongre Metinleri
Bu yazı, Fransa'da Troçkist bir yayın olan Lutte de Classe (İşçi Mücadelesi) dergisinin 156 nolu Aralık 2013 - Ocak 2014 sayısından çevrilmiştir.
* * * * * * *
Kapitalist ekonomi 2007-2008 yıllarında başlayan ve hala daha devam eden mali krizden çıkamadı. 1970'li yıllarda başlamış olan durgunluk artık kapitalizmin bir tür var olma durumuna bürünmekle kalmadığı, aynı zamanda, peşi sıra krizler ve geçici ekonomik canlanmalar şeklinde devam ediyor. Ancak her defasında kriz, daha uzun sürdüğü gibi daha da feci olup ekonomik canlanmalar da canlanma bile sayılmıyor. Bunun en canlı son 5 yıl içerisinde yaşananlardır: Her ne kadar banka sisteminin tamamen çöküşü önlenebilmiş olsa bile üretim alanlarında gerçek bir canlanma kesinlikle görülmüyor.
Sömürülen sınıflar açısından ekonominin krizden çıkmadaki acizliğini gösteren en önemli ve güvenilir belirti olan işsizlik oranları sanayileşmiş büyük ülkelerde, özellikle de Avrupa ve ABD'de, son ekonomik çöküşteki düşük seviyelerinden bir türlü kurtulamadı.
Ekonomik durgunluk, GSMH (ülke içi üretim) rakamlarında da açıkça görülüyor. Halbuki bu rakamlar, adeta bir çorba gibi olup, fark gözetmeksizin üretim ve hizmet kalemlerini karıştırıyor. Gerçek üretim ile hiçbir değer üretmeyen, özellikle de emlakteki spekülasyon, şişirme fiyatlar, bu rakamlara eklenince gerçeklerin çarpıtıldığı anlaşılıyor.
Avrupa Birliğinin Avro bölgesinde, 2013 yılında dahi 2008 yılının üretim seviyesine ulaşılamadı. İşsizlik ise 7.8 milyon seviyelerine tırmandı. Tabii bu bölgeye dahil ülkeler arasında büyük farklılıklar görülüyor: Örneğin Portekiz 10 yıl ve Yunanistan ise 12 yıl gerilere gitti!
Marks dönemi kapitalist ekonomilerdeki krizler, kapitalist ekonominin rekabet kamçısıyla hızlı bir şekilde gelişen ekonomik üretim kapasitelerini pazardaki satın alma gücüne ayarlamaya yarıyordu. Bu ayarlama, her zaman anarşikti ve üretim yapıldıktan sonra gerçekleştiği için devasa malzeme, ürün ve insan emeğinin boşuna harcanmasıyla sonuçlanırdı.
Ekonomik kriz dibe vurduktan, pazarda fazlalık teşkil edip tutunamayan şirketler yok olduktan, kâr oranı yeniden artmaya başlamasından sonra, yeniden bir ekonomik canlanma başlıyordu: Üretime giden yatırımlar yeniden artmaya başlıyordu ve böylece de istihdam sahası genişliyordu. Ardından işsizlik azalıp tüketim hacmi de artıyordu.
1960'lı yılların sonuna doğru, kâr oranlarının azalma eğiliminden sonra 1980'li yılların ortalarından itibaren kâr oranları yeniden artmaya başladı.
O dönemden bu yana, arada bir dönemsel farklılıklar olsa da, kâr oranları, oldukça yüksek seviyelerde. Ancak yüksek kâr oranları, neredeyse sadece sömürünün daha da artmasıyla gerçekleşiyor. Tabii kâr oranlarının artması genel bir durum olup eşit bir şekilde gelişmediği için bazı ekonomik alanlarda, örneğin yeni teknolojik alanlarda, ortalamanın çok üzerinde seyrederken, diğer bazı alanlardaki şirketler ya kan kaybediyor ya iflas ediyor veya büyükler tarafından yutuluyor. Yani büyük ve küçük şirketler, ne de üretim ve mali sektör arasında eşit bir paylaşım yok.
Uzun bir döneme bakıldığında, ücretlere giden pay ile sermaye gelirlerine giden pay arasındaki uçurumun giderek ücretlerin aleyhine ve sermayenin lehine doğru gittiği görülüyor. Bu ise sömürülen sınıfların aleyhine doğru giden genel eğilimlerinden sadece bir tanesi.
Sanayileşmiş emperyalist ülkelerde, özellikle de Avrupa ülkelerinde, burjuvazi İkinci Dünya Savaşı sonrası ile 1970'lerde başlayan ekonomik kriz dönemi arasındaki dönemde, sendika aygıtları ile sendika bürokrasisine bir sürü ayrıcalıklar ve verilen koltuklar yoluyla, onları bin bir şekilde devlet kurumlarına, kattı.
Burjuvazi ayrıca, Lenin'nin deyimiyle, "işçi aristokrasisi" diye adlandırılan işçi sınıfının belirli kısımlarına bazı ayrıcalıklar verdi: Örneğin ücretsiz eğitim imkanları, emeklilik aylığı, sosyal sigorta ve de "başka farklı sosyal güvenceler" sundu. Bunlara ek olarak, neredeyse bütün kitlelerin yararlanabileceği devlet ve kamu hizmetleri (örneğin kamu sağlık sistemi, toplu taşımacılık vb.) olanağını yarattı. Bu hizmetler sınırlı olsa da, genelde yavaş yavaş işçi sınıfının yaşam şartlarını iyileştirmişti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında sözü edilen tavizlerin verilmesinin esas nedeni, burjuvazinin Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ilk yıllarda yaşanan devrimci patlamaların yeniden ortaya çıkmasından korkmuş olmasıdır. "Kurtuluştan" sonra De Gaule tarafından alınan sosyal koruma önlemleri ki Fransız Komünist Partisi bunları çok övüyor, işte bu sosyal patlama korkusundan dolayı idi. Savaştan sonraki yaklaşık 20 yıl boyunca yaşanan ekonomik büyüme sayesinde verilen bu tavizler, göreceli de olsa bir sosyal barışı sağlayabildi. Böylece emperyalist ülkelerde, temel olarak yoksul ülkelerin talan edilmesi ve buralardaki işçi sınıfına karşı uygulanan aşırı sömürü sayesinde, göreceli bir toplumsal istikrar sağlandı.
Ancak 1970'li yıllarda ekonomik büyümedeki yavaşlama ve hatta durgunluk nedeniyle burjuvazi, daha önce verdiği tavizleri bir bir geri almaya başladı. Gerilemeler bütün alanlara yayıldı: Eğitim, sağlık hizmetleri giderek ücretli ve daha pahalı oluyor, ilaçlara harcanan para artıyor, emekli olabilmek için çok daha uzun yıllar çalışmak gerekiyor ve de emeklilik aylıkları giderek azalıyor. Engellilere sunulan hizmetler çok azaldığı gibi bazı engellilere verilen hizmetler durduruldu. Tüm bunlar, sömürülenlerin yaşam şartlarını daha da zorlaştırıyor. Tüm bu gerilemeler, uzun bir süreç içerisinde (özellikle de işçi sınıfı hareketinin gerilemesiyle) oldu ve burjuvazi mecbur kalmadığı müddetçe bu kazanımları iade etmeyecek.
Gerilemelerin sonuçları olarak eşitsizlik her zamankinden daha da arttı (tıpkı 1929 ekonomik çöküşü ve ondan önceki yıllarda olduğu gibi). Örneğin Credit Suisse bankasının son yayınladığı (Ekim 2013'te) rapora göre dünya ölçeğinde zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum zirve yaptı. Üstelik de zenginler, giderek daha çok zengin olurken yoksullar da daha da yoksullaşıyor.
Bir yandan sınırlı sayıdaki milyarderlerin servetleri sürekli artıp zirve yapıyor diğer yandan ise dolar milyoneri sayısı artıyor ve buna paralel olarak da, en zengin ülkeler de dahil, yoksulluk sınırı altına düşen kişi sayısında rekorlar kırılıyor. Bu kuru rakamlar bile güç dengesinin burjuvazinin lehine geliştiğini açıkça ortaya koyuyor.
"Yoksulluk sınırı" kavramı ülkelere göre farklı anlamlar içerse ve de genel bir tanımla sınırlı kalıp ülkeler arasında kıyaslama yapmaya elverişli olmasa da, bir ülke içerisinde bazı gerçekleri ortaya koyuyor.
Fransa örneğini alacak olursak, bu sınır aylık 977 Avro olarak belirlendi. İnsee (resmi rakamlar) verilerine göre Fransa'da 8.7 milyon kişi yoksulluk sınırı olan 977 Avro'dan daha az bir para ile geçinmek zorunda. Bunun somut anlamı ise artık yoksulluk sadece işsizleri değil, emeklileri ve de bir işi (yarım gün, geçici işlerde veya sigortalı, sigortasız, yasal veya olmayan şekilde çalışanları) olanları da vurmaya başladı. Kapitalist ekonomik kriz çarkının yol açtığı yoksullaşma, kamu yardımlarında yapılan azalma ve kısıtlamalar, sağlık hizmetleri gibi kamu hizmetlerinin de pahalılaşması nedeniyle sürekli artıyor.
Emperyalist ülkelerde işsizliğin önemli boyutlarda artması sonucu olarak, Marksın söz ettiği "yedek sanayi ordusu", yani burjuvazi işsizliği, işçi sınıfına karşı bir silah olarak kullanıp işçi ücretlerini düşürüp çalışma şartlarının kötüleşmesi görülüyor.
Kâr oranlarının yüksek seviyelerde seyretmesine rağmen kâr, üretime fazla yönelmiyor. Uzun dönemi kapsayan inceleme yapıldığında, genelde kârın üretim alanlarına gitmediği görülüyor. Biriken devasa kâr, önemli oranlarda var olan şirketleri veya spekülasyon amacıyla şirket satın almaları, ya da bazı şirketleri satın alıp yeniden parça parça satmak için ve hatta çoğu zaman mali işlemler için kullanılıyor.
Bu sözü edilen "yatırımlar" sermayenin giderek daha az sayıda insanın ellerinde yoğunlaşmasına yol açsa da, bu durum üretimin artması ve istihdam sahasının büyümesine hiç katkıda bulunmuyor. Tam aksine sermayenin giderek daha da merkezileşmesi, her zaman "yeniden yapılanma" diye adlandırılan, üretim kapasitesinin bir kısmının bir kenara itilmesi ve de tensikatların artması ile sonuçlanır.
Sermayenin bir balon gibi şişmesi sonucu ortaya çıkan çok çeşitli spekülasyonlar hiç de yeni değil. Spekülasyon, kapitalizm kadar eski olup onun bir parçasıdır. Yaygın spekülasyon olayları kapitalist ekonomik krizlerden önce ortaya çıkıp kriz boyunca da devam eder.
Ama günümüzde yaşananlar, hem çok uzun süre devam ediyor -onlarca yıl boyunca- ve de üretim alanlarından tamamen kopup yeni yeni ve çetrefilli spekülasyon yöntemleri icat edip ekonomik hayatı derinden etkileyen sonuçlar doğruyor.
Burada "mali ürünlerin" giderek uzayan kocaman listesini yeniden yapmayacağız: Bu ürünlerin kökeni veya amacı ne olursa olsun, sonuçta hepsinin amacı spekülasyon. Üstelik bir listeyi oluşturabilmek tamamen olanak dışı, çünkü sürekli yenileri piyasaya çıktığı gibi, bunları kullananlar bile bir liste yapmaktan aciz.
Kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaştığı andan itibaren hisse senetleri ve tahviller, bunlar gerek özel sektöre gerek kamu sektörüne ait olsunlar, tümü, ayrıcalıklı spekülasyon araçlarıdır. Altının uluslar arası ticaret alanında, ayrıcalıklı ticaret aracı olarak kullanımına son verildikten bu yana, büyük boyutlardaki spekülasyon artık farklı dövizler üzerinden yapılıyor. Son 20- 30 yıl içerisinde ortaya çıkan yeni mali ürünlerin neredeyse tümü spekülasyonların yol açabileceği kayıpları önlemek fikri ile ortaya çıkmıştır. Ama bu alandaki bileşimler bir sonsuzluk içeriyor: Örneğin sigortamızın yeteri kadar güvenlikte olmadığına karşı yeni bir sigortaya başvurabiliriz vb. Bir hisse senedinin, bir tahvilin veya dövizin en küçücük bir değer kaybı bile çoğalarak büyük bir felakete dönüşebilir.
Bu gidişatın temel eğilimi olarak mali işlemlerdeki kâr gittikçe artar ve bu nedenle de sermayenin daha da büyük kısmı mali sektöre yöneliyor ve sonuç itibarıyla ekonomi mali sektörü beslemeye başlıyor.
Daha da önemlisi, mali sektör bütün ekonomik alanlara yayılıyor ve onu her seviyede tamamen dönüştürüyor. Mali sektörün hızlı bir şekilde büyümeye başlaması 1970'li yılların başında, doların artık altına dayandırılmaması ve de Bretton Woods diye bilinen uluslararası para sisteminin sona erdirilmesiyle başladı. Başlayan bu süreç, kapitalist ekonomide silinemeyen bir iz bırakarak ve de şüphesiz bir şekilde artık geri dönüşü olmayan bir aşamaya itti. Dalgalanan döviz kur sistemini uygulamaya başlamadan ve bunun sonucu olan uluslar arası para düzeninin çöküşünden önce bile oluşturulan "Avro dolar" gerçeği ekonomiyi mali sektöre kaydırmaya başlamıştı bile. Avro doların para piyasalarına yayılmasıyla mali sektöre kayma başlandı.
Mali sektörün giderek yayılması, şirketlerin eğilimini önemli ölçüde etkileyip önceliği borsadaki hisse senetlerinin artırılması eksenine kaydırdı. Ekonominin farklı kolları arasındaki bağları da değiştirdi: Örneğin hammadde talepleri artık üretimde kullanma yöntemlerini değiştirip, giderek talepler hammadde üzerinden spekülasyon işlemlerine dönüşüyor.
Mali Pazarlar Yönetimi (AMF) eski üyesi bankacı J.P. Naulot mali kriz ile ilgili yazdığı kitabında şuna vurgu yapıyor: "Gerek enerji hammaddeleri gerek metal ve tarım ürünleri hammaddeleri olsun, bu ürünlerin pazarları çok değişken oldu. Örneğin 2007-2009 yılları arasında petrol fiyatının bir yıl içerisinde iki katına çıktığı komedisi, varil fiyatının Temmuz 2007'de 70 dolardan Temmuz 2009'da 145 dolara tırmanmasını ve onu takip eden aylarda fiyatın 3 kat düşerek Mart 2009'da 40 dolara düşmesi nasıl unutulur? Diğer bütün hammaddeler de neredeyse istisnasız aynı çalkantılara tabi tutulmuştu."
Lutte Ouvriere gazetesinin bir sayısında, New York Times gazetesinin Goldman &Sachs bankası ile ilgili bir araştırmasına dayanarak bu bankanın nasıl alüminyum fiyatları üzerinde spekülasyon yapmakla yetinmeyip, bankanın kendisinin fiyatları artırmak için yaptığı oyunları aktarmıştık. Banka, o dönem, pazardaki alüminyum toplam miktarının dörtte birini alıp stoklamıştı. Hiç de devrimci bir çizgisi olmayan New York Times bile şuna vurgu yaptı: "Petrol, buğday, pamuk, kahve gibi hammaddeler üzerinde yapılan spekülasyon işlemleri sonucu Goldman, JPMorgan Chase ve Mogan Stanley yatırım bankaları, milyarlarca kâr elde ederken diğer yandan tüketiciler benzini, elektriği, bir kutu birayı veya bir cep telefonunu çok daha pahalıya almak zorunda kaldılar."
17 Eylül 2012'de yayınlanan bir Cnuced (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı) raporuna göre hammadde alım satım işlemlerinin yüzde 85'i mali kurumlar tarafından gerçekleştiriliyor. Bunların sigorta işlemleri ise devasa boyutlara varan spekülasyonlara yol açıp işlem gören hammadde fiyatlarının toplam üretim değerlerinin 20 ile 30 katından daha büyük. Bu rapor açıkça "petrol ve diğer hammadde fiyatlarındaki çalkalanmaların esas nedeninin mali işlemler yüzünden olduğunu" belirtiyor.
Artık her şey üzerinden spekülasyon yapılıyor. Öyle ki krizin yol açtığı yoksulluk bile spekülasyon için kullanılır hale geldi. Örneğin ailelerin borçlanma zorunluluğu, özellikle de ABD'de, devasa boyutlara ulaştı. Mali sermaye ücretlerin dondurulmasından kaynaklanan çıkmazı şu şekilde "çözüyor": Ücretler artık yetmiyor mu, çözüm çok basit bir sürü borç alma olanakları var, hem çok ucuz kredi oranlarıyla ancak bu oranlar, sadece başlangıçta çok ucuzdur!
Bu konu ile ilgili en çarpıcı örnek ABD'de yaşanan suprime diye bilinen ipotekli borçlanmalar. Bu borçlanma, 2007'deki emlak krizini doğurdu. Yüz binlerce yoksul aileye konut sorunlarını çözebilmek için maddi güçlerinin yetmeyeceği, önceleri ucuz olan, konut kredisi verildi. Ancak bu borç, bir süre sonra katlanarak büyüdü ve bu yüz binlerce aile kredi borçlarını ödeyemez duruma düşünce bankalar evlerine el koyup onları sokağa attı. (Öyle ki bugün bile bu sokağa atılanlar var.)
Borçlanmanın genel ekonomi üzerindeki etkisi önce ABD'deki emlak krizine yol açtı; ardından "titrizasyon" diye bilinen ve dünyadaki bütün büyük bankalara yayılan olgu sayesinde ABD'de kaynaklı karşılığı olmayan emlak senetleri hala süren mali krize yol açtı.
Tabi ki bu ipotek borçları, özel sektör borçlanmasının bir parçası. Örneğin farklı biçimlerde gerçekleşen özel tüketim kredilerinin toplamı, bir öncekilerine eklenince ABD'de ailelerin borç oranı 1995'de GSMH'nın yüzde 65'ine ve 2013'te ise yüzde 103'ine tırmandı. Mali sermaye ise bu yöntemlerle dar gelirli ailelerin gelirlerinin daha da büyük kısımlarına el koyuyor. Giderek artan borçlanma sonucu daha çok sayıda aile gelirinin önemli kısmını borç ve faiz ödemeye ayırmasına rağmen borcunu ödeyemez duruma düşüyor. Bu Fransa için de geçerli. Tüm bunların sonucu olarak, mali sektör daha da büyüyor.
Bu durum, devletin de bu yönde müdahale etmesi sonucu, bugünkü kapitalist ekonomi içerisinde giderek kök salmaya başladı. Devletler, aldıkları kararlar sayesinde sermayelerin küresel ölçekte daha kolay hareket edebilmelerine olanak sağlıyor: Sermaye bir ülkeden diğerine, bir iş kolundan diğerine ve böylece de her çeşit şirkete, mali alanda olsun veya olmasın, direk ulaşabilme olanağıyla giderek devasa rakamlara ulaşan miktardaki parayı banka sistemine aktarıyor.
Ancak devletler bundan dolayı, gittikçe daha çok borçlanıyor. Devletler, bankalar yardım edebilmek için mali sektöre yani yine aynı bankalara başvuruyor. Sonunda aynı kısır döngüye geliniyor: Mali sektör, giderek daha fazla şişiyor. Devletler banka sistemine yardım etmeye devam ettikleri sürece bankalara bağımlıkları daha da artıyor. Devlet borçları (hakimiyet borçları) da "mali ürünler" haline dönüşmekle spekülasyon ürünlerine dönüşmekle kalmayıp bir kaç defa Avroyu bile sarsan büyük spekülasyonun kaynağını oluşturdu.
Bu genel gidişat yani ekonomi çarkının artık borç ve kredi sistemi ile dönmeye başlaması, kapitalist düzenin işleyişi olsa da, olsa ekonomiyi yeniden canlandırma aracı da artık işlevliğini yitiriyor.
Klasik bir burjuva ekonomisti olan Nobel ödüllü Maurice Allais, mali sektör hızlı bir şekilde büyümeye başladığında uyarıda bulundu: "Hiçbir değere dayanmayan paranın piyasaya sürülmesi pazar ekonomisinin, sonradan da, gerekli ayarların yapılması olmadan varlığını doğru dürüst sürdüremez." Gerçekleri direk olarak belirtmese de bu açıklama, devletlerin ve banka sisteminin piyasalara sürdükleri karşılıksız para ekonomik düzeni "belirli bir süre" dengelese de çöküşü ileri bir tarihe atmış olur ve o zaman, çöküş daha da feci olur.
Kapitalizm, özü itibarıyla bir pazar ekonomisidir. Ama ekonomiye artık mali sektörün hakim olmaya başlaması sonucu, mali pazar ekonomik hayatta belirleyici odu. Böylece zamanla pazar ekonomisi, istikrarını yitirdi ve de mali araçların artışının hızlanması istikrarsızlığı daha da büyütüyor. Bu durum öyle bir aşamaya vardı ki artık yüksek frekanslı ticaret diye adlandırılan bilgisayar sistemi ile saniyenin küçücük bir süresini bile kullanarak yapılan spekülasyon yoluyla büyük kâr elde ediliyor. Tibet papazlarının eski çağlarda kullandıkları dua etme değirmenlerinin günümüzdeki bir şekli olan bu durum, az kalsın kısa bir süre önce bir borsa paniğine yol açıyordu.
Spekülasyon işlemleri -ister para birimlerine, ister hisse senetleri veya tahvil, devlet borçları veya herhangi bir başka mali araca bağlı olsun- iddiaya dayanıyor: Örneğin ABD veya Avrupa Birliği Başkanının en küçük bir açıklaması veya son İtalya'da olduğu gibi en küçük bir siyasi kriz, Berlusconi'nin yolsuzlukları ve hatta -sosyal twit mesajlarına dayanarak dolaşan dedikodular üzerinden yapılan, dini inançlara benzeyen yorumlara göre yapılan mali işlemler bir modaya dönüşüyor- (günlük Les Echos gazetesinden alıntı). Ve bunlar da ekonomide küçük veya büyük sarsıntılara yol açıyor.
2008 banka krizinden önce de bir sürü mali kriz ve çatlama oldu ve bunlar her defasında daha da şiddetlendi. Bankacı J.P. Naulot kitabında şöyle bir sıralama yaptı: "Ekim 1987'de borsa krizi, 1990'lı yılların başında emlak krizi, Şubat 1994'deki borsa krizi, 1998'deki Barings Bankası iflası, LTCM isimli spekülasyon fonunun iflası ve neredeyse bir genel borsa krizine dönüşmesi, 2001-2003'deki internet çöküşü, 2007-2009'da emlak çöküşü, 2010 kışındaki Avro krizi."Bir de şunu ekledi: "Dünya, 2000 yılından bu yana geçen dönemin yarısından fazlasını çatırdama ile geçirdi. Yani dünya mali sistemin genel bir çöküşü ve bunun gerçek ekonomiye yansıyacağı sonuçların korkusuyla yaşadı."
Bu mali sarsıntılar, 2008 yılında zirveye ulaşarak, bankaların artık birbirlerine güvenlerinin tamamen sarsılması sonucu, bankalar arası para dolaşımının durması ve böylece de banka sisteminin çöküş eşiğine gelmesiyle sonuçlanmıştı. Bu durumda tüm devletler, 1929'da yaşanan Kara Perşembe gibi bir çöküşün yeniden yaşanmaması için hemen tepki gösterip ekonomiyi canlandırmak için bankalara devasa miktarda para aktardılar. Bunu başarabilmeleri için birkaç aylık süre gerekti. Böylece çöküşü engellediler. Ama yine de ekonomik faaliyetlere büyük darbe vuruldu. Örneğin ABD'de 18 ay süren uzun bir ekonomik durgunluk yaşandı. Bu ise 1929 büyük krizinden bu yana görülen en uzun süren durgunluktu.
15 Eylül 2008'de dev banka Lehman Broters'ın iflas etmesini takip eden haftalar boyunca çok büyük miktarda para, mali sisteme aktarıldı ve o zamandan bu yana da para aktarımı hiç durmadı.
ABD Merkez Bankası, 15 Eylül 2008'de 2 trilyon dolar ve ardından 2 Kasım'da da mali sisteme yine ayni miktarda parayı aktardı (10 Ekim 2013 tarihli Le Monde'dan) ve artık bu uygulamayı, "bankaların iflasını önlemek ve de ekonomiyi canlandırmak" iddialarıyla sürekli hale getirdi (Le Monde).
Birinci konuda bankacılar, tahminlerinin de ötesinde başarılı oldu. Ama ikinci konuda tam tersi oldu. ABD Merkez Bankası FED verdiği yönlendirici kredilerin faiz oranlarını tarihi düşük seviyelerin de altına çekerek yüzde 0.25'lere kadar indirdi. Yani FED bankalara neredeyse bedavaya krediler veriyor ve bankalar da bu paraları borç olarak vererek, vurgunlar yapıyor. FED ek olarak her ay 85 milyar dolar harcayarak piyasalardan, kokuşmuş ipotek kredileri dahil, bol miktarda tahvil alıyor.
Avrupa Merkez Bankası da aynı siyaseti uyguluyor. Avrupa Merkez Bankası ile FED arasındaki terk fark, Avrupa Merkez Bankası Avro bölgesini oluşturan, farklı 17 Avrupa Birliği devletinin çelişkili çıkarları ve de Avrupa Birliği anlaşmalarının bazı maddeleri, bazı uygulamaların önünü kesiyor. Yine de devlet ve ekonomi yöneticileri etrafındaki avukat ve danışman ordularının yardımıyla Avrupa Merkez Bankası sözleşme ve kurallarını delerek, biraz geç de olsa, mali çevrelerin istediklerini yerine getiriyor.
23 Eylül 2013 tarihli Le Figaro gazetesi, son banka sistemi krizinden bu yana geçen 5 yıllık sürenin bir bilançosunu yaparak, emperyalist ülkelerin "bankaları kurtarmak için" merkez bankaları aracıyla 5 trilyon dolar harcadıklarını yazıyor. Ve bu tutucu gazete çok gerçekçi bir şekilde şunları ekliyor: "Lehman Brothers'ın iflası küreselleşmiş kapitalizmi büyük bir krize sürükledi ve bu krizden çıkabilmesi, işsizliğin yok olması ve devletlerin borçlarından kurtulması için en az 10 yıl gerekiyor" (büyük deflasyondan -durgunluk, çöküş -çn- kurtulmak için bir çeyrek yüz yıl ve bir dünya savaşı gerekmişti).
Bu banka krizinden sonra defalarca toplanan G20'ler her defasında, bir düzine büyük bankaya istedikleri gibi davranıp dünya mali sektörüne hükmetmelerini izin veremeyiz gibi laflar ettiler. En azından bu bankaları, ekonomiyi büyük tehlikelere sürükleyebilecekleri için işlemlerini belirli kurallara bağlamak gerektiğini duyurdular. Bu keskin kurallardan geriye hiçbir şey kalmadı. Sadece bazı borsa işlemleri yapan memurları şamar oğlanı yapıp mahkum ettiler ve de Madoff gibi kendi yakın çevrelerini dolandıran bazı pislikleri cezalandırdılar. Ama piyasayı kurallara bağlama konusunda fazla bir şey yapılmadı.
Örneğin şimdi bankalar, eskiye göre, kasalarında biraz daha fazla para bulundurmak zorunda. Sanki bu miktar, devasa miktarlarla yapılan spekülasyon karşısında bir işe yarayabilir! Bankalara dayatılan küçük kurallar, bankalar tarafından çok kolayca deliniyor. Bankaları denetlemekle görevli kurumlar, bankalara bağlı oldukları için kuralları delmek adeta çocuk işidir; yani bankalar hem sanık hem de savcı.
Üstelik kurallar, sadece resmen banka olan kuruluşları ilgilendiriyor. Banka krizinden önce bile bir sürü "shadow banking", yani "gölge mali kurumlar" diye, banka kurallarına uymak yükümlülüğü olmayan, kuruluşlar türedi. Bu gölge mali kuruluşlar, özellikle de spekülatif fonlar (hedge fonları) 2008'de ağır darbe aldı. Bazı hedge fonları iflas etti. Ama yine de bugün, bu fonların kapsadığı değer ABD'nin GSMH seviyesinde! FSB, (Mali İstikrar Konseyine) göre ABD'deki sermaye paylaşımı şöyledir: %22'si bankalarda, %27'si sigorta şirketleri ve emeklilik kasalarında, %11'i kamu mali kuruluşlarında, %5'i Merkez Bankasında ve %35'i ise "gölge mali kuruluşlarında."
Hatta kurallara uyan veya hiçbir kurala uymayan bankalar arasında da bir ayırım yapabilmek de o kadar kolay değil. Bankalar, hem kendi aralarında birbirlerine bağlı hem de genelde aynı büyük mali kuruluşların çatısı altında. Bütün kurallara, hatta Bale III diye bilinen sınırlı kurallara bile karşı çıkan banka sözcülerinin ileri sürdükleri en büyük iddia; eğer bankalara kurallar dayatılırsa o zaman kuralları uygulayan bankalardaki para da "gölge bankalara" kaçacaktır. Her şeyin şeffaf olmasını sağlamanın tek yolu, banka sırlarının tümünü kaldırmaktır.
Banka sistemini düzgün bir hale sokmanın tek yolu, bankaları toplumsallaştırarak banka sahipleri ile hisse senetleri sahiplerinin ellerinden alıp kitlelerin denetimine geçirmektir.
Mali krizden bu yana geçen 5 yıllık sürenin bilançosu ortada: Devletlerin mali ağlara aktardıkları devasa miktardaki para, temel olarak, büyük boyutlara varan spekülasyonlarda kullanıldı. Bazı anlamlı örnekler verebiliriz: BRI'nin (uluslararası banka sistemi denetimi) yaptığı bir araştırmaya göre Nisan 2010 yılında her gün mali pazarlarda 4 trilyon dolara varan işlem yapıldı. Üç yıl sonra bu rakam 5.3 trilyona tırmandı. Bu rakamları dünya ürün ticareti ve hizmet rakamları ile kıyasladığımızda, uçurumun ne kadar büyük olduğu görülüyor. "1970'li yılların ortalarında dünya mali işlemleri dünya gayri safi toplam hâsılanın sadece %20'si (beşte bir) oranındaydı. (...) Bugün ise bu oran dünyanın toplam üretiminin 15 katına çıktı ve dünya toplam ticaret hacmine göre 65 katı daha büyüktür. Halbuki mali işlemlerinin esas hedefinin ticari işlemleri ödemek ve riskleri güvence altına almak olduğu söyleniyor." (Naulot)
Başka bir örnek: "Borsa ve hisse senetleri piyasasındaki büyümedir; dünya borsalarında işlem yapan para miktarı 1990 yılı sonunda 5 trilyon dolar iken bu miktar 2010 sonunda 57 trilyon dolara fırladı." Üretimi artırmak için harcanan para miktarı ise bu rakama göre devede kulak bile değil!
Naulot'e bundan dolayı şunu ekliyor: "Bugün mali durum, gerçek ekonomiye göre 1920'li yıllara kıyasla daha da endişe verici. Ekonomi artık küreseldir ve eskiye göre hem miktar hem de sınırları aşma hızı bakımından kıyaslama bile götürmez. Üstelik son 30 yıl, özellikle de son 15 yıl içerisinde dengesizlikler daha da büyüdü."
Evet, bu gözlem gerçekten endişe verici! Ancak mali sektörün bugünkü kapitalist "reel sektörün" bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Zaten mevcut durumdan bir çıkış yolu olmaması da esas bundan dolayı!
Gerek Avrupa ülkelerinde gerek ABD'de üretimdeki durgunluk devam ediyor. İşsizlikte iniş çıkışlar olsa da, genel olarak işsizlik sürekli artıyor ve ortada dolaşan para miktarı şimdiye kadar görülmemiş seviyelere tırmandı. Mali pazarlardaki istikrarsızlık da hat safhada.
Resmi rakamlar bile 2012 yılında üretime giden yatırımların %1,2 azaldığını ve de 2013 yılında da aynen devam edeceğini gösteriyor.
Bu son 5 yıl içerisinde ekonomide yeni mali krizler yaşandı. Avro krizi, bir Yunanistan'da, bir Kıbrıs'ta, yeniden ortaya çıkıyor ve başka bir yerde çıkma tehlikesi sürüyor.
En son olarak, Mayıs 2013'te, Ben Bernanke ağzından FED'in eskisi gibi "yüksek miktarda" dolar basarak, piyasalardan federal borçları ve bankalardan ipotek borçlarını satın alma siyasetinde sınırlamalar getirebileceğini -sadece getirebileceğini!- açıklaması yüzünden, kalkınmakta olan ülkeler diye adlandırılan ülkelerde büyük sarsıntılar oldu. Bernanke iddiasında ısrar etmemesine rağmen, bu tehdidin sözü edilmesi bile Brezilya, Endonezya, Türkiye gibi ülkelerdeki ABD sermayesi bu ülkeleri terk edip geri dönmeye başladı. Böylece de bu ülkelerin para birimleri sarsıldı. Bu tehlike gerçekten de ciddi. Ekim 1929'da büyük, mali dünya krizinin, ABD'deki mali kriz yüzünden aniden diğer ülkelerdeki dövizlerini ülkeye geri getirmesinden sonra, başta krizden en çok etkilenmemiş olan Almanya olmak üzere diğer ülkelere hızla nasıl yayıldığını hatırlarsak, durumun ne kadar ciddi olduğu görülür.
Mali sistem lehine yapılan bu siyasetin bir diğer etkisi ise merkez bankaları bilançolarının aşırı derecede şişmesidir.
ABD Merkez Bankası'nın (Le Monde'a göre) 2006 ile 2013 yılları arasındaki bilançosu GSMH'nın %5'inden %20'sine tırmandı. Büyük bir banka analistinin söylediğine göre "şimdiye kadar hiçbir merkez bankası, bu oranlardaki kadar büyük şişme görmedi."
Ama herkes şunu da biliyor ki merkez bankalarının diğer bankalardan satın aldığı hisse senetleri kokuşmuş olanlar. Böylece merkez bankaları da, spekülasyonlar karşısında kırılgan hale geliyor. Bu nedenle spekülasyon hareketleri, zor durumda olan merkez bankalarını da hedef alıp o merkez bankalarının bastığı para birimlerine saldırabilir.
Bütün emperyalist ülkelerde mali sisteme sürekli serum veriliyor ve bu nedenle de devlet kasaları boşalıyor. Devletler, giderek bütçelerinin daha da büyük bölümlerini borçlarını ve borç faizlerini ödemek için harcıyor. Çünkü merkez bankalarının, banka sistemine ve de mali sistemi avuçlarının içinde bulunduran mali pazarlara neredeyse sıfır faizle verdikleri paraları, devletler aynı kuruluşlardan, devletlerin güvenilirliğine göre değişen çok daha yüksek faizle, geri borç olarak alıyor.
Bütün devletler, farklı sertlik derecelerinde, borç yüzünden kemer sıkma siyasetleri uyguluyor ve bunların sonuçları da her yerde aynıdır: Kitlelerin yararına olan kamu hizmetlerine yapılan harcamalarda kesintiler oluyor ve de kitleler için can alıcı önemde olan sağlık, eğitim gibi hizmetlerindeki personel sayısı azaltılıyor. Bütün hükumetler, bir ağızdan borç "ödemek zorunda" oldukları için kitlelere vergileri artırmaktan başka çareleri olmadıklarını anlatıyor. Ama borç yükü, temel olarak kitlelerin sırtına yükleniyor (örneğin vergiden muaf dar gelirlilerin bir kısmı da vergiye tabi tutuluyor, 1 Ocak 2014'ten itibaren KDV artırılıyor ve de yerel vergiler artırılacak). İşte yine toplum yararına uydurma gerekçeleriyle en elzem kamu hizmetlerinde bile, örneğin sağlık kolunda da dahil, "kâr etmesi gerekir" yaklaşımı dayatılıyor.
Kitlelerin cebinden para yürütme yöntemleri ne kadar farklı olsa da sınıf açısından sonuç değişmiyor: Sömürülen sınıfların cebinden yürütülen devasa miktarlar en sonunda mali sermayeye, yani büyük burjuvaziye aktarılıyor.
Bu devasa "para aktarma borusu" kendi kendini besliyor. 17 Ekim 2013 tarihli Les Echos isimli günlük ekonomi gazetesi "Avro bölgesi sürekli borç girdabında" diye attığı bir başlıkta, Avro bölgesi ülkeleri borçlarını ödeyebilmek için gelecek sene mali piyasalardan 850 ile 900 milyar Avro borçlanmak zorunda diye yazdı.
Gazete şunu da aktarıyor: "Bütçe açıklarında biraz azalma olsa da, geçmişten kalan borçları ödemek için harcanan miktarda artış olacak." Bunun anlamı nedir? Devletler, önümüzdeki dönemde daha az borçlanmak amacıyla kitlelere çok sıkı kemer sıkma siyasetleri uygulanacak ve giderek gelirlerinin daha büyük bölümü, borç faizi ödemeye ayıracak. Les Echos gazetesi, Almanya'yı örnek vererek, bu ülkenin mali durumunun "çok güzel" olduğunu anlatarak şunu ekliyor: Berlin, sadece 6 milyar Avroluk yeni borç alacak ama eski borçlarını ödemek için 150 milyar Avroluk yeni borç alması da gerekiyor!
Bunun başka bir anlamı, geçmişte kitlelere ne kadar çok büyük kemer sıkma siyaseti uygulanmış olsa da, sömürülen sınıflara ödetilen bedeller yine artarak devam edecek olmasıdır.
Yoksul kitlelere karşı uygulanan mali bedeller, ekonomik krizin daha da büyümesine yol açıyor.
Bütün ekonomik krizlerin temel nedeni, işçi sınıfının, kapitalist şirketlerin ürettiği ve pazara sürdüğü ürünleri satın almaya yetecek kadar satın alma gücü olmamasıdır. Ama buna rağmen devletler, borçlarını ödemeleri için kitlelerin satın alma güçlerine darbe vuruyor. Bunun sonucu olarak da, pazarı daha da daraltıyorlar.
Mali sektörün, özellikle de bankaların görevi "sermayeyi sosyalleştirmek" yani sermayeyi, üretim alanına akıtıp üretimin sekteye uğramasını engellemektir. Ama artık uzun zamandan beri, yani emperyalist aşamadan bu yana, mali sermaye sadece basit bir üretim aracı olarak değil, sanayi sermayesi ile iç içe geçerek bütün ekonomik yaşamı hâkimiyeti altına aldı. Lenin'in deyimi ile mali sermaye ve tekeller, devlet ile iç içe geçerek kapitalist devleti, mali sektör krallarının emrine sundular.
Mali sektörün giderek daha da büyümesi sonucu, iç içe geçmeye bir içerik daha eklendi. Kapitalist devlet, giderek büyük sermayenin kirli işlerini yapan bir aygıta dönüşüyor. Büyük sermaye kârını arttırmak ve sömürüden gelen zenginliklere direk el atmak için devleti ve olanaklarını araç olarak kullanıyor. Bugün büyük sermayenin eriştiği asalaklık seviyesi, şimdiye kadar görülmemiş seviyeye tırmandı.
Kapitalist ekonomi sınırları içerisinde kalan bir sürü iktisatçı, yani burjuvazi saflarında yer alanlar bile, kemer sıkma siyasetlerinin ekonomik canlanmanın önünde engel oluşturduğunu ve bunun bir çelişki olduğunu görüyor. Hatta bazıları, devletlerin artan borçlanmasının ve bunun doğurduğu borç ödemelerinden kaynaklanan zorlukların, bazı devletleri kaçınılmaz olarak borçlarını ödeyemez duruma sürükleyeceğini görüyor. Çünkü borcu çok artan devletlerin, mali piyasada borçlanmalarının yükü çok daha büyük oluyor.
İşte bu tehlikeden dolayı Avro bölgesi ülkeler, Avrupa İstikrar Mekanizması (MES), diye Avrupa Mali İstikrar Fonu'nu takviye etmek için yeni bir kurum oluşturarak, iflas seviyesine gelen devletleri kurtarmak istiyorlar. Özcesi, bazı bankalar, bazı devletleri soyup iflas seviyesine getirdiğinde de bu bankaların alacakları, güvence altına alınıyor.
Büyük bankaların alacaklarını güvence altına alabilmek için Avro bölgesindeki sömürülenler sınıfı bedel ödeyecek. Yine de bütün bunlara rağmen, devasa bir miktar olan 700 milyar Avroya sahip olsa da, bu fonun İspanya veya İtalya büyüklüğünde bir devleti kurtarabilmesi olanak dışı.
"Avrupa İstikrar Mekanizması" bu devletler arasındaki riskleri "paylaşma" ile sınırlı değil. Aynı zamanda, mali sektöre açılan bir vurgun alanı. (Çünkü MES'e aktarılan para, borsada işleme konan tahviller sayesinde oluşturulacak.) 9 Ekim tarihli Les Echos gazetesi "Yatırımcılar yeni Avrupa Kurtarma Fonlarına hücum etti" manşetini attı ve 45 dakika içerisinde ilk dilim tahviller 21 milyar Avroluk satış yapıldı diye vurgu yaptı. Tabii ki, Yunanistan veya İrlanda devleti güvencesine göre Avrupalı bir kurumun güvencesi çok daha rağbete görür! Ama bu da, beraberinde spekülasyon alanlarını daha da genişletmiş oluyor. Yani at yarışlarındaki iddia oyunlarında olduğu gibi, bankacılar, Avro hipodromdaki vurgunlarını, daha güvenceli atlar üzerinde gerçekleştirebilirler.
Ama yine de Avrupa Merkez Bankası ile IMF ve Avrupa Birliği'nin büyük emperyalist devletleri, açılan gedikleri kapatmayı başarmış olsalar da (Yunanistan, İrlanda, Kıbrıs'ın ve diğer ülkelerin kurtarılması), Avro bölgesinin temel çelişkine bir çözüm getiremediler. Çünkü Avrupa Birliği ülkeleri, ortak bir para birimi olan Avroyu oluşturabilmelerine rağmen ortak bir devlet oluşturamadılar. Farklı devletler bir araya geldi ama ortak bir vergilendirme, ortak bir ekonomik siyaset, ortak bir ücret çizgisi oluşturamadıkları gibi her farklı devlet, kendi öz burjuvazisinin çıkarlarını savunduğu için bu siyaset bazen uyumlu olabilse de bazen diğer üye ülke burjuvalarının çıkarlarıyla çelişiyor!
Krizler süresinde oluşturulan tek ortak kurum Avrupa Merkez Bankası ama o da giderek devletlerden bağımsız olmaya başlasa bile, yine de devletlerin çizdiği sınırları aşamıyor. Avrupa Merkez Bankası'nın bu aşamadaki bağımsızlığının somut gerçeği, bu kurumun temel olarak Avrupa Birliği'nde belirleyici olan iki gücü, yani Fransa ile Almanya'nın çıkarlarını Avro bölgesinde diğer 15 üye devlete karşı hareket etme gerçeğidir. Ama Avrupa Merkez Bankası belirleyici, temel emperyalist güçler arasındaki çıkar çelişkilerini çözebilecek yetkilere sahip değil.
Bir para birimi, bir devlete bağlı olmadığında, mali pazarda devletler üzerinden spekülatif sermaye işlemleri yapanların hedefi olabilir: Sermayeyi o yöne doğru yönlendirebilir veya oradan çekebilir; hem de faiz oranlarını çıkarlarına göre ya düşürebilir ya da yükseltebilir.
ABD, krizin yeniden patlak verebileceği bir zemin olabilir. ABD Merkez Bankası'nın serum verir gibi mali pazara sürekli aktardığı para yoluyla, mali sermaye güzel kâr etmeye devam ediyor. Ancak hem devletin başındakiler hem de mali danışmanlar, piyasaya sürülen paranın spekülasyona gittiğini ve ileride oluşacak mali balonları şişirdiğini çok iyi biliyorlar. 20 Eylül tarihli Le Monde "FED'in verdiği yardımların temel olarak emlak sektörüne gittiği ve ekonomik hareketliliğin bu temellerde olduğu biliniyor" diye yazdı.
Açıkçası 2001-2003 internet krizine veya 2007-2008 emlak krizine benzer yeni bir kriz, şişen balonun şu veya bu hammadde veya yine emlak sektörü üzerine yoğunlaşan spekülasyon yüzünden patlaması mümkün.
Yöneticilerin en büyük ilgi alanı, basının deyimiyle, "krizden nasıl çıkılır sorunudur". Kriz nasıl denetim altına alınabilir? Mali sektöre neredeyse bedavaya aktarılan para artık aktarılmazsa, işte tam da bu nedenle devletlerin korktukları bankaların çöküşü yaşanmaz mı? Bugün kimse, hele hele de ekonomiyi yönetenler, ABD'nin bu girdabın içerisinden nasıl çıkacağını bilemiyor.
Ekonomi dünyasının dar beyin takımı, ekonomi ve siyaset alanlarında emir verenler kadar pusulayı şaşırmış durumda. Nobel İktisat Ödülü'nün verilişi bunu çok iyi ortaya koyuyor. İnternet gazetesi, slate.fr, şu başlığı attı: "2013 yılı Nobel iktisat ödülü mali pazarlar kadar şaşırtıcıdır." Bu ödül, 3 kişi arasında paylaşıldı. Bunlardan biri olan Schiller, yaptığı çalışmalarla oluşan mali balonların tehlikelerine vurgu yaparak, denetimin gerekli olduğunu anlatıyor. Diğeri, Fama, şuna vurgu yapıyor: "Bir balonun ne olduğunu bile bilmiyorum" ve "pazarlar mantıklıdır" deyip pazara kesinlikle müdahale etmeme taraftarı. Üçüncüsü, Hansen ise, kendini matematik hesaplarla sınırlı tutup temkinli bir şekilde istatistik tahlillerle yetiniyor. Bu üç cevap tamamen biri birine zıttır. Başka bir iktisatçı ise bu konuda şu yorumu yaptı: "Bu olay modern iktisat biliminin ne halde olduğunun bir özeti!" Evet doğru!!!
Daha önce kitabından söz ettiğimiz bankacı J.M. Naulot'un, mali kriz konusunda içeriden biri olarak anlattıkları aydınlatıcı: "Son 30 yıl içerisindeki gelişmeler, tamamen yeni bir sürece girdiğimizi ve de olayların gidişatına müdahale edebilmekten tamamen aciz olduğumuzu gösteriyor." Bu bilinç ışığında ise o "bir felakete doğru gittiğimizden" söz ederek "paraya tapmanın, dünyayı kaçınılmaz bir şekilde büyük dengesizliklere, yani yok olmaya sürüklediğini" anlatıyor. Ama sonuç olarak da gerçekçi olmayan şunları söylüyor: "Mali sektörün hammaddeler üzerindeki hâkimiyetini sınırlamak"; "mali işlemleri vergilendirmek"; "vergi cennetlerine son vermek"; "istisnasız bütün mali işlemler şeffaflaştırılmalı"; (ama bunu kim denetleyecek?), "yüksek frekanslı mali işlemleri denetim altına almalı ve hatta yasaklamalı"; "krediler daha adaletli bir şekilde dağıtılmalı"; "not veren ajanslar gerçek görevlerine, yani yatırımcılara danışmanlık yapmaya, yönlendirilmeli"; en sonunda da hiç de gerçekçi olmayan bir arzuyu "bankaları üretim ekonomisinin hizmetine yönlendirmeliyiz" diyor!
Tüm bunları, kim ve nasıl yapacak?
Burjuvazinin, bankacılarının ve aydınlarının kendi ekonomik düzenlerinin canavarlaşması ve yol açtığı tehditleri görmeye başlayıp paniğe kapılmaları, krizin ne derece vahim olduğunu gösteriyor.
Başka küreselleşme taraftarlarının ilham kaynağı olan en radikal iktisatçılar, kapitalist düzen sınırları içerisinde, mali sektörü devre dışı bırakmayı veya en azından bazı zararlı yönlerini törpülemeyi istiyorlar. Bu çevrelerin uzun süreden beri ileri sürdükleri başka bir istek ise bazı yoksul ülkelerin borçlarının silinmesidir. Hatta içlerinden bazıları, örneğin antropolog ve iktisatçı ve de başka küreselleşme taraftarı Graeber bu isteği daha da ileri götürüp dünyadaki bütün borçların adaletli bir seviyeye indirilmesini istiyor. Hatta "her şeyi sıfırlama"dan söz ederek, Yahudi dinine atıfta bulunuyor. Robert sözlüğüne göre "sıfırlama" demek "borçlara af gelir, miraslar eski sahiplerine iade edilir ve de köleler ise özgürlüklerine kavuşur" demek. 21'inci yüzyıl kapitalizmi, çaresi olmayan hastalıklarına karşı eski çağlardaki kutsal kitaplardan medet umuyor! Sonuç itibarıyla Avrupa banka sistemi, bu gibi yöntemlere başvurarak, örneğin Yunanistan'ın borçlarının bir kısmını silerek, çare bulmaya çalışıyor. Çünkü en gaddar tefeciler bile alacaklıyı öldürmenin çare olmadığını biliyor!
Dünyada kapitalizm tarihinde bir kaç defa, bazı borç ertelenmeleri olsa da, böyle bir şeyin genelleşmesi tamamen bir hayal. Çünkü mali sermaye ve sanayi sermayesi iç içe geçmiş olup vurgun yapan çevreler, aynı çevrelerdir.
Günümüzdeki kapitalizmde ekonominin mali sermayeye bağlığı ne kadar artsa da, yani üretilen toplam artı değerden mali sermayenin aldığı pay çok daha büyümüş olsa da, işçi sınıfı için önemli olan, bu artı değerin kendi ürünü olmasıdır.
Bundan çok uzun zamandan önce "Marksizmin durgunluğu ve ilerlemesi konusunda" Rosa Luxemburg şunu yazmıştı: "İşçi sınıfı açısından pratik bir yaklaşım "büyük teorik sorun artı değerin nasıl oluştuğu, yani sömürünün bilimsel açıdan nasıl açıklandığı ve de üretimin toplumsal açıdan paylaşıldığıdır. Yani başka bir şekilde ifade edersek sosyalist devrimin objektif temellerde açıklanmasıdır". Ve şunu da eklemişti: "Artı değerin farklı kapitalist gruplar arasında nasıl paylaşıldığı ve üretimin rekabet çerçevesinde hangi farklılıklarla çalındığı; tüm bunlar proletaryanın sınıf mücadelesinde kısa vadede ilgi alanı değildir."
Mali sermayenin devasa gücüne son verebilmek için kapitalizmin günümüzde uygulanan kurullarını değiştirmek gerekiyor. Üretim ilişkilerinde "işçi sınıfının, sınıf mücadelesini" sonuna kadar yürütmek, yani işçi sınıfının burjuvaziyi mülksüzleştirerek iktidarı ele geçirmesine kadar götürmek gerekiyor. Yeni bir ekonomik ve toplumsal düzenin oluşulabilmesi için kapitalizmin yıkılması gerekiyor.
Burjuva ekonomistleri dahil, gerçekleri en iyi görenler veya bu düzenin kurbanlarına karşı en iyi duyguları taşıyanlar bile sonuçta kendi oluşturdukları, çelikten sınıf duvarına tosluyor. Sadece ve sadece devrimci sınıf, devrimci temellerde ve güçlü bir sınıf bilinciyle harekete geçerek banka sistemine, bankacılara, yani burjuvaziye, kendi öz istekleriyle yapamayacaklarını dayatabilir: Onları, toplumdan süpürüp atabilir. İşçi sınıfı ancak iktidarı ele geçirerek, toplumsal bir devrimle özel mülkiyete ve onun yol açtıklarına; pazar ekonomisine, rekabete, mali sermayenin hakimiyetine son verebilir.
Troçki, Geçiş Programı'nda, o dönemde şuna vurgu yapıyordu: "İşçi sınıfı devriminin nesnel şartları oluşmuş ve hatta kokuşmak üzeridir." Bu çürüme o dönemde faşizm ve dünya savaşı ile oldu, yani "yüzyıl gece yarısı karanlığına bürünmüştü".
Kapitalizm çelişkilerini, İkinci Dünya Savaşı yani 60 milyon ve belki daha çok insanın katledilmesi pahasına aşabildi. Kapitalizm, yeniden kokuşmaya başladı.
"Artık her şey işçi sınıfına, yani devrimci önderliğine bağlı" diye ekliyordu Troçki. Kapitalizmin insanlığı sürüklediği çıkmazdan kurtulmanın tek yolu, yeni bir devrimci önderliğin oluşturulması, işçi sınıfına tarihi görevlerinin ne olduğu ve bunu nasıl gerçekleştirebileceği bilincini aktarmakla, tıpkı Troçki'nin döneminde olduğu gibi bugün de mümkündür.