Kapitalist ekonominin dünya krizi (lutte de classe dergisinin 125 numaralı sayısından çevrilmiştir)

打印
1 Aralık 2009

Günlük ekonomi gazetesi Les Echos 15 Kasım 2009'da zafer haberi verir gibi "Wall Street bankacıları için rekorlu bir yıl" diye yazdı. Borsa krizi nedeniyle dibe vuran hisse senetleri yeniden zirveye uçuyor. En riskli olanlar dahil, tüm hisse senetleriyle yapılan spekülasyonla birlikte şirket evlilikleri ile şirket yutmalar yeniden başladı. Ama diğer yandan üretimdeki düşüş, işsizliğin artışı ve dünya ticaret hacminin gerilemesi devam ediyor.

Televizyon kanalları, yaşanan paniği unutup Wall Street bankacılarının şampanya patlatmalarına yer verirken, dünyada açlıkla boğuşan insan sayısının milyarı geçtiğini duyuruyorlar. Aynı anda verilen bu farklı iki haber, hem krizin ne olduğunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor hem de kapitalist düzenin nasıl işlediğini gösteriyor.

Ekonomik krizler, kapitalizmin iğrençliğini en çıplak şekilde; yani insan emeğinin devasa boyutlarda nasıl boşuna harcandığı, kitlelerin bir bölümünün nasıl aniden yoksulluğa sürüklendiği ve diğer yanda sermayenin hızla daha az sayıda elde merkezleştiğinin açıkça gözler önüne serildiği anlardır. Şimdi yaşanan kriz ise mali sermayenin ekonomik yaşama tamamen el attığını ve onun üzerinden asalakça geçinip onu boğduğunu gösteriyor.

Büyük bankalar yeniden eski kâra kavuştular, mali sektör de hiç bir şey olmamış gibi faaliyetlerine devam ediyor. Ama üretim alanında ve reel ekonomide yarattığı yıkım sürüyor ve bitecek gibi de görünmüyor...

Ne mali faaliyetlerin yeniden canlanması ne sanayi ve banka gruplarının kârlarını koruması ve hatta arttırması ne de bütün bunların borsadaki hisse senetlerinin değerinin artmasına yol açması, krizin bittiği anlamına gelmiyor.

Devletlerin hızla ve büyük miktarlarla müdahale etmelerinin şu ana kadar yarattığı tek sonuç, ABD'de ticaret bankalarında şimdiye kadar görülen en büyük iflaslardan biri olan Lehman Brothers'sın 15 Eylül 2008'de iflasının yarattığı, bankalar arasındaki güven zedelenmesinin giderilmesidir. Ama bu güven çok kısa sürebilir. Üstelik yeni spekülasyon dalgalarının yarattığı balonlar yeniden patlayabilir. Bankalar arası günlük işlemler, yani günlük borç verme ve borç alma işlemleri, kriz öncesi seviyesine yeniden erişmiş olsa bile bankalar kendilerine sunulan kredi olanaklarını, kredi verme şeklinde yansıtmıyorlar.

Bankalar arası güvensizliğin temel nedeni, büyük bankaların kasalarında birikmiş olan devasa miktardaki çürümüş (yani karşılığı olmayan) hisse senetlerinin hem genel miktarının hem de hangi bankada hangi seviyede olduğunun bilmemesindendi.

2007 yazında, ABD'de yaşanan emlak krizinin ardından "kokuşmuş" veya "zehirli" kabul edilen hisse senetleri, çökmüş olan ABD ipotek kredileri (çünkü bu kredileri alanların büyük bir çoğunluğu bunları ödeyemez olmuştu) içeren sepetlerdi. Ama birkaç hafta içerisinde bu hisse senetleriyle sınırlı olan güvensizlik, hızla yayılarak bütün mali şebekede yaygınlmış olan "riskli hisse senetlerini" de kapsadı. Birkaç ay boyunca banka sistemi tamamen abes bir durum yaşadı. Yani banka kasalarında şimdiye kadar görülmemiş miktarda para olmasına rağmen kredi alma olanağı yok olmuştu. Çünkü bankalar kimde ne gibi ve ne kadar riskli miktar olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle de, bankalar arası işlem faizinin fırlamasına rağmen bankalar, günlük faiz işlemi yapmıyordu. Bu olay, içilecek su içinde yüzüp susuzluktan can çekişmeye benziyordu!

Bankalar, ilk başta spekülasyon fonlarıyla oynadılar, ki bu fonlar yoluyla gittikçe ayakları yere basmayan ve çok daha riskli hisse senetleri basarak, katmerli kâr elde ettiler ve sorumsuzca davranışlarını hat safhaya götürerek kredi sistemini tamamen kilitlediler. Büyük özel bankaların bu gibi kazanç yöntemleri, banka sistemini olduğu gibi çöküşe götürdü. Devletlerin, tüm kapitalist sınıfın genel çıkarlarının temsilcileri olarak müdahale edip bankacıları kendi yarattıkları yıkımdan kurtarmaları gerekli oldu.

Devlet müdahalesine en şiddetle karşı olanlar da dahil, emperyalist devletlerin tümü, "banka sistemini kurtarmalıyız" çığlıklarıyla, birlikte hareket etmek zorunda kaldılar. Lehma Brothers'in iflas etmesinde üç gün sonra yaratılan panik içerisinde, ABD devleti kasadan 700 milyar dolar çıkarıp bankaların kokuşmuş hisse senetlerini satın alacağını duyurmak zorunda kaldı. Ardından Belçika, Lüxembourg, Alman, İngiliz ve Fransız devletleri de buna katıldı. Devletlerin, durum ne olursa olsun yardıma koşacaklarını, maliyeti ne olursa olsun onları iflastan kurtaracaklarını bankacılara göstermek için masaya toplam 3 triyon dolar koydukları tahmin ediliyor. Bu rakam tabii ki herhangi bir rakam gibi görülüyor, çünkü baş döndürecek kadar yüksek olduğu gibi önemli devlet müdahaleleri hiç de şeffaf değil. Kitlelerin, kapitalist düzeni iflastan kurtarmak için ne miktarda para harcandığını denetleme olanağı olmadığı gibi bilgi edinme imkânı bile yok. Ama mali kriz nedeniyle buhar olup uçup giden paranın arkasında, insan emeği var, yani kumarhanede kumar oynar gibi borsa gazinosunda oynanan sermaye, sömürünün ürünüdür. Bir de, banknot, devlet tahvili, kredi, şeklinde bankaları kurtarmak için kullanılan devasa miktarın bedeli, sonuç itibarıyla yine topluma ödetilecek. İşte bütün bunlar emek gücünün müthiş bir savurganlığıdır.

Devletlerin yaptığı müdahaleler şatafatlı ve aldatıcı bir şekilde "ekonomiyi canlandırma" diye adlandırılmış olsa da, esas amaç bankalar arası güvensizliğin giderilip kredi sisteminin yeniden canlandırılmasıydı. Farklı devletlerin müdahaleleri görünüşte farklılıklar içerse de hepsinin hedefi, bankalar arasında artık hiç alıcı bulmayan kokuşmuş hisse senetleriyle işlemlerini devam ettirebilmeleri için banklara, hisse senetlerini devlet tahvilleriyle değiştirebilme, yani hiçbir riski olmayan devlet garantisine dönüştürme güvencesi vermekti.

Dünya mali sisteminde ABD'nin belirleyici rolü göz önünde bulundurulduğunda bozguna uğramış bir finans dünyasında, ABD devlet tahvillerinin ne kadar rağbet gördüğü ve ABD merkez bankası FED'in hisse senetlerini devlet tahvili garantisine dönüştürme sözü göz önünde bulundurulduğunda, bu kararın nasıl etkili olduğu anlaşılır. Ama bunun sonucu olarak FED'in kasaları riskli ve farklı derecelerde kokuşmuş hisse senetleriyle doldu. Öyle ki 10 Eylül 2008 ile 31 Aralık 2008 tarihleri arasında FED'in kasalarındaki miktar 950 milyardan 2 trilyon 300 milyara fırladı. Geçmişte buna "devlet karşılıksız para bastı" deniyordu. Nasıl ki artık para, sadece banknot ile sınırlı değil, onu basma yöntemi de değişti. Ama işlemlerin şekli değişse de sonuçları değişmiyor: Devlet karşılığı olmayan para yaratıp enflasyona zemin hazırlıyor.

Özel bankalardan alınan kokuşmuş hisse senetlerini temel alarak oluşturulan büyük miktardaki bu para, mali piyasalara, doların da saman üzerindeki kazığa benzediğini kanıtladı. Körler diyarında şaşılar kralmış. Bu nedenle dolar aniden sarsılmadı. Çünkü mali krizin en ateşli olduğu ortamda dolar, diğer dövizlere ve diğer devlet tahvillerine göre herkes tarafından aranan bir paraydı.

Ancak bu panik anı geçtikten sonra, dolar yeniden düşüşe geçti ve kur üzerinden yapılan spekülasyon yeniden hızlanıp yeni bir para krizinin zemini, yeniden oluşmaya başladı.

Devlet müdahalelerinin diğer bir yöntemi ise mali krizden dolayı sermayesinde değer kaybı olan bankaların sermaye arttırmalarına yardımcı olmaktır. Bu, bazı bankalar için geçici olarak devletleştirme şeklinde oldu. Yani bu bankalar, kayıpları giderilip yeniden kârlı hale getirilip yeniden özelleştirildi. Bazı durumlarda devlet, sözü edilen bankaların sermayesini arttırmak amacıyla, söz hakkı dahi istemeden, bankaların bir miktar hisse senedini satın aldı ve de bankanın ileride istediği zaman bu hisse senetlerini bankaya geri satma şartını kabul etti. Devletin son dönemde zamanı gelmeden önce hisse senetlerini BNP bankasına nasıl geri sattığı, bankalara nasıl ek hediyeler verdiği ortaya çıktı. Devlet, BNP'ye, sahip olduğu hisseleri, değerlerinin çok altında sattı. BNP ise durumunun iyileşmesi sonucu hisse senetlerinin değerini iki katına çıkardı. Bir tek istisna dışında, yani devlet dışına, bütün hisse senedi sahipleri muazzam kazançlar elde etti. Devlet ise 5 milyar avrodan fazla kaybetti.

Verilen borçtan daha da önemlisi, kilitlenen bankalar arası kredi sistemini açmak için merkez bankalarının, ihtiyacı olan her bankaya sınırsız miktarda para verme kararı var.

Merkez bankaları, peşi sıra kredi vanalarını sonuna kadar açtılar. Üstelik de çok daha ucuza kredi vererek. Bütün ülkelerdeki merkez bankalarının faiz oranları düşürüldü. Örneğin ABD'de FED faiz oranı yüzde 0 ile 0.25 arasına indi. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse ABD merkez bankası, isteyen bankalara bedava denebilecek kredi veriyordu. Avrupa merkez bankası ise bunu gecikmeli uygulayabildi, çünkü tek bir devlete değil, farklı çıkarları olan farklı devletlerin oluşturduğu avroya bağlıdır. Ama yine de sonuçta faiz oranı, önce yüzde 1.25'e ve sonra yüzde 1'e indirdi.

Her ne kadar farklı ülkelerdeki oranlar tamamen aynı olmasa da, genel uygulama aynı yöndeydi. Bu olgu aniden yeni bir spekülasyon alanı açtı. Böylece en düşük faiz oranı uygulanan bir ülke parası alınıp bu para daha yüksek faiz oranı veren ülkelerin para birimlerine dönüştürüldü. Oran farkı çok fazla olamasa da, bu iş, çok büyük miktarla yapıldığında çok önemli kâr getiriyor. ABD merkez bankasının uyguladığı yüzde sıfır faiz nedeniyle, mali dünyadaki spekülasyon dolar ile yapılıyor.

Bu durumda bankalar, hem kokuşmuş hisse senetlerinin değer kayıpları karşılandığı için hem de bedava ve sınırsız kredi olanakları olduğu için işlemlerini yeniden başlattılar.

Böylece mali sistem yeniden çalışmaya başladı, çünkü alınan yeni kredinin yeni kâr getirmesi için paranın dolaşması gerekiyor.

Aslında banka sisteminin kurtuluş operasyonu, bankaların kurtuluşuna dönüştü. "Kâr özelleştirilir, zarar topluma ödetilir" deyimi, şimdiye kadar görülmemiş boyutlarda uygulandı.

Mali sektöre iletilen mesaj, sadece geçmişte yaptığınız her şeyi affediyoruz ile sınırlı kalmayıp gelecek için de bir yeşil ışıktır: "İstediğiniz gibi davranın, istediğiniz gibi spekülasyon yapınız, yol açacağınız bütün tahribatların bedelini devlet ödemeye hazırdır". İşte bu şartlarda banka faaliyetlerinin yeniden canlanması kaçınılmaz olarak spekülasyonların yeniden başlaması demektir. Bankalar arası güvensizliğin giderilmesinin ardından, bir ara dondurulan devasa miktar yeniden harekete geçti. Ama bu sözü edilen miktarın üretim yatırımlarına gidişi, mali kriz öncesi döneme göre çok daha az söz konusu. Her şeyden önce genel olarak pazardaki durgunluk ve ek olarak işsizliğin artışı nedeniyle sanayide mali kaynak talebi daha da azaldı. Kredi arzlarına gelince, bankalar kendilerinin yararlandığı faiz indirimlerini müşterilerine yansıtmayıp kazançlarını yüksek tutmayı tercih ettiler. Yani aradaki farkı ceplerine indirmeyi tercih ediyorlar. Merkez bankalarından, dost yüzdelikle para alıp çok önemli güvenceler isteyip yüksek faizle kredi vermek, işte büyük bankaların kısa zamanda yeniden çok büyük miktarda kâr etmelerinin esas sırrı buradadır.

Diğer bir sırrı ise spekülatif işlemlerin yoğunluğudur. Devletlerin finans sektörüne garanti vermesi, yani bir çeşit sigorta işlevini görmesidir. Ama bu garantinin sınırları var; bunlar da üretim ekonomisine bağlı. Borsa spekülatörleri dâhil, bütün spekülatörler bunu iyi biliyor: Yani "ağaç gökyüzüne kadar çıkamaz". En son spekülasyonun çöküşü getirmesi, onların umurunda değil, yeter ki sondan bir önceki onlar olsun.

Kapitalist ekonomide bütün krizler, şiddetlenen rekabetin ifadesidir ve de ikili bir işlevi vardır: En zayıf olanları saf dışı bırakmak ve sermayenin merkezileşmesini daha üst boyutlara çıkarmak. Özellikle ABD'de ipotek kredisi veren küçük mali kuruluşlar başta olmak üzere tüm küçük mali kuruluşlar, kriz tarafından süpürüldü. Ama devlet müdahaleleri zora giren büyük bankaları ve iflas eşiğine gelen büyük finans kuruluşlarını (spekülasyon fonlarını ve riskli hisse senetleriyle iş yapan uzmanlaşmış mali kuruluşlar) kurtardı. Böylece devlet, krizin düzen açısından getirdiği olumlu işlevi yerine getirmesini, yani ayakları üstünde duramayanların saf dışı edilmesini engelledi. Ama yine de rekabetin şiddetini azaltmadı, çünkü rekabet daha belirleyici oldu.

Devlet zirvesindekiler ile mali sektör arasında kapitalizmin tarihinde şimdiye kadar ender görülen yüksek bir seviyede, açıkça birliktelik görülüyor. Genel olarak bankalara yardım yapılmış olsa da, siyasi çevrelerin en önemli yetkilileri, öncelikle kendilerini destekleyen mali çevrelerin yardımına koştular. Bunu yapmakta hiç de zorlanmadılar, çünkü devletlerin müdahaleleri, yani para dağıtımı, şeffaf yöntemlerle yapılmıyor. Bu konudaki en çarpıcı örnek ABD'deki en büyük ticaret bankası Goldman Sachs'tır. Bu banka son yıllarda spekülasyon balonlarından en çok kazanç sağlayan ve balonun oluşmasında en büyük payı olan ve en çok kokuşmuş hisse senedine sahip olandı. Ancak, mali krizi kazasız belasız atlattığı gibi 2009'un ilk üç ayı için rekor sayılacak bir kâr, yani 3,4 milyar dolar kâr açıkladı. Üstelik de banka sistemindeki konumunu daha da güçlendirdi.

Tabii ki 2006 ile 2008 yılları arasında ABD maliye bakanlığı yapmış Henry Paulson'nun, 1999 ile 2006 yılları arasında Goldman Sachs bankasının başında olmasının bunda payı var. Paulson, eski şirketini unutmamakta hiç zorluk çekmedi, çünkü hem devleti hem de banka sistemini denetlemekle görevli kişiler arasında, eskiden Goldman Sachs'ın yönetici mevkilerinde görev yapmış bir sürü insan var.

12 Eylül 2008'de mali kriz zirveye ulaşmıştı. İki büyük ticaret bankası, Merrill Lynch ile Lehman Brothers iflas eşiğine gelmişti. Merrill Lynch'i satın alacak müşteri yani banka devi Bank of America bulundu. Paulson, Lehman Brothers'a yardım yapmayı kabul etmedi ve onu iflasa sürükledi. Bir rastlantı olmasa gerek, bu banka, Goldman Sachs'ın en büyük rakibiydi. 15 Eylül günü, Lehman Brothers iflas bayrağını çekti, ardından da zincirleme etki yaratıp bütün dünya banka sisteminde panik yarattı.

Aradan üç gün geçer geçmez, 180 derece dönüş yapıldı: ABD hükümeti zora giren sigorta devi AIG'yi kurtarmak için devlet kasasından 85 milyar dolar verdi. Çünkü AIG'nin Goldman Sachs'a borcu vardı ve AIG'nin iflası bu bankayı da zor duruma sokacaktı.

Yine bu vesileyle Paulson, ABD devletinin bankalara, kokuşmuş hisse senetlerini almak için 700 milyar dolar vereceğini açıkladı (TARP planı). Bir tesadüf olsa gerek, bu TARP planından en çok yararlanan yine Goldman Sachs oldu! Aslında bu banka yatırım alanında faaliyet yaptığı için böyle bir yardıma hakkı da yoktu! Goldman Sachs bir gün içinde holding bankasına dönüştürüldü ve böylece hem devlet kredilerinden hem de merkez bankasının kredilerinden yararlanabildi. Goldman Sachs, ABD devletinden çok büyük destek aldı ve de kriz nedeniyle bazı ABD ticaret bankaların batması sonucu, krizden daha da güçlenerek çıktı. ABD'li gazeteci Matt Taibbi'nin yazdığı gibi: "Dünyanın en büyük yatırım bankası, bütün insanlığı kolları arasına alıp nerede para varsa onu emen devasa bir ahtapot gibidir."

Goldman Sachs, olası bir hükümet ve başkan değişikliğinin sonucu olarak devletin zirvesindeki etkisinin azalmaması ve çıkarlarına darbe olmamasını garantilemek için Barack Obama'nın seçim kampanyasına en büyük katkıyı yapandı.

Diğer yandan G8 veya G20'lerin devlet başkanları, mali alanı ahlaklı hale getirme yolundaymış!

Bankalar arasındaki güvensizlik nedeniyle bir ara dondurulan büyük miktardaki para ve fonlar yeniden devreye girdi. Ama dünya mali sektöründe birikmiş pislikler temizlenmediği için, çünkü bunları kimse temizlemek istemiyor ve buna güçleri de yoktur, dünya mali sistemi, mali sektörün çöküşünden önceki, aynı temellerde çalışıyor.

G20 yöneticileri, vergi cennetleri veya borsacıların aldığı büyük ikramiyeleri kullanarak gülünç şovlar yaparak milleti oyalarken, mali faaliyetler yine riskli bir şekilde devam ediyor. Bu ortamda başka türlü de olamaz, çünkü devlet başkanları halkı "mali faaliyetler ahlak kurallarına uyacak" gibi uyduruk laflarla meşgul ederken mali Pazar, kendini ilgilendiren mesajı son G20 toplantısında aldı: Merkez bankaları, çok düşük yüzdeliklerle kredi vermeye devam edecek.

Siyasetçilerin ve medya ileri gelenlerinin "ekonomik canlanma başladı" nutukları, sadece spekülatif amaçla yapılan mali faaliyetlerdir.

Sermaye sahipleri, üretimin azalmaya devam etmesine rağmen büyük şirketlerin kârının artacağı var sayımına göre hisse senetleriyle spekülasyon yapıyorlar. Çünkü büyük şirketler daha az emekçi ile daha çok kâr ediyor. Gerek ABD'de gerek Fransa'da borsadaki spekülasyon, borsada işlem yapan büyük şirketlerin açıkladıkları yüksek kârı temel alıyor. Les Echos gazetesi, Mart ayından bu yana "Dow Jones, CQC40 (Fransa borsası) DAX'ın yüzde 50'lik, S&P 500'ün ise yüzde 60'lık bir fırlama yaptığını belirtiyor. Rekor ise yüzde 69'luk artışla ABD'li NASDAQ'a ait". Bunlar en önemli borsa endeksleridir. Wall Street'in parlak endeksi Dow Jones, 11.400 puan olan zirvesini yeniden yakalamasa da 10.000 puan üzerine çıkmasıyla, birçok hisse senedi, kriz öncesi seviyesini yeniden yakaladı ve hisse senedi sahipleri, servetlerine yeniden eriştiler.

Kredi vanalarının sonuna kadar yeniden açılması, şirket evlilikleri ve satın almaları da artırdı. Böylece, bazı sanayi ve mali çevreler, diğerlerine el atmaya çalışıyor. Üretime ve özellikle de uzun vadeli yatırımlara yönelmek istemeyen sermaye büyük kâr getiren veya getireceği sanılan şirketleri satın almak için rekabet halinde. Bunun sonucu olarak, hisse senetleri değerleniyor ve böylece borsalar yükselişe geçiyor.

Bazı hammaddelerin fiyatının aşırı artmasının nedeni de spekülatif satın almadır. Örneğin Aralık 2008'de varil fiyatı 33 dolar olan petrol, 15 Ekim 2009'da 75 dolara fırladı. Tabii ki petrol talebi 9 ay içerisinde iki katından fazla artış göstermedi. Petrol fiyatının bu kadar artmasının nedeni, sermaye sahiplerinin ekonominin büyüyerek, petrol talebinin artışa geçmesi ve fiyatların artmasını ümit etmeleridir. Bugün spekülasyon yapan sermayedarın, yarın petrol talebinin artması ümidi gerçekleşmezse hiç de umurunda değil. Onun için önemli olan durum kötüye gitmeden, hisseleri satıp parayı cebe indirmektir. İşte, en sonunda patlayan spekülasyon balonları bu şekilde oluşuyor.

1 Ağustos 2009 tarihli Le Monde gazetesi "Washington petrol spekülasyonun önünü kesmek istiyor" diye yazıp şu anlamlı bilgiyi ekliyor: "Borsada işlem yapanların en büyüklerinden biri olan JP Morgan Chase'e göre, son 6 ay içerisinde ileride yapılacak anlaşmalara 25 milyar dolardan fazla yatırım yapıldı. Akaryakıt işlemlerinde uzmanlaşmış olan bir borsacıya City Group'un verdiği 100 milyonluk ikramiyeden başka hiç bir şey spekülasyon işlemlerinin daha iyi anlatamaz." (Bu borsacının aldığı büyük ikramiye, bankaların petrol spekülasyonları için kullandıkları sermayenin sadece yüzde 0.4'ü kadar.)

4 ve 5 tarihli Le Monde gazetesi "Titrizasyon, (farklı hisse senetlerinden oluşan sepet) yeniden uygulanıyor" diye duyurdu. Şunu hatırlatmakta yarar var: Titrizasyon çok riskli hisse senetlerinin de içinde bulunduğu, farklı senetlerden oluşan kredi sepetleridir ve son mali krizi tetikleyen de bu işlemlerdi.

Mali uzmanlar, yeni ürünler icat etmek için bütün zekalarını kullanıyorlar ve sonunda, son borsa çöküşüne yol açan mali ürünlerden daha tehlikelilerini piyasaya sürüyorlar. Bunları pazarlayan spekülasyon fonları yeniden gençleşiyor: 24 Ağustos tarihli Les Echos gazetesi "Hedge fonları, 11 yıldan sonra yine tırmanışa geçti" diye başlık attı. Yine aynı gazetede şunlar yazılıydı: "Artık gündemde yeni fonların oluşturulması var." "Hedge fonları" spekülasyon fonlarının en riskli olanlarıdır. Ama bu fonların büyük çoğunluğu, büyük bankalardan geliyor ve spekülasyon için kullanılan bu fonlar, hem bankalardan hem de büyük sermaye sahiplerinden kaynaklanıyor. Bu sözü edilen spekülasyon fonlarının, yağmurdan sonra biten mantar gibi yeniden her tarafa yayılmış olmaları, kapitalist sınıfın yeniden spekülasyona başladığının işareti.

Mali işlemlerin yeniden bu kadar yoğun olması ekonomik canlanma olmadığının ispatıdır. Mali çevrelerin övünerek açıkladıkları devasa kazanç, emekçi kitlelerin aşırı sömürüsünden kaynaklanıyor. Bu olay, bütün ekonomik yaşamı boğuyor. Gittikçe üretimden tamamen kopan mali sektör, üretim sektörü üzerinde parazit bir yaşam sürdürüp onu boğuyor.

Bir taraftan mali faaliyetler daha da yoğunlaşıyor diğer yandan ise üretim yerinde sayıyor ve hatta geriliyor bile. Örneğin Avrupa'da otomotiv sanayisi önemli miktarda teşvik verilmesi sayesinde birkaç ay üretim artışı yaşamış olsa da araba şirketlerinin tahminlerine göre üretim, 2009'da yüzde 10 geriledi ve 2010'da ise yüzde 8 ile 10 arasında gerilemesi bekleniyor.

Peugeot'nun uluslararası satış müdürünün belirttiğine göre Avrupa'daki satışların "yüzde 90'nını" yeni araba alımı için verilen devlet teşvikleri oluşturdu. Aslında otomotiv pazarında bir genişleme olmadı. Teşvikler sadece satın alımın daha erken yapılmasını ve ilerideki tarihlerde planlananların iptal edilmesini getirdi.

Alman makine-alet üreticisi patronların sözcüsü, 1 Temmuz'da yaptığı bir açıklamada "son bir yıl içerisinde ihracatlarında yüzde 51'lik düşüş ve iç piyasada ise yüzde 42'lik gerileme" olduğunu belirtip "önümüzdeki dönemde iyileşme" görmediklerine vurgu yaptı.

Yine aynı açıklamada "kriz daha tamamen dibe vurmadı" diye belirtiliyor. Makine-alet sektörünün Alman ekonomisinde ne kadar belirleyici olduğu ve ihracatta ne kadar büyük payı olduğu göz önünde bulundurulursa durum daha iyi anlaşılır.

Bu görüş aynı zamanda dünyanın en büyük kimya şirketi BASF'nin patronu tarafından açık kapıları açmasıyla doğrulanıyor: "Bu krizin biraz daha fazla süreceğine inanıyorum" ve de ekonomi "temel olarak daha iyi bir durumda değil" diyor.

Avrupa Birliği istatistik kurumu Eurostat da bunu doğruluyor: "Temmuz 2009'da, Temmuz 2008'e göre avro bölgesindeki sanayi üretimi yüzde 15.9 geriledi. Avrupa Birliği'nin tümünü kapsayan 27 ülkede ise yüzde 14.7 geriledi."

1982 yılından bu yana ilk defa dünya ticaret hacminde gerileme var. Dünya Ticaret Örgütü, gerilemenin 2009'da yaklaşık yüzde 9 civarında olduğunu tahmin ediyor. Hatta bazı sektörlerdeki ithalat ve ihracat yüzde 30 ile 50 seviyesinde geriledi. Dünya ticaretinin gerilemesi pazarın çöküşünün bir yönüdür. Diğer yönü ise banka krizi nedeniyle kredilerin dondurulmasıdır. Bilindiği gibi dünya ticaretinin önemli bölümü, kredi sayesinde gerçekleştirilir.

Dünya ticaretinin gerilemesi, her zaman korumacılığa yol açıyor. Bu da dünya ticaretini daha da geriletir.

Dünya ekonomisi, şimdi yaşanan kriz gözle görülür çarpıcılıkta, gümrük duvarları oluşturmak gibi korumacılığa başvurulmamasına rağmen, bugün, içe kapanma kararlanın sonucu olarak, 1929 krizinden çok daha fazla etkilenmiş durumda.

Bugün, 1929'a göre uluslararası iş bölümü çok daha üst seviyelerde. Eski dönemdeki gibi iki kutupla, yani bir tarafta ham madde kaynağı olan geri kalmış ülkeler ve diğer tarafta sanayileşmiş ülkelerle sınırlı değil.

Bir ürünün üretim sürecinde kullanılan farklı parçalar, örneğin bir otomobil, farklı sınırları birkaç defa geçiyor. Hatta devasa boyutlarda olan ABD ekonomisi bile içe kapalı olarak çalışmıyor. Ford veya General Motor plakalı bir arabadaki parçaların önemli ve hatta bazen çoğunluğu bile başka ülkelerde üretiliyor. Toplam dünya ticaretinin en az üçte biri uluslararası büyük şirketlerin farklı ülkelerdeki şirketlerinden gelen ürünlerin ticaretinden oluşuyor. Bu durumda gümrük duvarlarıyla ulusal ekonomiyi korumaya çalışmak, her şeyden önce, bu önlemi alan ülkenin kendi ekonomisine zarar verir.

Emperyalist güçler, Troçki'nin deyimiyle, bugün her zamankinden çok daha fazla aynı zincire bağlanmış haydutlara benziyor.

Artık korumacılık, farklı yöntemlerle, yani paraların değerleri ile oynayarak veya sübvansiyonlar yoluyla oluyor.

Krizin başından beri şöyle bir moda oluştu: Krizin nedeni kapitalist ekonomik düzenin özünden değil, uygulanan "liberal" yöntemlerden, yani eski kaide ve kurallara uyulmamasıdır deniyor. Yani sermayenin hiçbir engel ile karşılaşmadan sınır tanımadan serbestçe dolaşabilmesinden, bir sektörden diğerine, bir ülkeden diğerine istediği gibi girip çıkabilmesinden, ticaret bankları ile yatırım bankaları, bankalar ile sigorta şirketleri, üretim sektörü ile mali sektör arasındaki sınırların kaldırılmasındanmış! 1980 ile 1990'lı yıllarda kuralların kaldırılması bir sebep olmadan önce, daha doğrusu temel belirleyici bir sebep olmadan önce, durumu daha da kötüleştiren bir etken idi. Yani ekonominin gittikçe mali sektöre daha çok bağımlı hale gelmesi, kredi hacminin önemli boyutlarda büyümesi ve bunun sonucu olarak da borçların aşırı artışının getirdiği durumdandır.

Büyük sermaye, 1970'li yılların başından itibaren pazar ekonomisi, artık kârını arttıracak oranda büyüme göstermediği için, işçi sınıfının payını azaltmak için işçi sınıfına savaş açtı ve bunda da başarılı oldu. Ama bunun sonucu olarak tüketim yapabilecek satın alma gücünü azalttı ve bu da, krizin temel nedenini daha da büyüttü.

Pazarı güçlendirip bu çıkmazdan kurtulmak için emperyalist ülkelerde uygulanan sihirli çare kredi vanasını açmak oldu. Hem kamu kredileri şeklinde devletler hem tüketici kredileri şeklinde aileler borçlandırıldı. 1971'den itibaren sıra ile yaşanan "büyüme" ve durgunluk dönemlerinin alt yapısını bu krediler oluşturuyor.

"Kredi yoluyla büyüme" bankaları zenginleştirip rezil bir şekilde mali alanı büyüttü. Bunun sonucu olarak, borç miktarı da durmadan büyüdü.

Emperyalist ülkelerdeki aile borçları sürekli arttı. 2006'da sadece aile borçları Fransa'nın GSMH'nın (milli gelir) yüzde 45'ni ve Almanya'nın yüzde 68, İspanya'nın yüzde 84 ve İngiltere'nin ise yüzde 107'sini kapsıyordu.

ABD'deki ailelerin borcu ise GSMH'ın yüzde 93'ünü oluşturuyor (sadece ipotek borçları yüzde 77'dir).

2007'de ABD'de ipotek kredilerin en son buluşu olan "subprimes" sistemi çöktü ve mali krizin ilk aşamasını oluşturdu. "Suprimes" (ipotekli) kredi sistemi, çılgınca kredi artışını, yani borçlanmayı şiddetli bir şekilde arttırdı.

Aynı nedenlerle, diğer işyerlerinde de aynı olaylar yaşandı. Mali sektörün dışındaki şirketlerin borçlanma düzeyi aile borçları gibi yükseldi. Örneğin 2006'da, ABD'deki emlak krizinin patlamasından az bir zaman önce, bütün emperyalist ülkelerdeki kamu borcu dışındaki borç miktarı, bu ülkelerin GSMH'larının çok üstünde idi.

Tüm ekonomi, kredilerle iğreti bir şekilde çalışıyordu. Bunun anlamı ise burjuvazinin ekonomik büyüme ile övündüğü dönemlerde bile büyümenin iğreti olduğuydu. Sonucu ise mali sektörün ekonomi üzerindeki payının gittikçe artması demekti. Bu olay 2008 banka krizinden ve de ardından devletlerin devreye büyük miktardaki fonları sokup ekonomiyi daha da finans sektörüne bağlı kılmasından önce oldu.

Daha da önemlisi, devletlerin sürekli borçlanmalarıdır. Kamu borçları, kapitalizmin bütün tarihi boyunca bir rol oynadı. Ama bu rol, özellikle kriz ve savaş dönemlerinde daha da önemli oldu.

Ekonomik krizin şu anda yaşanan boyutlarına ulaşılmadan önce de, devlet bütçelerindeki açık, her yıl sürekli artıp eski borçlara yenileri eklenerek, büyük miktarlara ulaştı.

Örneğin Fransa 2006'da 36.2 milyar avro olan devlet açığı 2007'de 38.4'e, 2008'de 56.6 ve 2009'da ise 140 milyar avroya fırladı! Bunun anlamı şudur: 2009 yılı devlet bütçesinin 280 milyar avro olduğu göz önünde bulundurulursa devlet harcamalarının yarısı kredilerle karşılanacak! (Kaynak, 28 Eylül tarihli Les Echos)

2009'un ilk yarıyılında, Fransa'nın kamu borcu, 1 trilyon 413 milyar avroya tırmandı.

Kamu borcundaki fırlama aynı zamanda borç verenlere ödenen faizde de tırmanma demektir. Böylece işler halledildi. Devlet sermaye sahiplerine yardım etmek için borçlarını devasa miktarda arttırdı. Devlet, süresi gelen borcunu ödemek için yeniden sermaye sahiplerine başvuruyor ve böylece bunlar, bütçeden gittikçe artan büyük miktarda faiz kazancını ceplerine indiriyorlar. Bu durumda, sermaye sahipleri niye yatırım yapsınlar? Devlete borç vererek hiçbir zahmete katlanmadan daha çok gelir elde ediyorlar. Bu tefecilerin yol açtığı kriz, tefecilerin daha da güçlenmesini getiriyor.

Kapitalizm ilk ortaya çıktığında rekabet ekonomide bir motor rolü görüyordu. Ama şimdi artık rekabet, insan emeği olan üretimde değil de hiçbir değeri olmayan kâğıt parçaları temelinde yapıldığı için ilkinin karikatürüne dönüşüyor. İktisat gazetesi Les Echos'da yayınlanan şu satırlar bu ekonomik çılgınlığı birçok açıklamadan daha iyi ortaya koyuyor. "Fransa yatırımcıların (aslında bütçeden asalakça geçinen tefecilerin demek gerek) ilgisini çekebilmek için borç alma isteklerini çeşitlendirecek (!) ... Kıran kırana rekabet olacak. Gelecek yıl için Avrupa Birliği'nin avro bölgesi devletleri, 2009'dan daha fazla, yani 1triyon avro borç almak için mali pazarlara başvuracaklar. Eğer Fransız hazinesi, finans projesinde açıklayıp hedeflediği 175 milyar avroluk orta ve uzun vadeli bonoları iyi bir şekilde kullanmak isterse, yanlış yapma hakkına sahip değil."

Emperyalist dünya yöneticileri, bugün artık banka sisteminin daha sıkı denetlenmesi, kapsamının daha iyi belirlenmesi, mali işlemlerdeki devlet denetiminin arttırılması gerekliliğinden söz ediyor. Yapılan uygulanmalara göz atıldığında, bunların laftan ibaret olduğu görülüyor. Örneğin borsacılara verilen uçuk ikramiyeler veya vergi cennetleri ile ilgili alınan veya alınması söz konusu olan önlemler tamamen gülünçtür.

Ama bu, önlem alınmasının imkansız olduğu anlamına gelmiyor. Kapitalist ekonomi, kapitalist özelliğini yitirmeden de gerekli mali önlemleri alabilir.

Ekonomik alanda en liberal olarak bilinen ABD'de bile 1930 ile 1990 yılları arasında, banka faaliyetleri yasalarla oldukça denetimliydi ve belirli alanlarla sınırlıydı. Hatta 1935 yılında yürürlüğe giren bir banka yasasıyla, farklı türdeki bankaların faaliyet alanları sınırlandığı gibi, yerel bankaları korumak amacıyla bazı bankaların, farklı eyaletlerde faaliyet yapmaları yasaklanıp banka sistemi parçalara bölünmüştü.

Ama ekonomik gereklilikler yasalardan daha güçlüdür. 1960'lı yılların sonlarında, yani uluslararası para sisteminin Bretton Woods döviz kurallarına göre çalıştığı ve banka sisteminin sıkı denetim altında olduğu dönemde de ABD doları, "avrupa-doları" diye bir yöntem bulup yasaları deldi. ABD'de, ABD bankalarının dolar basma yetkileri sıkı bir şekilde sınırlı değil miydi? Bunu delmek için ABD bankaları, dış ülkelerde dolara dayalı kredi verdiler. Bu buluş, ekonomiyi mali sektöre daha bağımlı kılma yolunda ilk buluştu.

Avroyu oluşturmak ve avro bölgesine belirli bir istikrar kazandırmak için burjuvazinin bir kesimi, Maastricht şartları temelinde bir çerçeve oluşturdu. Bu çerçeve, birkaç hafta içerisinde çiğnendi: Bu şartlara göre avro bölgesine bağlı hiçbir ülkede bütçe açığının milli gelirin yüzde 3'ünü (borçların ise milli gelirin yüzde 60'ını) kesinlikle geçmemesi gerekiyor. Ama örneğin Fransa'da bütçe açığı milli gelirin yüzde 8.2'sine tırmandı.

Maastrich şartlarını temel alan yasaların esas hedefi, avro bölgesini oluşturan zengin ülkelerin devletlerinin daha az zengin olan ülkelerin devlet açıklarını üstlenmek, yani bu ülke burjuvazisi için ödeme yapmak istememeleriydi.

Ancak mali kriz karşısında banka sistemini korumak için herkes devletlerin önemli oranda müdahale etmesini, Maastrich şartlarını çiğnemek pahasına da olsa, kabul etti. Yine de, Avrupa seviyesinde merkezi ve ortak hareket eden bir siyaset olmadığı için yardımların miktarları ve çeşitleri farklıdır. Bunlar da mevcut gerilimlere eklenince Avro bölgesini daha da karıştırır ve ortak para birimini daha da sarsar. Diğer yandan, Avrupa Birliği ortak siyasi bir oluşum inşa edemediği için diğer süper güçlerle, özellikle ABD ile olan ekonomik rekabette bedel ödüyor.

Devletler, ekonomiye devasa miktarda para aktararak mevcut para miktarını çok büyük boyutlarda şişirdiler ve böylece de sistemi kırılgan kıldılar. Şimdi, döviz kurları arasındaki farklarla spekülasyon yapmak en kârlı iştir ve de en kolayıdır. Büyük şirketler bunu artık sürekli yapıyor.

Döviz yoluyla yapılan bu spekülasyondan dolayı emperyalist devletler zarar görüyor olsa da, bu yöntemi birbirlerine karşı silah olarak kullandıkları için fazla ses çıkarmıyorlar.

Farklı para birimleriyle yapılan oyunlar, gümrük duvarı vazifesini üstleniyor. Örneğin Ekim 2008'de 1 dolar 0.79 avro iken, bir yıl sonra 0.67'ye indi. Yani dolar yüzde 15'lik bir değer kaybederek ABD ürünlerinin avro bölgesine ihraç imkanını arttırdı. ABD yöneticileri, bir yandan doların daha yüksek bir seviyede istikrarını korumaktan yana olduklarını açıklıyorlar ama diğer yandan, para piyasalarına müdahale edip bunu uygulamak için hiç bir şey yapmıyorlar.

Avro bölgesinde merkezi bir devlet olmadığı için avro, ABD'nin döviz kuruyla yaptığı oyunları yapma şansına sahip değil. Hatta daha da kötüsü, avro, bütün Avrupa Birliği'ni kapsamadığı için Avrupa Birliği içerisinde bile döviz kuru, korumacılık amacıyla bir silah olarak kullanılıyor. Örneğin İngiliz sterlini, Temmuz ile Ekim ayları arasında, yani üç ay zarfında, avroya göre yüzde 10 değer kaybetti. Bu durum, hem İngiliz ürünlerini Avrupa Birliği pazarında daha cazip kılıyor hem de Avrupa Birliği ekonomisinin istikrarını bozan ek bir etken oluşturuyor.

Ekonomi Nobel ödüllü, IMF eski Başkanı ve şimdi ise küreselleşme karşıtlarının ilham kaynağı olan Joseph Stiglitz, ABD merkez bankasının "karşılıksız para basma siyasetini", "sisli havada uçurumun kenarında kayak yapan" bir kişiye benzetiyor (27 Ağustos tarihli Challenges dergisine verilen mülakat). Diğer dövizler gibi doların da enflasyon nedeniyle çürümesi yeni bir şey değil. Doların, ekonomik çalkantılar getiren uzun kapitalist ekonomik krizden dolayı, altına göre değer kaybı, uzun zamandan beri devam ediyor. Hatta Bretton Woods'a bağlı para sisteminin, 1971'de dolar krizi nedeniyle çökmesi, o zamandan bu yana süren uzun krizin başlangıcı oldu. Doların sürekli değer kaybını şu iki rakam çok iyi aydınlatıyor: 15 Ağustos 1971'de Başkan Nixon, ABD dövizi doların, altın değerine bağlı olmadığını ve de devalüasyon yapıldığını açıkladı. O tarihte 1 ons altının değeri 35 dolar iken şimdi bin doları geçti!

ABD banka sistemini desteklemek amacıyla sınırsızca dolar basılması ve merkez bankasındaki büyük miktardaki kokuşmuş hisse senetleri, dolara olan güvenin yok olması, ABD dövizini çöküşe götürebilir mi?

En önemli dövizlerden biri olan İngiliz sterlinin 1992 yılında değerinin düşürülmesi amacıyla yapılan spekülasyonlara direnebilmek için İngiltere, parasının değerini düşürmek zorunda kalmıştı (bu vesileyle de spekülatör Soros'a bir milyar dolar para kazandırmıştı).

Ancak ABD doları, dünyada çapında bir para birimi rolü oynadığı için, sterlin dahil, diğer dövizlere göre aynı konumda değil. Doların gücü, dünyada hem ticaret hem de tasarruf aracı olan para birimi olmasındadır. Örneğin Çin, Japonya veya OPEC ülkelerinin para rezervleri dolar olduğu için ve çok miktarda dolarları olduğundan, ABD devletinin yapmadığını onlar yapmak zorundalar: Yani doların değerinin çok düşmemesi için piyasadaki fazla doları alıyorlar. İşte yine bu amaçla Kore, Endonezya, Taylan ve Hong Kong gibi Asya devletleri, para piyasalarından 1milyardan fazla dolar satın almak zorunda kaldılar.

Eğer dolar değer kaybederse bu sözü edilen devletlerin, emekçilerini sömürerek kasalarına koydukları dolar da değer kaybedecek. Bu durumda doların değer kaybı, dünyanın en güçlü emperyalist ülkesinin daha az gelişmiş ülkeleri yağmalama aracına dönüşüyor.

Dolar rezervleri olan bütün devletlerin suç ortaklığı, ABD dövizini sonuna kadar korumaya yetmeyecek. Yeryüzünde o kadar çok miktarda spekülatif para birikti ki bütün merkez bankalarının paraları bir araya gelse bile bu miktarı bulamaz.

Bugün artık açıkça ABD'nin iflası söz konusudur. Bu konuyu gündeme sadece iktisatçılar getiriyor. Bazı hükümetler de bunu düşünmeye başladı. Örneğin bazı gizli toplantılardan sonra sızan haberlere göre petrol ticareti için bundan böyle bir değil, birkaç dövizden oluşacak bir birim oluşturulması isteniyor. Ancak herkesin kabul edeceği bir para birimini oluşturmak o kadar kolay değil. Doların büyük bir krize girmesi kaçınılmaz olarak para piyasalarında da büyük bir krize yol açar, ardından da döviz değerleri alt üst olur ve sonunda da uluslararası ticaret büyük darbe yer.

Yarı sanayileşmiş ülkelerde, özellikle de eski Doğu Avrupa ülkelerinde, Halk Demokrasilerinde veya eski SSCB'ye bağlı ülkelerde, krizin tahribatı çok daha büyüktür. Örneğin Estonya veya Slovak "mucizesinden" geriye hiç bir şey kalmadı. Alman veya Fransız büyük otomotiv şirketlerinin bu ülkelerde açtığı fabrikalar sonucu Slovakya'nın milli geliri birkaç yıl boyunca çok hızlı bir büyüme gösterdi. Şimdi ise bu durum ters etki yarattı.

Bu sözü edilen ülkelerde sanayi üretimindeki düşüş dramatik bir hal aldı: Eurostat verilerine göre Slovenya'nın sanayi üretimde yüzde 24.4'lük ve Estonya'nın ise yüzde 27.9 düşüş yaşandı.

Doğu Avrupa ülkelerinin, ki çoğu avro bölgesine dahil değil, krizden dolayı para birimleri büyük değer kaybına uğradı ve hatta bazılarının parası çöktü. Batılı bankalar, mali krizin ardından bu ülkelerdeki paralarını geri çekti.

Bu ülkelerdeki bankaların çoğu, Batılı bankalar tarafından kontrol edildiği için IMF Romanya, Macaristan gibi ülkelere kredi verdi. Öyle ki bu ülke devletleri, memurlarının maaşlarını ödeyebilsin ve böylece Batılı bankalar, Doğu Avrupa ülkelerinin tamamen iflas etmesi sonucu sarsılmasın!

Teorik açıdan bakıldığında, dünya ticaretinin gerilemesi yoksul ülkeleri fazla etkilemez gibi görünebilir, çünkü onlar fazla ticaret yapmıyorlar! Ama böyle bir görüş, yeryüzündeki mali sistemin, bu ülkelerin ekonomileri üzerindeki hâkimiyetini göz ardı etmektir.

Bu konu, sadece bu ülkelerin borçları ve bu nedenle IMF'nin bu ülke hükümetlerine kemer sıkma siyasetleri uygulamaları için yaptığı dayatmalarla sınırlı değil. Bundan çok daha kötüsü, bu yoksul ülkelerde, özellikle de yeterli gıda üretemeyenlerde, dünya ekonomisi mali sektörün denetimi altına geçtiğinden dolayı, gıda ürünleri de, özellikle temel gıda ürünleri olan buğday, pirinç veya mısır fiyatları istikrarsız hale geldi. Zaten yeteri kadar beslenemeyen kitleler, özellikle de açlık sınırında olanlarda, bu temel gıda maddelerinin fiyatının yüzde birkaç puan artması bile milyonlarca insanın açlıktan ölmesine yol açıyor.

Susuzluktan veya su baskınlarından kaynaklanan doğal bir felakete kapitalizmin felaketi de eklenince durum daha da feci oluyor. Örneğin Etiyopya'da veya Sahel bölgesindeki köylüler, kötü giden bir hasat yüzünden ölmeyeceklerse bile bu kötü hasattan yararlanan spekülatörlerin yol açtığı aşırı fiyat artışı, onları kesin bir ölüme götürür.

Bunlara ek olarak, dünya ekonomisinin krizinin yoksul ülke kitleleri üzerinde göçmen emekçilerin, ülkelerdeki ailelerine gönderdikleri paraların azalması nedeniyle etkisi var. Göçmen emekçilerin bulunduğu emperyalist ülkelerde işsizlik artınca, otomatik olarak, göçmenlerin ülkede kalan yakınlarına gönderdikleri para azaldığı için yoksulluk daha da artıyor.

Krizin derinleşme tarihi olarak ABD emlak pazarındaki 2007 yılı başında yaşanan büyük iflasları kabul edersek, üç yıldan beri feci bir krizin etkisi altındayız.

Bunun sonucu, hem ekonomik olarak üretimin azalması ve işyerlerinin kapanması, hem de toplumsal ve insani açıdan işsizliğin artması ve bunların getirdiği maddi ve manevi yıkım nedeniyle fecidir.

Devletlerin ani müdahaleleri sonucu banka sistemi çöküşten ve iktisatçıların deyimiyle "düzen krizinden" kurtarıldı. Ama bunun bedeli, geleceği tıkayan bir borç bataklığının oluşması oldu.

Burjuvazi ve emrindeki siyasetçiler, son iki yıl içerisinde banka sektörüne verdikleri büyük paraların bedelinin tümünü daha emekçilere ödetmediler. İddia ettikleri gibi "tünelin ucu görülse bile" işçi sınıfına ve yoksullara ödetmeye hazırlandıkları bedel, çok büyük olacak. Üstelik tünelin ucunu sadece siyasi yöneticiler ve bankacılar görüyor!

Hem devletlerin cömertçe dağıttıkları para miktarı hem de bankaların yeniden yaptığı büyük kâr, direk veya dolaylı olarak, emekçilerin sömürüsünden kaynaklanıyor. Bunların bedeli işçi sınıfı ve kitlelerin daha çok sömürülmesidir. Son dönemlerde köylü protesto ve eylemlerinin artması hikaye veya yüzeysel bir şey değil.

Kapitalist sınıf, kapitalist ekonominin yol açtığı krizi, bütün kitlelerin yaşam şartlarını kötüleştirerek atlatabilir. Bu toplumsal alt üst oluş, kaçınılmaz bir şekilde toplumsal tepkilere yol açacak.

Burjuvazi ve emrindeki siyasetçilerin, işçi sınıfını, Troçki'nin söylediği gibi 1929 krizinin kapitalist güçlerin en büyüğü olan ABD'de bile yarattığı "biyolojik sefalete" sürükleyeceği kesindir.

1929 krizinde, büyük emperyalist ülkelerde işçi sınıfı, hazırlıksız yakalanmasına rağmen yine de güçlü tepkiler göstermişti. Şimdi de burjuvazinin emrinde olan eski reformist partilere, kapitalist düzenle iç içe geçmiş sendika yönetimlerine rağmen, yine toplumsal patlamalar olacak. Ancak hiç kimse, bunların ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkacağını öngöremez. Ancak kriz, işçi sınıfına, burjuvazinin siyasetine karşı kendi siyasetini ön plana çıkarma gereğini dayatıyor.

İşçi kitlelerinin ruh hali üzerinde en büyük etkiyi yapan, nesnel durumun kendisi, yani işsizliğin artması ve bir emekçinin her an işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olmasıdır. İleride yaşanabilecek işçi sınıfı mücadelelerini en kötü etkileyecek şey, sınıfın sağlam bir pusula yokluğu olabilir.

Önce sosyalist sonra da komünist partilerin, burjuva düzeninin saflarına geçmesinin en büyük kötülüğü, emekçilerin bilinçlerini bulandırmaları ve onları kendi öz sınıf çıkarlarından uzaklaştırmaları oldu.

Bu partiler, zaman içerisinde işçi sınıfına sınıf bilinci yerine reformist fikirleri, yani milliyetçiliği, "Fransız ulusunun" ortak çıkarları temsil ettiği gibi fikirleri ve hatta gerici tepki ve tutumları aşıladılar. Ve maalesef sosyalist veya komünist partilerinin bu siyasetlerini eleştiren ve onların solunda yer alan birçok insan da, kendini seçim arenasıyla veya belirli olaylarla sınırlı tutuyor.

"Emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacak" şiarı yürüyüşlerde bazı dövizlerin üzerinde ve bazı kürsülerin arkasında duruyor. Ama kendine devrimci diyen birçok örgüt bile, sınıf mücadelesini, her ne kadar bu mücadeleler saygıdeğer olsa da, feminist ve çevreci gibi bir sürü mücadelenin içinde boğuyor ve işçi sınıfının, sınıf bilincine kavuşmasına yardımcı olmuyor. Çünkü her şey bir çorbaya dönüşüp emekçiler, sınıf temellerinde buluşacaklarına küçük burjuvazinin peşine takılmış oluyor.

Tamamen emperyalist devlet aygıtıyla iç içe geçmiş olan ve kapitalist düzeni tehlikeye atabilecek, işçi sınıfının genel eylemlerinin can düşmanı sendika yönetimlerinden de işçi sınıfına bilinç götürmelerini beklemek boşunadır.

CGT sendikasının yönetimi, yeni bir siyaset bulma iddialarıyla "iyi bir sanayi siyasetinden" söz ediyor (diğer sendika önderlikleri, teslimiyetlerine bir gerekçe bulma zahmetine bile katlanmıyor). CGT, burjuvazinin sanayiyi ve onunla birlikte istihdam alanlarını yok etmekte olduğunu doğru bir şekilde tespit ederek, burjuvaziye veya cumhurbaşkanına hitap ederek, onlardan, sanayiyi ve istihdamı geliştirmeleri için "iyi bir siyaset" gütmelerini talep ediyor. Reformist önderlikler, kapitalist düzene karşı tavır almadıklarından dolayı, acınacak durumlara düşüyorlar. Emekçiler, yaşam şartlarını kurtarmak için ekonomiyi ellerinde tutanlara değil, kendilerine güvenmeli.

Bu kriz döneminde burjuvazi, işçi sınıfına karşı acımasız bir sınıf mücadelesi yürüyor, işte böyle bir durumda uzlaşma istemek, burjuva saflarında yer almak demektir.

Sömürenler ile sömürülenler arasındaki sınıf çelişkilerini küçümsemek ve çelişkileri azaltmaya çalışmak amacıyla hedefler ileri sürmek, sömürücülerin hizmetine girmek demektir.

Tek doğru siyaset, bunların tam aksine, sınıf çelişkilerini tüm çıplaklığıyla ortaya sermek, buna vurgu yapmaktır. İşçi sınıfı için tek çıkış yolu, burjuvaziye karşı kararlı bir mücadeledir.

Krizin, sınıf mücadelesini kızıştırdığı bir ortamda bunu saklamak ve seçim alanındaki zıtlaşmalara taşımak ve böylece de başa kim gelirse gelsin, burjuvazinin siyasetini savunacak partilerin peşinden gitmek, toplumsal gerçekleri karagöz oyununa dönüştürmektir.

Fransa'daki hükümet, hakim sınıfın uşağıdır. Ancak bütün sınıf çelişkilerini iktidardaki hükümet ile sınırlayıp seçim arenasına hapsetmek, emekçileri silahsızlandırmak demektir.

Yine kapitalizmin çok büyük bir kriz yaşadığı ortamda, Troçki'nin işçi sınıfına pusula görevi üstlenmek için oluşturduğu Geçiş Programı bugün aynen geçerlidir.

Biz birkaç yıldan beri, toplu tensikatlara karşı önlem olarak işçi çıkarılmasının yasaklanması gerekliliğine vurgu yapıyoruz. Bizim için sorun, bu şiarımızın bir süre sonra sol örgütlere yakın olan POI (lambertist), NPA (yeni Antikapitalist parti) ve bazen de Fransız Komünist Partisi ile CGT'nin de savunmasından dolayı memnun kalmamız değildir. Çünkü bu şiar bir bütünün, yani burjuvazinin ekonomi üzerinde oluşturduğu diktatörlüğe karşı çıkmanın parçasıdır. Bu şiarın özü boşaltılıp, reformist örgütler tarafından da sahiplenilebilir.

Tabii ki işçi çıkarmanın yasaklanması bile, patronların işyerlerindeki mutlak iktidarlarına kafa tutmaktır. Ama bu bir reçete değil. Eğer tek tek işyerlerinde yalnız başına uygulanmaya indirgenirse, özellikle de tensikat yapanlara, çaresiz bir dilekten ibaret kalır. İşçi çıkarmanın yasaklanması, mevcut işlerin, hiçbir ücret azaltılması olmadan, herkes arasında paylaşılması ile yürütülmeli. Bununla da sınırlı kalmayıp, iş sırlarının tamamen kaldırılmasına da bağlanmalı. Çünkü kapitalistler, bu sırrı kullanıp toplumun üretici güçlerinin ürettiği değeri, spekülasyona yöneltip boşuna harcıyorlar. Bu hedefleri paylaşmak, hatta daha da önemlisi uygulamak, güç dengesini gerekiyor. Bu ise sadece emekçilerin eyleme geçmesiyle mümkündür.

Daha da genel olarak Geçiş Programı, birbirinden ayrılmış, kopartılmış farklı taleplerin bölünmüş olarak ileri sürülmesi değildir. Bu talepler, kapitalist sınıfın işyerleri ve ekonomi üzerinde dayattığı diktatörlüğe karşı çıkma temelinde olabilir. Bu taleplerin tümünün hedefi, işçi sınıfı ve kitlelerin işyerlerini ve ekonomiyi denetim altına almalarıdır.

Bu taleplerin en temel olanlarından biri, bankalarla ilgilidir. Burjuva siyasetçilerinin demagojik olarak kullandıkları, harekete geçmiş işçi sınıfının bir hedefi olmalı. Bütün bankaları toplumsallaştırmadan ve onları tek bir merkez bankasına dönüştürmeden kitlelerin ekonomiyi denetim altına alıp, toplumun çıkarları için kullanabilmesi mümkün değil.

Geçici talepler, yaşanan somut durumun gerekliliklerinden kaynaklanıp onu temel alarak burjuva iktidarını yıkmakla sonuçlanmalı. Sömürülen kitleler, mücadeleye geçer ve bu taleplere sahip çıkarlarsa, o zaman bu taleplerin bir anlamı olur. Bu gibi kitle mücadelelerini hiçbir örgüt düğmeye basıp gerçekleştiremez. Ama bu mücadeleler başladığında işçi sınıfının ekonomiyi denetim altına alıp sonra da yönetimini ele geçirmesini sağlayacak bir siyasi program ileri sürülüp gerçekleştirilmeli.

Sadece toplumun komünist temellerde yeniden düzenlenmesini savunan bir örgüt, bütün aşamaları sonuna kadar götürüp bunu yapabilir. İşte esas temel sorun budur. Yaşanan şu anki kriz, bir defa daha kapitalizmin topluma uyumlu bir gelişme getirebilmekten aciz olduğunu kanıtlıyor. Kapitalist sınıfın mülksüzleştirilip özel mülkiyete son verilmesi, toplumun mantıklı temellerde, yani planlı bir şekilde, Troçki'nin belirttiği gibi "insan ilişkilerinin mantıklı bir temelde" yürütüleceği bir toplum için gerçekleştirilecek ilk aşamadır.