TERÖRİZM, GERİLLA HAREKETLERİ VE MİLLİYETÇİ ÖRGÜTLERİN SİLAHLI MÜCADELELERİ (Leon Troçki Çevresi Broşürleri’den çevrilmiştir)

28 Kasım 1986

Paris'te bu sonbaharda terörizm gündemdeydi. Birkaç hafta önce mağazalarda ve sokaklarda bombalar patladı. Birkaç gün önceyse Renault Genel Müdürü George Besse bir suikast sonucu öldürüldü.

Bu sözünü ettiğimiz terör olayları Fransız toplumu ile ilgili görünmediği için nedensiz ve çılgınca görünüyor. Şu gerçektir ki bu terör olayları, Action Directe (Doğrudan Eylem) gibi küçücük, toplumdışı ve toplumsal bağları olmayan grupların ya da kökenlerinin Lübnan, Filistin gibi Akdeniz ülkelerinde aranması gereken kişilerin ürünüdür.

Jacques Chirac bu terör olayını tek kelimeyle "Bu küçücük biradır" (yani önemli birşey değildir) diyerek ifade etti. Fakat bu deyimi ABD'li aşırı sağcı ve büyük bir olasılıkla CIA ajanı olan bir gazetecinin bulunduğu özel bir konuşmada kullandı.

Chirac televizyon konuşmasında, bu gibi dramatik durumlarda her politikacının yaptığı gibi duygu ve öfke şovu yaptı. İşin gerçek boyutlarına, Bakanlar Kurulunda değindi. Gerçek sorunlar savaşların sürdüğü yerlerde; yani Lübnan ve Filistin'dedir.

Tabii ki Paris'teki bombalama eylemleri sözü edilen savaşlardan kaynaklanıyor. Bombalarla ilgili bu değerlendirme doğrudur; çünkü bombaları koyanların amacı Fransız hükümeti üzerinde baskı yapıp Fransa'da cezaevlerinde tutuklu bulunan bazı yandaşlarının serbest bırakılmasıdır. Fakat bu (baskı siyaseti) Doğrudan Eylem üyeleri için de geçerlidir.

Bu kişiler herhangi bir gizli polis ya da gizli istihbarat birimleri tarafından kontrol edilmiyor olsalar bile, tamamen geri kafalıdırlar; çünkü devrimciliği P.38 kullanmakla ve bir burjuvayı ortadan kaldırmakla karıştırıyorlar.

Bu yaptıkları eylemler, çocukça görüşlerin çılgınlığıdır. Çünkü silahlı eylem gizemine kapılıp Filistin ve Vietnam savaşçıları gibi davrandıklarını sanıyorlar.

Böyle bir düşünce şeklinin -ki buna düşünce de denemez- tamamen çılgınlık olduğunu Doğrudan Eylem grubu sözkonusu olduğunda herkes, ya da neredeyse herkes, kabul eder. Fakat terörizm, büyük ve temsil gücü olan örgütler tarafından yapıldığında birçok insan için bu, doğru ve savunulabilir görülüyor. Genelde, silahlı mücadele devrim mücadelesi olarak kabul ediliyor -ki böyle bir deyimi bir noktaya kadar biz de onaylayabiliriz-; üstelik halk ve proleter devrimi olarak algılanıyor.

Bir siyasi örgütün silahlı mücadeleye başvurması kesinlikle niteliğini belirtmeye yeterli değildir. Hele hele silahlı mücadele yapıyor diye onu proleter bir örgüt olarak değerlendirmek ya da yoksulları ve ezilenleri temsil ettiğini kabul etmek kesinlikle olanaksızdır.

Tabii ki silahlı mücadele şu ya da bu aşamada ezenlerin iktidarını devirmek ve bu iktidarın dayandığı askeri-polis aygıtlarını yok etmek için büyük bir olasılıkla gerekli hatta kaçınılmaz olacaktır.

Fakat belirleyici olan -yani gerçek ölçüt- bu silahlı mücadelenin nasıl, niçin, ne zaman ve hangi şartlarda yapıldığıdır. Daha da önemlisi silahlı mücadeleye başvuran örgütlerin ve militanların halk kitleleriyle ilişki şekilleri ve bu örgütlerin mücadelesinin halk kitlelerinin özgürlüğünü ve iktidarını güçlendirip güçlendirmediğidir.

Genelde yapılanlar bunlar değildir; tarihte yapılanlar bunun tam tersidir. Programları milliyetçi fikirlerle sınırlı olan örgütler yukarıda söylenenlerin tam tersini yapmışlardır.

İşte bu akşam amacımız bunları incelemektir.

Milliyetçi burjuva örgütlerin iktidarı ele geçirme stratejileri

Aslında bugün terörist eylemi (Fransa'da bu yüzyılın başında anarşistler buna "doğrudan eylem" diyorlardı) her derde deva aşamasına getirenler yalnızca, şöyle ya da böyle tamamen umutsuzluğa kapılmış, kitlelerden kopuk ve kitlelerle bağ kuramayan çok dar gruplar değillerdir. Terörist eylemler 1968 öğrenci devriminin kayıp çocukları ya da Filistin hareketiyle sınırlı değildir.

Terörizm, devrimci açıdan, şiddet yöntemlerini, askeri yöntemleri siyasi yöntemlere göreceli olarak tercih edilmesidir. Kendilerini ne şekilde ifade ederlerse etsinler, dünyadaki farklı milliyetçi örgütlerin iktidarı ele geçirme yöntemi "terörizm"dir.

Milliyetçi örgütler her defasında yaptıkları gibi, ta başından beri siyasi, askeri -aslında askeri gücü daha ağır basan- aygıtlar oluşturmuşlardır. Bu aygıtları kullanıp, başlangıçta azınlık olsalar da, kitlelere ulaşma yollarını bulabilirler.

Bununla amaçladıkları kitlelerle demokratik bağlar kurarak kitlelerin duygularını, beklentilerini öğrenip onları yerine getirmek değildir. Kendilerini kitlenin denetimine sunmak hiç değildir. Amaçları, iktidara ulaşabilmek için kitlelerin gücüne dayanarak, çoğu zaman onları denetimleri altına alarak, ama bunları yaparken siyasi ve örgütsel yöntemlerini ve aynı zamanda mücadele yöntemlerini çok hassas bir şekilde seçerek, kitlelerin hiçbir zaman onların denetiminin dışına çıkmamasını sağlamaktır.

Milliyetçilerin uyguladığı ilk yöntem, mücadele halinde olan kitlelerden siyaset yapmamalarını istemektir. Onlara göre program önemli değildir; çünkü belirleyici olan eylemdir.

1969'da Yaser Arafat'ın örgütü El Fetih şunu diyordu: "İdeolojik ayrılıkları yalnızca silahlı mücadele giderebilir."

1960'lı yılların sonundaysa Tupamarolar "Kelimeler bizi bölüyor; eylemse bizi birleştiriyor" diyorlardı.

Hepsi de aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyorlar. İşte bu nedenle bu tip örgütler ilk fırsatta siyasal aygıtlar "cepheler" oluştururlar (farklı siyasetlerini saklamak için). Bu cepheler resmi ulusal siyasi görüşü belirler.

Eylemde birlik bahane edilerek, daha ileride kurulacak bağımsız devlet aşamasına gelinmeden, tek partili rejim oluşturulur. Parti ise kitlelere, farklı siyasetler arasında bir tercih yapmayı yasaklamaktadır; çünkü bu cephenin tüm farklı bölümleri kitlelere tek bir resmi siyaset sunmaktadır.

Kitlelere karşı kullandıkları ortak dil aşağı yukarı şudur: "Önce faaliyet yapalım, tartışma sonra olsun. Önce zaferi kazanalım, sonra geleceğin şekli belirlenecektir. Önce ulusal mücadele, sınıf mücadelesi sonra gelecektir" (çoğunlukla hiçbir zaman).

Oluşturdukları siyasi-askeri aygıt kitlelere zorla kendi egemenliğini dayatma noktasına gelir gelmez, şunu yapmaktadırlar: "Tartışmak mı istiyorsun? Öyleyse ihanet etmeye hazırlanıyorsun. Hemfikir değil misin? Öyleyse sen bir hainsin. Hainlerin sonunun ne olduğunu biliyorsun!"

Bu burjuva örgütler siyasi bilince erişmeye başlayan ve ayaklanan kitlelere, programlarını sunmadan -daha doğrusu programsızlıklarını- onlara eleştirme ya da onaylama olanaklarını tanımadan eylem ve ulusal birlik hedeflerini ön plana çıkararak kitleleri peşlerine takarlar.

Ulusal hareket içerisindeki siyasi ayrılıklar da aynı yöntemlerle çözümlenir; yani "eylemle". Daha doğrusu şiddet yoluyla, yani terörle. Sorunların kitleler önünde özgür bir siyasi tartşmayla çözümlendiği görülmemiştir.

Bu şekilde terörizm, kitlelerin sömürücü ve baskıcı azınlığa karşı uyguladığı bir korkutma aracı değil, sürekli bir şekilde kitleleri sindirmek için kullanılan bir eylem haline dönüşür.

İşte yukarıdaki nedenlerden dolayı bu yöntemler burjuvaziye hatta gericiliğe hizmet ederler.

Bu yöntem, kitleleri alet olarak kullanıp iktidara gelmeye ve kitlelerin iktidara gelmesini engellemeye yarar. Çünkü iktidar olmayı öğrenmek, mücadelelerin yönetilmesine paralel olarak gerçekleşebilir. İşte milliyetçi örgütler, varolan iktidarlara karşı sürdürdükleri mücadeleyi öne sürerek kitlelerin gerekli eğitimini engellerler.

Milliyetçilerin uyguladıkları bu siyaset birkaç kez başarılı olmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonraki dönemde Çin'de Mao Çetung'un, Vietnam'da Ho Şi Min'in, Küba'da Kastro'nun, Cezayir'de Bin Bella'nın elde ettikleri başarılar, ülkelerinde iktidara aday olan farklı gruplar tarafından en ince ayrıntılarına kadar uygulanmaya çalışıldı. Tabii ki farklı sonuçlar alınarak...

Aynı zamanda bu sözünü ettiğimiz modeller, 20'inci yüzyılın tek başarılı proleter devrimi olan 1917 Devriminin tecrübesini belleklerden sildi.

Şehir terörizmi, gerilla hareketi, silahlı mücadele, iç savaş gibi yöntemler devrimci mücadele biçimlerinin en çok kullanılanları haline geldiler.

Gerçek devrimin, aynı zamanda büyük bir toplumsal kurtuluş olduğu unutuldu.

Milyonlarca insanın tüm kişisel yeteneklerini, çok büyük isteklerini, hayatlarında ilk kez elde ettikleri tüm girişim ve yargı olanaklarını -ki bunlar bir halkın ulus seviyesindeki güçlerinin de üstüne çıkmasını olanaklı kılar- seferber edip ön plana çıkardıkları unutuldu.

Yüzyılın gerçek anlamıyla tek modern devrimi olan 1917 proleter devrimi -ki bu, tek bilinçli devrimdi- ile 1917'den bu yana yer alan milliyetçi ayaklanmalar arasında dağlar kadar fark vardır. Çünkü bunlar hem hedefler hem de siyasi olanaklar açısından devrimci yöntemleri çok gerilere çekmişlerdir.

Bu sözünü ettiğimiz devrimler, her ne kadar şu ya da bu düzeyde bolşevizmden almış oldukları kelimeleri kullansalar bile, örneğin ordularında "siyasi komiserleri", sokak ya da binalarda "mahalle komiteleri", bazen "halk milisleri"nden ve bunun gibi bir sürü şatafatlı sözlerden dem vursalar da -ki genelde bunları kitlelerin yürütme ve askeri denetiminin yokluğunu saklamak için yapıyorlar- en iyi şekliyle bile bolşevik tipi devrime değil Garibaldi tipi devrime benzerler.

Fakat Garibaldi'den bile ayrılan yönleri vardır: Çünkü demokrat bir burjuva olan Garibaldi, kitleleri İtalya'nın birleşmesi için silaha sarılmaya çağırdığında, 20'inci yüzyılın milliyetçi küçük burjuvaları kadar kitleleri denetim altına alma sanatına sahip değildi. Sonuçta Garibaldi onlardan daha çok riski göze alıyordu. Çünkü kitlelerden daha az korkuyordu.

Aslında milliyetçi burjuvalar kitleleri denetim altına alma sanatını kendi başlarına öğrenmediler. Onlara bir aracı gerekiyordu.

Lenin'in yöntemlerinin karikatürü: O'nun siyasetini uygulamadan, O'nun yöntemlerini uyguluyorlar

1917 Devriminden bu yana geçen zaman içerisinde, özellikle 1920'li yıllarda proleter devrimler şiddet yoluyla ezildiler ve ardından da dünyada eşine rastlanmamış bir gerici dönem yaşandı. Bir tarafta faşizm, diğer taraftaysa Stalinizm bulunmaktaydı.

Stalin sultası altında yozlaşıp bürokrasinin eline geçen işçi devleti, ulusal bağımsızlıkları için mücadele eden tüm milliyetçiler için bir ulusal bağımsızlık modeli oluşturdu.

Stalinizm, önceleri SSCB'de olmak üzere, devrimci şiddeti amacından uzaklaştırıp kitlelere karşı bir silaha dönüştürdü. Stalinizm, aynı zamanda işçi sınıfı hareketi içerisine terörist uygulamaları soktu.

1917 Rus Devrimi, bolşeviklerin 15 yıl boyunca Çarlığa karşı verdikleri yasadışı mücadelenin, 1905 ve 1917 devrimlerinin sağladığı birikim ve oradan Komünist Enternasyonal'in oluşmasına yol açtı. Şimdiye kadar dünyada ulaşılmamış bir büyük devrimci birikim oluştu.

Bu devrimci birikim; sınıf mücadelesinin yasal ve yasadışı çalışmalarını, orduda devrimci ajitasyonun yapılma şekillerini, ayaklanma sanatını hatta üç yıl sürüp başarıyla sonuçlanan bir iç savaş deneyimini vb; yani devrimci deneyimi oluşturan bir siyasi birikimdi.

Dünya işçi sınıfı hareketi başına büyük bir bela olan Stalinist önderlik kısa zamanda Üçüncü Enternasyonal'in yönetimini ele geçirerek bu devrimci birikimi milliyetçi önderlere aktarmayı görev saydı. Bunu tabii ki kendi yöntemleriyle yaptı.

Büyük özverilere dayanan komünist militanların profesyonelliği, milliyetçilere içi boşaltılarak aktarıldı. Yani temel amaç olan kitlelere en demokratik şekilde bağlanarak onların isteklerini, duygularını öğrenerek tüm şartlarda, anında kitlelerin siyasi ve örgütsel ihtiyaçlarına yanıt veren bir parti inşasından vazgeçildi.

İşte Leninist yöntemler -daha doğrusu bu yöntemlerin karikatürü- bu şekilde, siyasi özleri boşaltılarak aktarıldılar. Halbuki leninist yöntemlerin geçerliliği ancak leninist siyasetle doğrulanabilir.Sömürge ülkelerinden gelen birçok milliyetçi örgüt militanı, Komünist Enternasyonal'e katıldılar. Burada leninist yöntemi değil, yerine -sahtekarlıkla amacından saptırılmış bir yöntemi- Stalinist terörist yöntemlerini öğrendiler.

Mao Çetung, Çu En Lay, Ho Şi Min ve onlar gibi birçok kadrolar 1926-27 yıllarında Komünist Enternasyonal tarafından yetiştirildiler. Bürokratikleşmiş Enternasyonal'in şeflerinin emirlerine gözü kapalı uyarak kendilerine "komünist" demeyi öğrendiler. Örgütlerini kitle örgütlerine dönüştürmeyi öğrendiler; fakat partilerini ve kitleleri burjuva Komintang katillerine teslim ettiler. Çok keskin, çok mücadeleci ve çok maceracı yöntemlerin en çıkarcı siyasetler için kullanılmasını öğrendiler. Öğrendikleri bu yöntemleri sonradan kendi siyasi çıkarları için uygulamakta hiç zorluk çekmediler.

Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)

Çinli milliyetçiler için geçerli olanlar aynı kuşak diğer milliyetçiler için de geçerlidir.

Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) büyük ölçüde aynı mirasa sahiptir. Tabii ki Bin Bella ve taraftarları bir sonraki kuşağa aittirler. Fakat onlar da Messali Hadj'ın kadroları tarafından "yetiştirilmişlerdir." M. Hadj'ın partisiyse, 1926'da Fransız Komünist Partisi'nin, Fransa'da Cezayirli göçmen işçiler arasında kurduğu Kuzey Afrika Yıldızı'ndan gelmektedir.

Bu şekilde Cezayirli milliyetçiler, Komünist Enternasyonal'in geliştirdiği tüm gizlilik şartlarını, korunma önlemlerini, örgüt yöntemlerini öğrenmiş oldular. Fakat bu milliyetçi önderlerin ne komünizmle ne de sosyal devrimle ilgileri yoktu. Onlar profesyonel devrimciliği kendilerine göre uyguladılar.

Stalinist önderliğin yönetime geçen Komünist Enternasyonal militanları, elde ettikleri yöntemleri 30 yıl sonra ve belirli aşamalardan geçerek UKC'nin milliyetçi burjuva hedefleri doğrultusunda kullanıldılar.

Gazeteci yazar Yves Corriere, Cezayir ile ilgili kitabında FLN'nin Fransa'daki Cezayirli halk arasında para toplamak için nasıl bir yöntem uyguladığını şu şekilde anlatıyor:

"Fransa'da kitleleri denetim altına alma hiç değişmeyen bir yöntemle oluyordu. Önceden bir "Arap" oteli tespit edilir. Cephe o otele bir ajan yerleştirir. Ajan, şeflerine otelde kalanların görüşlerini, kurtuluş savaşı ile ilgili ne düşündüklerini, aldıkları ücretleri, aile durumlarını bildirir. Ardından bir gece başka bir bölgeden, Paris'in başka bir semtinden ya da Lyon şehrinden bir komando gelir ve "gezici bir toplantı" düzenler. Bu bilgilendirme kampanyasının konuları Messali'nin ve örgütü MNA'nın devrime katılmadığını ve cephenin hem Cezayir'de hem de dışta yerine getirdiği görevleri anlatmaktır.

Komando adına konuşan sözcü, mücadeleyi cephenin verdiğini, bu nedenle cephenin arkasında yer almalarını ve yardım için para vermelerini söylüyordu. Ardından o otel ya da barakada kalanlar arasından cepheyi temsil etmek için birisi "gelişigüzel" görevlendirilirdi. Tabii ki "gelişigüzel" numarasıyla her zaman görevlendirilen temsilci, FLN'nin birkaç hafta önce oraya yerleştirdiği ajan oluyordu. Ardından on gün sonra komando denetim ziyaretinde bulunuyordu. Bu ikinci ziyaret genellikle "kafa tutanları" ikna etmeye -"sopa" çok etkili oluyordu- yarıyordu! Eğer içlerinden birisi polise ya da MNA'ya ihbar edecek olursa acımasızca öldürülürdü."

FLN yöneticileri, -ki bu insanlar kendilerini ileride kurulacak devletin yöneticileri olarak görüyorlardı- işte bu gibi yöntemlerle Fransa'daki Cezayir'li proleterler arasında aidat toplarlar ve taraftar bulurlardı. Bu aidatları ileride kuracakları devletin vergisi gibi görüyorlardı.

İşte milliyetçilerin kitlelere dayanmaktan kastettikleri budur!

Tabii ki bu yöntemler sonuç veriyordu. Ama bunun nedeni, aptal sömürgecilerin iddia ettikleri gibi yalnızca terörist yöntemlerden kaynaklanmıyordu. Fransız ordusu ve polisi çok daha üst düzeylerde terörizme başvurmasına karşın sonuç elde edemedi.

Sonuçta işçiler iki terörizm -yani sömürgecilerin terörizmi ile sömürgecilere karşı mücadele verenlerin terörizmi- arasından birini seçmeye zorlandılar.

Reformist ve tutucu bir siyaset için uygulanan radikal yöntemler

Devrimci şiddeti kullanmayı benimseyen bu hareketlerin tümünde görülen ortak bir yön, keskin yöntemleri -terörizm ve silahlı mücadele- çok ılımlı, hatta tutucu bir toplumsal ve siyasi programa alet etmeleridir.

Çoğu zaman toplumsal programları bile yoktur. Bu milliyetçi örgütlerin bazıları açıkça komünist düşmanı olduklarını belirterek sınıf mücadelesinin, ulusal mücadeleye ihanet etmek olduğunu söylerler.

Diğerlerine gelince, örneğin Şili ve Güney Afrika komünist partileri dahil -ki bunlar silahlı mücadeleye katılıyorlar- kullandıkları kelimelere çok dikkat ediyorlar; bildirilerinde, programlarında ve oluşturdukları siyasi ve askeri ortak cephelerde proletarya ve sınıf mücadelesiyle ilgili hiçbir söz söylememeye çalışıyorlar.

İş bununla da kalmıyor. Bu hareketler siyasi hedeflerinde bile hiçbir zaman gerçek iktidarı ele geçirmeye ve savaştıkları rejimi yıkmayı amaçlamıyorlar.

Kastro gibi bazı milliyetçiler, gerçek anlamda milliyetçi devrimciler olarak -yani iktidarı ele geçirmek hedefiyle- hareket ettilerse de, bu diğer büyük çoğunluk için geçerli değildir.

Örneğin 1983 yılı sonunda Yurtsever Askeri Cepheyi oluşturarak silahlı mücadeleye girişen Şili Komünist Partisi'nin tek amacı, Pinoşe'ye karşı olan burjuva muhalefetince taraf olarak kabul edilmekti.

Bu yıl (1986), Yurtsever Cephe'nin, Pinochet'ye karşı girişilen suikasti üstlenmesinden iki ay önce, Komünist Partisi bir basın toplantısı sırasında, bundan böyle Pinochet'nin katılmadığı bir geçici askeri hükümeti kabul ettiğini açıklamıştır. Yani 1973 askeri darbesini yapan generaller çetesinden oluşan bir hükümeti kabul etmeye hazırdır.

Her ne kadar Şili Komünist Partisi bundan böyle -silahlı mücadele ya da şehir terörizmi dahil- tüm mücadele yöntemlerini benimsediğini söylese de sonuçta en çekingen ya da en tutucu burjuva muhalefetinin peşine takılıyor.

Kendilerine devrimci diyen milliyetçi hareketlerin çoğu -ki son on yıl içerisinde uzun vadeli gerilla hareketleri oluşturdular. Onları destekleyen kitlelere bunun bedeli çok ağır olmuştur.- iktidarı kendileri ele geçirmeyi hedeflemiyorlar. Amaçları, diktatörlüğe karşı mücadele etmeyen burjuva kesimleriyle iktidarı paylaşmaktır (Halbuki radikal devrimciler halk adına mücadele ettiklerini iddia ediyorlar).

Bu sözünü ettiğimiz hareketler halkı mücadele etmeye ve ölmeye çağırıyorlar. Fakat zafere ulaşılır ulaşılmaz, iktidara, mücadeleye hiç katılmayan güçleri getiriyorlar.

Örneğin bugün, yıllardan beri aşırı kan akıtılmasına yol açan Salvador'daki gerilla hareketi, iktidardaki Napolyon Duarte hükümetine -ki bu hükümete karşı silahlı mücadele veriyorlar- "ulusal dialog" çağrısında bulunuyor.

Salvador Kurtuluş Cephesi önderleri böyle yapmakla, tıpkı Nikaragua'daki Sandinistleri örnek alıyorlar. Çünkü Sandinistlerin zaferden sonra yaptıkları ilk iş, kitleleri öz komite ve konseylerini kurmaya ve iktidarı ele geçirmeye çağırmak olmamıştır. Tam aksine hükümet oluşturmak için bazı burjuvalara başvurmuşlardır.

Bir de yarı yolda vazgeçenler vardır.

Bu milliyetçi örgütlerin, ulusal bir devlet kurma mücadelesi çizgisinde izledikleri taktik; önce terörizm ve şiddet eylemleriyle, savaş uygulamalarıyla, düşmanlar ya da emperyalist güçler nezdinde kendilerini halklarının tek temsilcisi olarak kabul ettirmektir.

Bu hedefe ulaşabilmek için, bir çeşit savaş içinde savaş uygulama gereği doğuyor; yani rakip diğer milliyetçi örgütleri safdışı bırakabilmek için ya onları silah zoruyla yok ederler ya da onlara güçlü olanların kanununu uygularlar.

Diğer örgütler üzerinde hakimiyet kurdukları an, savaştıkları düşman güçler onların temsil yetkilerini kabul etmişlerdir. Bazen bu milliyetçi hareketler bununla yetinmeyi tercih ederler ve ulusal, yurtsever mücadeleden bile vazgeçerler.

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ): Toprakları olmayan bir devlet aygıtı

Yaser Arafat yönetimindeki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), bu çelişkilerin en üst noktaya çıktığı, mücadeleci bir milliyetçi örgüttür.

FKÖ'yü oluşturan örgütlerden özel olarak Arafat'a bağlı El Fetih Örgütü -ki bu örgüt en önemlisidir -yirmi yıldan beri silahlı mücadele yürütüyor. Yine yirmi yıldan beri FKÖ'ye bağlı gizli gruplar suikast, bombalama, uçak kaçırma, rehin alma eylemleri yapıyorlar ve İsrail sınırları içerisinde komando operasyonları düzenliyorlar. Fakat yirmi yıldan bu yana Filistinliler'in mücadelesi bir sürü yenilgiye uğradı. İlk önceleri Filistin halkı Ürdün'de Kral Hüseyin ordusu tarafından ezildi. Sonra Lübnan'da birkaç kez İsrail'in bombardımanlarına ve -unutmamak gerekir- Suriye'nin de bombardımanlarına maruz kaldı!

Fakat Filistin davası gittikçe umutsuz bir duruma düştükçe, Filistin'li savaşçıların yoksul Arap kitlelerinde yarattıkları ümitler azaldıkça, FKÖ ve önderi Arafat dünyaya hakim olanlar nezdinde yardım görmeye ve gittikçe saygıdeğer olmaya başladı.

Tabii ki FKÖ her zaman halkı tarafından göreceli olarak denetlenebilmiş, fakat aynı zamanda Filistin davasını "desteklediğini" iddia eden gerici bir sürü Arap devletlerinin desteğine bağımlı kalmıştır. Bu Arap devletleriyse, Filistin halkı ne zaman güçlenirse onu bombalar altında ezmekten hiç çekinmemişlerdir.

FKÖ'nün halkın denetiminde olmaması, O'na, uğradığı yenilgilerin sonuçlarından kurtulmasını sağlamıştır.

1964'te kurulan FKÖ, zaman içerisinde toprakları olmayan bir devlet haline gelmiştir; gittikçe maddi olanak ve zenginlikleri artmıştır.

Yukarıda söylenenleri biz değil, FKÖ'nün kendisi söyleyip övünüyor.

Yaser Arafat nezdinde sorumlu birisi, -yani bir başbakan- yeni çıkan bir makalede (Filistin Araştırma Dergisi 1986 sonbahar sayısı: "FKÖ'nün Örgüt Mekanizmaları") örgüt yapısını anlatıp bir tür zafer bilançosu çıkarıyor.

Yazıda şunu söylüyor: "22 yıl içerisinde FKÖ kendisini Filistin halkının kanuni temsilcisi olarak kabul ettirmiştir. Bugün bir devlet seviyesine ulaşmıştır".

35 sayfa boyunca Yaser Arafat'ın temsilcisi, toprağı olmayan bu devletin gücü ve zenginliği ile ilgili haberler veriyor! Bu devlet dünya üzerinde 63 diplomatik temsilciliğe, yabancı ülkelerde bir sürü temsilciliğe, BM'de ve UNESCO'da istihbarat bürosuna ve 5 bin memura sahiptir; yıllık bütçesi 300 milyon doları bulmaktadır. Paralar, FKÖ ile anlaşma yapmış Arap devletlerinden, gerek FKÖ memurları gerek Arap devletleri tarafından Filistinli göçmenlerden alınan vergilerden, ABD'ye, Güney Amerika'ya ya da Avrupa'ya yerleşmiş zengin Filistinliler'den, bir de Körfez ülkelelerinde, Kuveyt'te, Suudi Arabistan'da mühendis, profesör, avukat ya da bankacı olarak çalışan Filistinlilerin yaptıkları yardımlardan geliyor.

Bu zengin ve varlıklı Filistin göçmenleri FKÖ Ulusal Yönetiminde temsil ediliyorlar. FKÖ Anayasasının 25'inci maddesine göre radikal bir milliyetçi, görüşleri savunanlar ve maddi yardımda bulunanlardır.

FKÖ Anayasası, sosyal hizmetleri, sosyal sigortası, adaleti ve cezaevleri ile gerçek bir devlet oluşturuyor. 1979'da 468 maddelik bir ceza kanunu oluşturuldu. Bu kanunlar kamu güvenliği, kamu ve özel mülkiyetin korunmasıyla ilgilidir.

Kısacası emperyalist demokrasilere ve BM'ye layık bir devlet.

FKÖ devletinin en son -en değersiz değil- kozuysa Filistin sanayisidir. Çünkü Filistinli göçmenler bir vatan elde edememiş olsalar bile Filistin malları üretmeyi başardılar.

FKÖ "iktisadi" bölümünün en önemlisi SAMED'dir (anlamı ise sarsılmaz istek).

SAMED 1970'de Ürdün'de bazı atölye ve mesleki eğitim merkezlerini bir araya getiren küçük bir teşkilat olarak kurulmuştur. Bu teşkilat dul ve yetimlere iş vermeyi amaçlıyordu. İlk kuruluş sermayesi olan 6 bin dolardan bugün 50 milyon dolara ulaşmıştır ve 30 ülkede yan kuruluşları vardır. 1985'de İsrail'in Beyrut'u işgalinden sonra 14 milyon dolar kaybı olmuştur.

SAMED'in Lübnan'da 43 işyeri ve 3 bin 489 ücretli çalışanı vardır. Yok edilen bu işyerleri yeniden inşa edildiler ve şu anda bazı ülkelerle yapılan anlaşmalar sonucu, sanayi faaliyetleri Güney ve Kuzey Yemen'de, aynı zamanda Polonya, Romanya ve Mısır'da yapılıyor.

SAMED "Filistin ürünlerini pazarlamak" için farklı ülkelerde fuarlar açıyor ve enternasyonal sergilere katılıyor.

Filistin halkı bir ülkeye kavuşamadı fakat bir devlet aygıtına kavuştu.

Evet, nasıl sendika bürokrasisi varsa bir silahlı mücadele bürokrasisi de vardır ve tüm devlet bürokrasilerinde olduğu gibi silahlı güçler bürokrasisi halk denetimine diğerlerinden daha uzaktır.

Sonuçta bilanço şudur: Filistin halkı, önderlerinin tespit ettiği milliyetçi hedeflerle -Filistin topraklarını geri alma- tuzağa düşürülmüştür.

Birçok Arap ülkesinin dört bir köşesindeki kamplara yerleşen Filistin halkı Ortadoğu'nun toplumsal devrimci mayasını oluşturabilirdi. İğreti sorunlarla ayrılmış bulunan Arap ülkelerinde, Kuzey Afrika (Magrib) ve Ortadoğu'da ondan birşeyler bekleyen yoksul Arap ülkeleri için bir çekim merkezi olabilirdi.

Fakat FKÖ liderleri Arap dünyasının başarılı sosyal devriminin önderleri olmayı istemeyip, başarısız bir milliyetçi devrimin önderleri olmayı tercih ettiler. Arafat tek mümkün olan devrimin -sosyal devrimin- önderi olmaktansa, yenilen bir halkın önderi olmayı; dünya düzeninin hakim kılınmasını kabullenmeyi tercih etmiştir.

Bu tercihse Arafat'ı küçücük bir devletin başı olmaya getirmiştir. Fakat sonuçta Filistin halkı iki kez özgürlüğünü kaybetmiştir: İlkinde İsrail devleti, ikincisindeyse Filistin devleti tarafından ezilerek.

Silahlı mücadeleyi benimseyen milliyetçi örgütlerin uyguladıkları siyaset ve yöntemlerden bazı örnekler

Milliyetçi örgütlerin iktidarı ele geçirme stratejilerinin somut olarak nasıl oluştuğunu, sınıf içeriğini ve siyasi sınırlarını belirtmek için son yıllarda uygulanan birçok örneği verebiliriz. Fakat kendimizi, son on beş yılda yer alan dört örnekle sınırlayacağız.

Bu örnekler her ülkedeki durumu, silahlı mücadeleyi yöneten grupların konumu ve kitlelerle kurabildikleri ya da kuramadıkları bağlar açısından farklı örneklerdir.

İlk örnek Uruguay'daki Tupamaroların örneğidir. Bu grup şehirlerde eylem yapan ve hiçbir zaman kitleler arasında kök salmayı başaramayan, fakat kitleler nezdinde önemli bir sempati toplamasına karşın emekçiler harekete geçtiğinde diğer klasik reformist partilerin siyasetinden farklı bir siyaset önermekte aciz kalan bir gruptur.

İkinci örnekse, başlangıçta çok küçük bir örgüt olan, fakat kitleleri peşine takarak tüm ülke çapında iç savaşı yayarak iktidarı ele geçiren Nikaragua'daki Sandinistlerin örneğidir.

Diğer iki örnekse şu andaki dünyanın gündemiyle ilgilidir. Birisi, şehirlerde ayaklanan kitlelerin desteğini alan ve kazanmakta olan Güney Afrika'daki ANC'dir (Afrika Ulusal Konseyi).

İkinciyse yıllardan beri gerilla hareketine dayanarak ülkenin bir kısmını denetimi altında bulunduran Filipin Komünist Partisi'dir. Fakat Filipin KP'si kitlelere yararlı eylemler yapmaktan aciz görünüyor. Örneğin askeri diktatörlüğün yıkılmasının ardından dokuz ay geçmesine karşın -ki bu diktatörlüğün yıkılmasında Filipin KP'si en küçük bir rol bile oynayamamıştır- kitlelerin yeni bir askeri darbeye karşı hazırlıklı olmalarına hiçbir yardımda bulunamıyor.

Tüm durum farklılıklarına karşın bu sözünü ettiğimiz hareketlerin ortak yönleri; şu ya da bu düzeyde silahlı mücadeleye girişmeleri ve yalnızca ülkeleriyle sınırlı rejim değişikliğini amaçlayan milliyetçi örgütler olma özellikleridir.

Bu farklı örneklerde her zaman aynı şeye tanık oluruz: Bu milliyetçi örgütlerin asıl amaçları savaşmaktır. Ama aynı zamanda kitlelerin kendi öz örgütlerini inşa etmelerine, örgütü denetimleri altında bulundurmalarına ve kitlelerin gerçek silahlı iktidarına kesinlikle izin vermemektir.

Çünkü bu hareketler, tüm farklılıklarına karşın, yarı bilinçli bir şekilde şundan çok korkuyorlar: İktidarı ele geçiren halk, artık iktidarı kimseye kaptırmak istemeyebilir.

Tupamarolar: Terörist eylemlerden reformist ihanete

Bundan yirmi yıl önce tüm dünyaya kendilerini Tupamarolar diye tanıtan Uruguay'lı bazı kişiler hiç beklemeden silahlı mücadele başlattılar.

Bu kişilere göre söylenecek ya da yazılacak bir şey kalmamıştı. Çünkü Kastro pratikte ne yapılması gerektiğini göstermişti. Onların amacı Raul Kastro'dan alıntı yaparak söyledikleri gibi "büyük devrim motorunu harekete geçirecek olan küçük motor" görevini üstlenmekti. Bu fikir kuşkusuz hoş bir şeydir. Bu kişiler, halkın da gönlünü kazanmasını bilmişlerdir.

Örneğin bir yılbaşı akşamı yirmi civarında genç bir kamyon hindiye el koyup onları yoksul gecekondu sakinlerine dağıtmışlardı. Başka bir gün ise bir tiyatrodan, ordunun ödünç verdiği bir düzineye yakın silah ile yirmi civarında üniformayı yürütmüşlerdi.

1968'de polisle şiddetli çatışmalar olmuştu. Temmuz ve Ağustos aylarında polis birkaç öğrenciyi öldürmüş; birkaçını da yaralamıştı. Aynı dönemde farklı işkollarındaki bazı işçiler grevdeydiler. İktidar, sosyal huzuru sağlamak için sert bir şekilde tepki gösterdi.

Haziran sonu ve Temmuz ayı başında banka çalışanları, elektrik şirketi (UTE) işçileri, su işleri, petrol, çimento ve alkol işkolları işçileri "askeri makamlar yetkisine" bağlandılar ve 50 civarında sendikacı tutuklanıp bir kışlaya kapatıldı.

Buna tepki olarak Tupamarolar, kendilerine has "patlayıcı" yöntemlerle işçilerle dayanışmalarını gösterdiler. Cumhurbaşkanı'nın konuşma yapacağı radyo istasyonunu havaya uçurdular; UTE elektrik şirketinin -bir hafta önce bu şirket ordunun denetimi altına girmişti- genel başkanını kaçırdılar.

Bu kaçırma olayını işçiler ve öğrenciler alkışladılar. Seferber edilen 300 bin kişilik polis gücü -yani Montevideo polis güçlerinin yarısı- ne genel başkanı ne de herhangi bir Tupamaro militanını bulabilmişti.

Sözünü ettiğimiz tarihten sonraki aylarda da Tupamarolar polislerin ve hükümetin tüm gayretlerini boşa çıkardılar; halk arasında büyük bir sevgi elde ettiler.

Örneğin Monty kredi şirketinin altı tane hesap defterini ve 6 milyar pesosunu yürüttüklerini açıklamaları neşeyle karşılandı. Şirket bu hırsızlık olayını polise duyurmadığı için önce onun aleyhine dava açıldı. Tupamarolar yürüttükleri defterleri içtenlikle açıkladıklarında önemli iktidar yetkililerinin para yolsuzluklarına karıştıkları ortaya çıktı.

Ardından birkaç gün geçtikten sonra bir gazinoda, ülkede gerçekleştirilen en büyük gasp olayı yaşandı. "Polis" kılığına giren bir grup, gazinoya girdiler ve içerisinde 55 milyar pesos olan kasayı alıp gittiler. Ardından birkaç gün sonra gasp olayını yapan kişiler gazino çalışanlarına bahşişlerini geri vermeyi önerdiler.

Üç ay sonraysa komandolardan birisi bir radyo istasyonunu yarım saat süreyle işgal etti ve kaçarken her tarafın mayınlarla donatıldığını yazan bir pankart bıraktı. Polisler içeriye girmeye korktukları için bir direği bombalamayı tercih ettiler ve böylece Montevideo şehrinin büyük bir kısmını elektriksiz bıraktılar.

Ardından birkaç gün sonra yayını durdurulan bir gazeteci özür dileyen bir mektup aldığı için çok memnun kaldığını belirtti.

Yani anlatılanlardan ortaya şu çıkıyor: Tupamarolar'ın eylemleri halk tarafından iyi karşılanıyordu.

Buna paralel olarak emekçilerin mücadeleleri sürüyordu. Et üretim sektöründe çalışan 20 bine yakın işçi 1969 yılında üç ay grev yapmıştı. UTE elektrik işçileri de greve gittiler.

Ordunun uyguladığı baskılar, tutuklamalar ve hapse atmalar diğer emekçilerin mücadelesini engelleyemedi.

Banka çalışanları, zorla işbaşı çağrısına uymadıkları için bir süre askeri eğitime mahkum oldular. Tupamarolarsa bankalar yönetiminin bir üyesini kaçırıp, serbest bırakılması için, işten atılan binlerce banka çalışanının işe geri alınmasını şart koştular. Bu isteklerini elde edemediler, fakat kaçırdıkları kişiyi serbest bırakarak et üretimi yapan işçilerin sendikasına ait bir kliniğe çok önemli bir para yardımı yapılmasını sağladılar.

UTE işçilerinin grevine karşı baskı yapan bahriyelilerin kışlasına bir Tupamaro komandosu saldırı düzenledi ve görevli bir askerin de desteğiyle kışlayı ele geçirdi.

Bu görevli asker, komando ile birlikte ayrılmadan önce bir mektup yazarak asker arkadaşlarına seslenip, onun gibi yapmalarını, greve karşı koymamalarını ve "silahlarıyla birlikte yurtseverlerin saflarına geçmelerini" istedi ve mektubu kışlada bıraktı. Fakat yalnızca "insanın onurunu yitirmesine sebep olan üniforma" ve "yarınki özgür ve adaletli Uruguay'dan" söz etmek, ordu içine devrimci tohumlar atmaya yeterli değildi.

Tupamarolar, üniforma altında olan askerlere sınıf açısından seslenmeyi, askerliklerini yapan ezilen işçi ve köylüler olduklarını söylemediler. Onların sınıf duygularına seslenip, onları grevleri bastırmaya gönderen subaylarına bu nedenle itaat etmemelerini söylemeyi hiç düşünmediler.

Tupamarolar böyle bir sınıf tavrını koyamadılar. Bunun nedeniyse, halk arasında çok sevilmelerine karşın, ezilenlerden çok uzakta olmalarıydı. Şüphesiz, birkaç burjuvayı ve büyükelçiyi "halk cezaevleri" diye adlandırdıkları yerlere hapsetmekle, burjuva toplumuna son vermekte olduklarına inanıyorlardı. Halbuki yaptıkları burjuva ilişkilerini çok küçük bir model olarak tüm çarpıklıklarıyla yeniden üretmekti.

Örneğin eski bir Tupamaro danışmanı "aslında yaptıklarımız, kurulan alt yapı, devrimci bir orduyu değil, küçücük bir devleti destekliyordu" dedi.

Yaptıkları "küçücük devlete" öyle çok benziyordu ki -onların kendi deyimi ile- "sempatizanları çok sıkı kontrol edip, çok koyu bir askeri disiplin uygulamak için" tüm sempatizanları bir araya toplayıp, bir barınakta saklamışlardı. Böylece cezaevlerine ek olarak askeri kışlalar da oluşturmuş oldular.

Daha önce söz ettiğimiz gibi bu dönemde Uruguay'da işçi sınıfı çok mücadeleci bir konumdaydı. Söz konusu olansa, emekçilerin örgütlenip kendilerini savunmaları, hiç değilse baskıları etkisiz hale getirmeleriydi. Fakat Tupamarolar hiçbir zaman varolan etkinliklerini kullanıp, bu yönde emekçileri örgütlemeye çalışmadılar. Hele hele emekçilerin kendi kendilerini savunmalarını öğrenmeleri için hiçbir girişimde bulunmadılar.

Tabii ki grevde olan elektrik şirketi ve banka emekçileri, patronlarının kaçırılmalarını olumlu karşılamışlardı.

Fakat o ortamda yapılması gereken, ordu ve polis tarafından kırılan grevleri örnek göstererek işçi sınıfı içerisinde, her yeni grevde emniyeti sağlamak için grev koruma güçlerini -gerekirse silahlı- yaratma gerekliliğine vurgu yapmak ve böylece tüm emekçilerin mücadeleye katılıp, kendilerini polis ve ordu karşısında güçsüz hissetmemelerini sağlamaktı.

Her grev ve her yürüyüş böyle doğru bir fikri yayıp, emekçilerin bunu hayata geçirmesini sağlamak için bir fırsattı.

Devrimci militanlar en kararlı emekçilerle birlikte bir grevden başlayıp, sonra başka grevlerde de böyle savunma birimleri yaratıp, pratikte bu birimlerin yararlarını ve gerekliliğini gösterebilirlerdi.Böylece en kararlı ve mücadeleci emekçiler diğer işyerlerindeki emekçilere -onlar da greve gittiklerinde- örnek oluşturup, onlara cesaret verebilirlerdi.

Devrimciler mümkün olduğu kadar grev sırasında oluşan bu gibi savunma birimlerinin grevden sonra da sürdürülmeleri için çaba gösterebilirlerdi. Farklı işyerlerindeki ve farklı şehirlerdeki bu ayrı birimleri birleştirmeye çalışabilirlerdi.

Fakat böyle bir şeyi -kimse- ne Komünist Partisi, ne ona bağlı olan tek konfederasyon Emekçilerin Ulusal Birliği (Konvention) ne de Tupamarolar işçi sınıfına önermişti.

Halbuki Tupamarolar silahlı eylemlere geçmeye hazır insanlar bulmuşlardı. Bu militanları işçi sınıfı içerisinde çalışmaya ve duruma göre silahlı ya da silahsız birimler oluşturmaya pekala ikna edebilirlerdi.

Eğer sözünü ettiğimiz böyle bir devrimci çizgiyi işçi sınıfına önerecek kararlı devrimciler olmuş olsaydı, Komünist Partisi'nin reformist siyasetine rest çekmek mümkün olacaktı.

Fakat Tupamarolar bir yandan solu ılımlı olmakla suçladılar; ama diğer yandan işçi sınıfı içindeki alanı reformistlere terk ettiler.

Tupamarolar'ın o zaman doğru olarak dile getirdikleri şuydu: "Silahlı mücadeleye kendini hazırlayan hiçbir parti devrimci olduğunu iddia edemez". Fakat şunu da eklemek gerekirdi: Bir örgütün silahlı mücadeleye karar vermesi, o örgütü otomatik olarak devrimci bir proleter örgüt yapmaz.

Sözünü ettiğimiz yıllardan sonraki yıllarda, yukarıda söylenenler Uruguay işçi sınıfı için belirleyici olmuştu.

Takip eden iki yıl içerisinde 1970 ve 1971'de bir günlük grevler olmuştu. Tupamarolar ise eylemlerine, yani gasp olaylarına, silah çalmalara, işkenceci bir polisin öldürülmesine, birkaç sanayicinin kaçırılmasına, bir de evrensel yankı uyandıran önemli bazı kişilerin, örneğin: Montevideo Polisinin "danışmanı" bir FBI ajanının kaçırılmasına -ki bu ajanı Ağustos 1970'de infaz ettiler- devam ettiler.

Bu arada "infaz timleri" ortaya çıktı ve birkaç öğrenci ile bir işçiyi infaz ettiler. Tupamaroslar ise bu "infaz timlerinin" bazı üyelerini infaz ettiler. Fakat sonuçta emekçiler arasında şu fikir gelişti: Faşizan silahlı güçlere ya da orduya karşı mücadele ancak çok çok gizli, çok miktarda parası olan ve birçok modern silaha sahip gruplar tarafından yapılabilir -Tupamaroslar gibi-.

Tupamarolar en sonunda emekçilere seslenmeye karar verdiklerinde, onlara Kasım 1971'de "iyi oy kullanmalarını" söylediler. "İyi oy verme" dedikleriyse, Komünist Partisi'nin, Hristiyan Demokrat Parti'nin, muhalefetteki iki burjuva partisinin oluşturduğu ve cumhurbaşkanı adayı emekli bir general olan bir Cephe'ye -sonuçta bir generale- oy vermekti.

Böyle bir burjuva seçim koalisyonunu teşhir etmek gerektiğinde Tupamarolar yapacak başka birşey bulamamış gibi onu desteklemeye karar verdiler.

Tupamarolar ayrı bir şekilde örgüt oluşturmalarının gerekçesini reformistlerin bir işe yaramadığıyla açıkladılar. Askeri yönden son derece kararlı olduklarını gösterdiler. Fakat tam zamanı gelen bir dönemde reformist Komünist Partisi'nin siyasetini teşhir edip, O'nun aygıtını silebilecekleri bir dönemde siyasi cesaretten yoksun olduklarını gösterdiler ve böyle bir siyaset önermediler.

Tabii ki Tupamarolar silaha sarılmışlardı. Fakat bu yalnızca onlar için iyiydi. İşçi sınıfı için bir işe yaramıyordu. Sonuçta bomba ve tabanca kullanmanın reformist olmayı engellemediği ortaya çıkıyor.

Tupamarolar'ın bu ihaneti, tıpkı reformistlerin ihaneti gibi emekçiler için cinayet anlamına geldi ve olumsuz sonuçlar doğurdu. Çünkü onlar da seçimlerden sonra gittikçe daha çok yetkiye sahip ordu tarafından, yenilgiye uğratılıp tutuklandılar.

1973'te, ordu parlamentoyu dağıtmaya karar verdiğinde emekçiler buna yanıt olarak tabandan gelen kendiliğinden bir hareketle fabrikaları işgal ettiler. Grev 15 gün sürdü. Fakat çok geç kalınmıştı.

Bu sözünü ettiğimiz grev, emekçilerin mücadele kararlılığının ve cesaretinin hiç eksik olmadığının bir kanıtıdır. Fakat eksik olan, -Tupamarolar dahil- işçi sınıfı olanaklarını kullanacak örgütlerin siyasi cesareti olmuştur.

Tabii ki 1973'te askeri darbe olduğunda artık, Tupamarolar ortalarda yoktu. Hatta o zaman eski güçlerine sahip olsalardı bile ne gibi bir siyaset izleyeceklerini kimse kesin olarak söyleyemezdi. Ordunun birkaç yıl içerisinde hareketi ezebilmesi, Tupamarolar'ın izledikleri siyasetin sonuçlarını bizlere açıkça göstermektedir.

Emekçileri orduya karşı örgütlemeye çalışmadıkları için Uruguay'daki askeri rejim, Latin Amerika'nın en canisi olmuştur ve on bir yıl sürmüştür.

Nikaragua'da Sandinistlerin iktidara gelişleri

1972'de Tupamarolar askeri diktatörlüğün zindanlarında yok edildiler.

1979'daysa Nikaragua'da Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) iktidarı ele geçirdi. Somoza diktatörlüğüne karşı on yıl silahlı mücadele verdikten sonra 1979 Temmuz ayında heybetli bir şekilde başkent Managua'ya girdiler.

Sandinist devrim tartışma götürmez şekilde popüler bir devrim olmuştu.

O yıllarda, şehirlerde ayaklanmaların olduğundan söz edildi. Sandinistlerin iktidara yürüyüş dönemi "uzun süren halk ayaklanması" olarak adlandırıldı.

Gerçekten de Sandinistlerin zaferinden önceki aylarda ve haftalarda önemli şehirlerde çatışmalar ve halk ayaklanmaları olmuştur. Çünkü Nikaragua'da -örneği Çin'de ve Küba'da olduğu gibi- şehir halkı baştan sona kadar çatışmalar dışında bırakılmamıştır.

Görünüşte Sandinist devrim daha çok şehirlerin ve işçilerin devrimi izlenimini verir. Sandinistlerin nasıl zafer elde ettiğini biraz yakından inceleyelim.

Sandinistlerin ilk ayaklanma girişimleri 1977 yılı sonunda olmuştu. Sandinist komandolar birkaç şehirdeki Milli Muhafız kışlalarına saldırdılar.

Fakat Sandinistler başarılı bir şekilde kışlaları elde ettikleri şehirlerde ancak birkaç saat dayanabildiler. Çünkü hiçbir yerde bu saldırıların peşinden halk ayaklanmaları olmamıştı.

Halk, görünüşte yürekten Sandinistleri destekliyor olsa bile, FSLN'ye "bağlanmamıştı".

Şubat 1978'de, aradan birkaç ay geçtikten sonra, Monimbo şehrinin yoksul kızılderilileri Masaya mahallesinde gerçek bir ayaklanma gerçekleştirdiler. Bu ayaklanmada Sandinistlerin bir rolü olduğu görülmesine rağmen, ayaklanma önce tabandan gelen kendiliğinden bir patlama şeklinde başladı.

Bu ayaklanmadan sonra Sandinistler şehirlerdeki güçlerini arttırdılar. Yıl sonuna doğru, 9 Eylül 1978'de şu çağrıda bulundular: "Halk ayaklanmasının zamanı gelmiştir! Herkes sokağa", "Somoza'ya karşı silahlara sarılınız!". Birçok şehirde ayaklanma hareketi başladı.

Sandinistler Le'on, Este'li, Masaya, Chinandega ve Managua şehirlerine ayaklanmayı başlatan silahlı gruplar gönderdiler (toplam sayıları 200'den azdı).

1979'da Sandinist ordu komutanı şu açıklamayı yaptı: Tenseristler (yani hareketin ayaklanma taraftarı eğilimi) bu eylemleriyle "fiilen varolan ve ilerleyen bir ayaklanmanın başını çekmeye" karar verdiler.

O dönemde gerçekten "ilerleyen bir ayaklanma" var mıydı? Cephe içerisindeki diğer eğilimlerin görüşü bu değildi, hatta -halk arasındaki belirli bir mücadeleciliği inkâr etmeden- bu kararın "maceracılık" ve "darbecilik" olduğunu savundular.

O zaman farklı eğilimler arasındaki polemiğin sınırlarını görmek gerekir belki.

Sonuçta, çatışmalar birkaç gün sürdü ve -her yerde- Milli Muhafız ordusunun karşı saldırısı karşısında Sandinist silahlı grupları geri çekilmek zorunda kaldılar. Ele geçirilen şehirler bir bir kaybedildiler.

Fakat şehirlerde -Somoza ordusuna karşı- halkın çoğu silahsız bir şekilde kalmıştı.

Başka bir eğilim önderi, Jaime Wheelock -ileride tarım reformu bakanı olacaktır- bu durum karşısında hayretini belirtti: "İnsanı isyan ettiren bazı açıklamalar duydum. Bazıları özel olarak şunları söylüyorlar: "Silahlı gruplarımız kayıp vermeden geri çekildiler." Ardından da şu soruyu soruyordu; "Ayaklarının ucundaki şehirleri terk edemeyen ölülerin sorumluluğunu kim taşıyor?" Evet ordu beş bin kişi öldürmüştü!

Bir yıl sonra bir gazeteci muhabirin -Francis Pisani- elde ettiği tanıklık şöyleydi: "Ordu intikam almak için Este şehrinin yarısını yaktı. Baskılar ve ölümler, çatışmalar sırasında değil, Sandinistler çekildikten sonra sürdürülen Lizpieza (yani "temizleme") operasyonu sırasında olmuştu." Bu tanık şehrin farklı yerlerindeki tüyler ürpertici baskıları anlatmayı sürdürüyor: "Aileleri evlerden dışarı çıkarıyorlardı ve keyiflerine göre onları infaz ediyorlardı... Askerler evleri sokak sokak yakıyorlardı... Bir başka yerde askerler çocukları bıçakla öldürüyorlardı."

Sandinist ordusu başkanı sonradan bu ayaklanmalardan duyduğu memnuniyeti ifade etti: "Eylül ayaklanmasının siyasi sonuçları çok olumlu oldu. Herkes, o güne kadar göremeyenler dahil, diktatörlüğün hayvanca katliamlarını gördü!" Sonra da mutlu bir şekilde şunu ekledi: "Mücadeleye insanlar yüzlerce gelmeye başladı."

İnsanların rejimin hayvanlığını "anlamaları" için beş bin işçi ve köylünün katledilmesine yol açan "ayaklanmalar" başlatmak gerçekten Sandinistlerin ne kadar utanmaz olduklarını gösteriyor.

Somoza rejiminin ne olduğunu işçilere ve köylülere anlatmak için sanırız başka yöntemler de vardı. Başlattıkları "ayaklanmaların" ne şartlarda yapıldığı göz önünde bulundurulduğunda bunların kesin bir şekilde ezileceğini önceden görmek zor değildir. Sandinistler, baskılardan korkarak kendileriyle birlikte kaçan, yüzlerce hatta binlerce insan içerisinden yeni savaşçılar seçerlerdi. Yeni savaşçılar, daha başka yöntemlerle de seçilebilirdi.

Ne gibi yöntemler uyguladıklarının bir örneğini, 1978 Este'li ayaklanması sorumlusu Ruben şöyle anlatıyor: "Üç Fal (ağır otomatik silah) ile girdik ve 500 kişi çıktık. Ne zaman ki emin bir yere vardık. Kitleler arasında bir düzen kurmaya başladık. Korktukları için bizimle gelenleri bir tarafa ayırdık. Devrimci ve yurtsever duygulara sahip olup sonuna kadar bizlerle mücadele etmeye hazır olanlarıysa diğer tarafa ayırdık. Yaklaşık olarak iki tarafta da eşit sayıda insan vardı. İlk bölümünü aramızdan attık. İkinci bölümeyse sıkı bir siyasi ve askeri eğitim verdik."

Böylece Sandinist cephe Eylül 1978 "ayaklanmalarından" güçlenmiş bir şekilde çıktı. Bu askeri saldırı Sandinist hareketin asıl amacına ulaşmasını sağladı: Somoza sonrası paylaşımda, Somoza'ya karşı olanlar cephesinde belirleyici bir güç olmak.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra da, Haziran 1979'da, Sandinist Cephe, "son taaruza" geçebilecek güce ulaştığına karar verdi.

O tarihten, Temmuz ortalarına kadar orduyla yapılan çatışmalar -bir yıl önce Eylül'de yapılanlardan da daha çok- "klasik" iki ordu arasındaki çatışmalar şeklinde olmuştur.

Sonuçta Sandinistlerin zaferi kitle ayaklanması sonucu olmamıştır. Herşeyden önce, belirleyici çatışmaların olduğu bazı şehirlerdeki halk, şehri tamamen terk etmişti. Örneğin Este'li şehrinde -Francis Pisani'ye göre- en yoğun çatışmaların olduğu dönemde, şehirde kalan sivil halk sayısı bin kişiden daha azdı.

Başkent Managua'daysa Sandinist savaşçıların şehre girmesi halkın ayaklanmasına yol açmadı. Hatta üç hafta süren çatışmalardan sonra savaşçılar şehri terk etmek zorunda kaldılar. Sonuçta on bin kişi öldü!

Sandinist yöneticiler başkente ancak ordularının diğer şehirlerde ilerlemesi ve Somoza'nın ülkeyi terk etmesi sonucu girebildiler.

Managua halkı, kitlesel bir şekilde, şehre giren Sandinist yöneticileri alkışlamaya geldi, fakat Sandinist önderler emekçi ve yoksul kitlelerin ayaklanması sonucu iktidara gelmediler.

Sonra da emekçiler tamamen iktidardan uzak tutuldular. Zaten en başından beri mücadelenin hedeflerini ve olanaklarını belirleyen yönetim aygıtından uzak tutulmuşlardı.

İktidarın ilk yılında rejimin önemli mevkilerine kimin getirileceği konusunda da emekçilerin hiçbir söz hakkı olmamıştı. Sandinistler emekçilerin yerine karar verdiler ve mücadeleye hiçbir şekilde katılmayan milli burjuvazi temsilcilerine hükümette yer vermek için çok süratli davrandılar.

Burjuva devrimlerinin alışılagelmiş tarihi yeniden başladı: Yoksullar ezilip, gözden çıkarılıp zaferin meyveleri başkaları tarafından paylaşıldı.

Güney Afrika'daki ANC Afrika Ulusal Kongresi)

Bugün dünyanın en ateşli bölgelerinden bir tanesi, kuşkusuz, halk kitlelerinin emperyalizme ve baskıya karşı seferber olduğu Güney Afrika'dır.

Bu ülkede birkaç yıldan beri, yüzbinlerce erkek, kadın ve genç birçok şehirde sürekli aralıklarla sokaklara dökülüp, ırkçı devletin ordusu ve polisini karşılarına alıp, aralarından yüzlerce ölü vermelerine karşın, kafa tutmayı sürdürüyorlar.

Bugün Güney Afrika'da, bir örgüt, African National Congress ANC (Afrika Ulusal Kongresi), diğer örgütleri geride bırakmış durumdadır. ANC, 1912'de kurulan eski bir örgüttür. Bir sürü serüven yaşamış ve Komünist Partisi bu örgütte önemli bir rol oynamıştır. 1970'li yıllarda ANC, yeni rakipleri tarafından zorlanmış gibi görünüyordu, fakat bugün yeniden tartışılmaz bir şekilde en güçlü örgüt konumundadır.

1960'ta Johannesburg'taki olaylardan sonra -70 kişi öldürülmüştü- ANC 16 Aralık 1961'de "ulusun mızrağı" diye silahlı bir teşkilât kurmuştu. Komandolar işe, hükümet binalarına bomba yerleştirmekle başladılar. 1962'de polis, ANC'nin gizli genel kurmayına karşı büyük bir operasyon düzenledi ve neredeyse tüm yöneticileri tutukladı. Buna karşın ANC günümüze kadar bombalama eylemlerini sürdürebildi. Hatta kitle hareketinin büyümesi sonucu yeniden silahlı eylemleri artmıştır.

Son yıllarda ANC'nin askeri kanadının şehirlerde gerçekleştirdiği silahlı eylemler, örneğin sanayi bölgelerindeki bombalama eylemleri, ANC'nin prestijini önemli ölçüde arttırmıştır.

Halbuki Inprecor yazarlarına görede -Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreterliği yayın organı- (ki bu yayın belirli eleştiriler yapsa da ANC'yi destekliyor) 1985'den beri ANC'nin bazı townships (gecekondu) militanları silahlı eylemler konusunda ikna olmuş görünmüyorlar."Bazı militanlar, bu eylemlerin sorumsuzca eylemler olduğunu ve sonuçta militanların feda edildiğini, rejimin baskı mekanizmasını hiç de yıpratmadığını ve üstelik sabırlı bir şekilde kitle örgütlerini inşa etmekte olanlara köstek olduğunu (...) Orduya karşı yürüyüş yapanların, kendilerini korumaları için hala çok ilkel olanakları vardır. ANC komandolarının eylemlerinden dolayı heveslenenler -özel olarak bazı gençler- şimdi gecekonduların polise ve orduya karşı korunması konusunda somut yanıt bekliyorlar." Evet bugün Güney Afrika'da gündemde olan soru budur.

Gecekondularda harekete geçen kitleler tüm dünyaya, hiç azalmak bilmeyen bir mücadele istekleri olduğunu, kırılmayan bir cesarete sahip olduklarını ve ölümden korkmadıklarını kanıtlamışlardır. Fakat bu kitleler silahsızdırlar. Gündemde olansa, apartheid (ırkçı iktidar) ordu ve polisine karşı, ırkçı devletin, siyah halkın en geri ve en bilinçsizlerini kışkırtarak oluşturduğu çapulcu "tedbir" birimlerine karşı, kitlelerin kendilerini savunmaları ve taarruzlarını daha üst aşamalara çıkarabilmeleri için örgütlenip silahlanmalarıdır.

Gecekondularda siyah halkla, Pretoria rejiminin desteklediği gangster ve polis arasında gerçek bir iç savaş yaşanıyor. Fakat eşit olmayan silahlanma şartlarında oluyor bu iç savaş.

Halk, kendini savunmak için örgütlenme gereksinimini duyuyor. Buna karşılık, ANC halkı örgütlemeye çalışmıyor diye birşey söyleyemeyiz. Fakat ANC özel tipte bir örgütlenme geliştirmeye çalışıyor. ANC'nin asıl dürtüsünün, Pretoria rejimine paralel olacak ve siyah halkı kendi denetiminin altına almasına olanak sağlayacak bir yönetim mekanizmasını yaratmak olduğu görülüyor.

Örneğin, Johannesburg'un kuzeyindeki -100 bin kişilik- Alexsandra gecekondu bölgesinde resmi iktidar aygıtları yerine halkı denetleyen, ANC'nin siyasetini dayatan yerel örgütlülükler, yani bina komiteleri, sokak komiteleri oluşturulmuştur.

ANC'nin oluşturduğu halk mahkemeleri 20 ile 30 kişiden oluşuyor. Sorgusuz, sualsiz infaz edilen insanlarla ilgili bir soruya yanıt veren Marmelodi (120 bin kişilik bir başka gecekondu bölgesinde, Pretoria'nın doğusunda) gençlik örgütü (Mayo) militanı şunu söyledi: "Tüzüğümüzde de yazılı olduğu gibi, biz bunu körüklemiyoruz. Komite böyle bir uygulamaya başvurmuyor, ama toplumumuzda bazen böyle şeyler oluyor. Bu bir örnektir. İnsanlar önce yargılanmalıdır."

ANC sözünü ettiğimiz bu yöntemlerin gelişmesinde, ileride kurulacak olan devletin yönetimini, adliyesini üstlenecek olan kadro ve savcılara asıl gücünü ve çabalarını harcıyor. Sonuçtaysa asıl zamanı, ırkçı beyaz Pretoria rejimine karşı olan mücadeleyi örgütlemek için değil, siyah kitleleri denetim altına almak için harcıyor.

İşte ANC'nin askeri siyasetini ancak bu çerçevede değerlendirebiliriz. Evet, ANC apartheid rejimine karşı bir silahlı mücadele başlatmıştır. Fakat oluşturduğu askeri aygıt -şu anda illegal bir aygıt- hareket halinde olan kitlelerin dışında duruyor. Bu askeri aygıt, ANC'nin ileride kurmayı amaçladığı devletin ordusunun çekirdeğini oluşturmayı amaçlıyor. Bu askeri aygıt, paralel olarak geliştirilmekte olan yönetim aygıtını tamamlayabilir ve ileride rahatlıkla kitlelere karşı kullanılabilinir. Çünkü ANC, kitleleri, kendi kaderlerini kendi denetimleri altında tutabilecek, hatta bugün kendi askeri öz örgütlülüklerini yaratacak ve ileride tüm iktidarı ele geçirebilecek temeller üzerinde örgütlemekten kaçınıyor.

Her ne kadar da Komünist Partisi ANC içerisinde belirleyici bir rol oynasa da, ANC milliyetçi bir örgüttür ve yürüttüğü siyaset de amaçlarıyla tamamen çakışıyor. Yıkmak istediği apartheid rejimine karşı -silahlı mücadele de dahil- mücadele ediyor. Fakat ANC, aynı zamanda, bugünden, ulusal bir burjuva devletin temellerini atmak için mücadele ediyor ve bu nedenle kitleleri iktidardan uzak tutmak istiyor.

Eğer yarın Güney Afrika siyah kitleleri iğrenç apartheid rejimini ANC önderliğinde ve denetiminde yıkarlarsa -ki bizler bunu içtenlikle istiyoruz- gelecekleriyle ilgili bir fikre sahip olmak isterlerse, dünyanın başka köşelerinde -bazen kitlelere çok pahalıya mal olmuş bir şekilde ve büyük özveriler sayesinde- milliyetçilerin iktidara geldikleri rejimlerdeki halkın durumuna bir göz atmaları yeterlidir. Örneğin komşu Zimbabwe'de, Mungale, sömürgeci ve ırkçı rejime karşı yıllar süren bir gerilla hareketini sürdürerek iktidara gelmiştir. Fakat kitleler yine eskisi gibi yoksuldurlar. İktidardan tamamen yoksundurlar ve baştaki hükümet, silahla yendiği beyazların mülklerine el koymadı; eskiden kalan mülk düzenine hiç dokunmadı ve beyazlar zenginliklerini, eskiden kalan bir kısım ayrıcalıklarını sürdürmektedirler.

Filipinlerdeki Aquino Hükümetine karşı yapılan askeri darbe karşısında Filipin Komünist Partisi'nin gerilla hareketi

Filipinler'de de bir gerilla hareketi vardır. Bu hareketi 18 yıl önce Komünist Partisi başlatmıştır ve önemli güce sahiptir. Kırsal bölgelerde çok geniş bölgeleri kontrol eden 15 ile 20 bin arasında savaşçı güçleri vardır.

Bu gerillanın böyle önemli bir güce sahip olmasına karşın, geçen Şubat ayında iktidardan kovulan Marcos diktatörlüğünün düşüşünde hiçbir etkileri olmamıştır. Manilla sokaklarında harekete geçen 500 bin kişilik bir kitle, Filipin ordusuna ve ABD genelkurmayına devrim korkusunu, kurtarılmış bölgeleri olan deneyimli 15 bin gerilladan daha çok yaşatmıştır. Belki de Filipin Komünist Partisi'nin devrimci anının daha gelmemiş olmasındandır.

Fakat bugün çok sıkı takip altında olan 9 aylık bir demokrasiden sonra silahlı mücadele veren Filipin Komünist Partisi için er meydanı söz konusudur.

Çünkü Filipin Komünist Partisi'nin verdiği silahlı mücadelenin, işçi sınıfına kendini yeni bir askeri darbeye karşı koruması için ne işe yaradığı sorusu gündeme gelmiştir.

Bugün Filipin işçi sınıfı, 1973'de körü körüne itaat ettiğinden dolayı tehlikeye düşen Şili işçi sınıfı gibi bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Şili'de 13 yıl önce olduğu gibi, bugün Filipinler'de de askeri darbe hazırlıkları neredeyse herkesin gözü önünde yapılmaktadır. Aylardan beri ordu genelkurmayının bir kısmı, küçük darbe girişimleriyle antreman yapmaktadır ve her defasında daha çok taraftar toplamaktadır. Geçen hafta, Cumartesi ve Pazartesi günleri ard arda, Madam Aquino hükümetinin verdiği bir açıklamada da belirtildiği gibi iki askeri darbe teşebbüsü "engellendi." "Engellendi" denilen olay şu demektir: Hükümet alelacele toplanır ve "sadık kalan" askerleri yardımına çağırır (hatırlanacağı gibi Allende zamanında da Pinochet, Allende'nin sadık bir genelkurmay yöneticisiydi). Fakat bu, Madam Aquino'nun aciz kalacağı, hiçbir şeyi engelleyemeyeceği güne kadar sürecektir; çünkü bir gün sadık diye adlandırılan genelkurmay bölümü de askeri darbenin başını çekecektir.

Tabii ki emekçiler, kendilerini savunmaları için Cory Aquino'ya bel bağlayamazlar. Kendine demokrat diyen bu burjuvazi şüphesiz ki başkanlık sarayında darbenin ilk kurbanlarının olmasını tercih edecektir. Tıpkı Allende'nin yaptığı gibi. Aquino geçen Şubat ayında oylarıyla onu iktidara getiren emekçilere çağrıda bulunup onlara "silaha sarılıp hükümeti destekleyin!" demektense darbeciler tarafından öldürülmeyi tercih edecektir.

Fakat Filipinler'de, 1973'te Şili'de olan durumdan farklı birşeyler vardır. Manilla emekçileri her ne kadar Şili'de darbeden sonra Santiago'da stadyumlara tıkılan kardeşleri gibi silahsız olsalar da, Filipinler'de Komünist Partisi'nin gerçek bir silahlı ordusu ve ona bağlı olarak önemli silahları vardır.

Filipin Komünist Partisi gibi milliyetçi örgütler silahlı mücadele stratejilerinin -işçi sınıfı için çok tehlikeli bir ortamda- devrimci açıdan etkili olduğunu kanıtlamak isterlerse, örneğin Filipinler'de bunu bu aylarda, hatta bu haftalarda göstermeleri gerekiyor.

Fakat hiç de hareket ettikleri görülmüyor. Subaylar komplo düzenlemekle meşguldürler. Destek alabilecekleri askeri birliklere antreman yaptırıyorlar; yeni hükümete karşı açıkça tavır koyuyorlar... Fakat siyasi çevreler, Filipin burjuvazisinin geleneksel siyasi örgütleri -Filipin Komünist Partisi dahil- beklemeyi tercih ediyorlar.

Fakat siyasi partilerin temel iki gündemi; 1987 seçimlerinin hazırlıkları ve Komünist Partisi'nin gerilla hareketi ile Aquino hükümeti arasında ateşkes elde etmektir. Bu ateşkes antlaşması altı aylık bir süre için bugünlerde imzalanmıştı.

Ordu genelkurmayının bir kısmı ve bazı subaylar, Manilla ve diğer büyük şehirlerde terör havası estirme hazırlıkları içerisindedirler. Gerilla ise Cumhurbaşkanı Aquino'yla iyi bir barış anlaşmasını elde etme çabası içerisindedir. Fakat Aquino'nun anlaşmayı orduya kabul ettirecek bir gücü yoktur ki!

Komünist önderler silahlarını teslim etmeseler bile (belki de bile bile kendilerini bir katliama teslim etmeyecek kadar sağduyuları kalmıştır), askeri darbe tehlikesi yine vardır. Çünkü ordu darbe yaparsa, komünist gerillanın kontrol ettiği kurtarılmış bölgelere gidip, katliamlar yapıp halkı oralarda stadyumlara tıkamayacaktır. Bunu Manilla ve diğer büyük şehirlerde yani gerçek iktidar sorununun varolduğu yerlerde yapacaktır.

Bugün sözkonusu olan "kurtarılmış" olmayan bölgelerde verilmesi gereken silahlı mücadeledir; çünkü buraları proletaryanın yoğun olduğu yerlerdir. Filipinler'in bugün yaşadığı durum, gündeme emekçilerin silahlanmasını getiriyor.

Emekçilerin gerçekten tehlikeyle karşı karşıya oldukları yerlerde silahlanmalarını ve askeri yönden örgütlenmelerini gündeme getirmek devrimi hazırlamak demektir. Belki de Filipin Komünist Partisi silahlı mücadele konusunda çok antremanlıdır; fakat devrimi istemediği de ortadadır.

Eğer emekçiler şehirlerde tehlikeyle karşı karşıya geldiklerinde, bugün olduğu gibi 18 yıl boyunca silahlı mücadele vermenin ve 15 bin silahlı militanın varlığı -eğer emekçileri silahlandırıp askeri yönden eğitmeyeceklerse- ne işe yarıyor? 15 bin silahlı militanı Manilla şehrine sızdırmak o kadar da olanaksız olmasa gerek. Manilla'da 15 bin silahlı güç demek 150 bin ve kısa vadede 500 bin işçinin harekete geçip ordudaki askerlerin taraf değiştirmesini sağlamak demektir. Çünkü bu kitle, üniformalı emekçilere şunu söyleyecektir: Askeri darbenin ve kendi subaylarınızın kurbanları olmayın. Markos rejimine yeniden dönüş yapmayı isteyen, şehirde ve kışlalarda terör estirmeyi isteyen subaylarınıza karşı gelin.

Yoksa Filipin işçi sınıfı silahlanması gerektiği bilincine erişmemiş midir? Bu böyle olmuş olsa bile, bunun suçu kime aittir? Markos rejimi devrildikten sonra süren 9 aylık göreceli -fakat kalıcı olmayan- özgürlük ortamı, silahlı mücadele konusunda en bilinçli olduklarını söyleyenler ve bunu yapanlar, bu konuda emekçileri bilinçlendirebilecek ve bunu neredeyse açıkça yapılabilecek bir ortamda yapmıyorlarsa ne işe yarıyorlar? Bugün Filipin işçi sınıfını, onu bekleyen tehlikelerden kim haberdar ediyor? İşçi sınıfını varolan durumun özelliğinden dolayı kim uyarıyor? Silahlı mücadele yapan Filipin Komünist Partisi kesinlikle bu sözü edilen görevleri yerine getirmiyor.

Belki de Filipin Komünist Partisi, orduyu ancak yeteri kadar gerilla topladığında yenebileceğini düşünüyor.

Filipin Komünist Partisi'ne, orduya kafa tutabilmesi için kaç gerilla gereklidir? 100 bin, 500 bin, 1 milyon? Tabii ki Filipinler'de de Şili usulü bir askeri darbe olursa şehirlerdeki bir sürü insan kırlara gidip gerillaya katılabilir...

İşte silahlı mücadele bürokratları bunlardır; çünkü askeri önderlik tekellerinden vazgeçmektense şehirlerdeki proletaryayı tehlikeye atmayı tercih ediyorlar. Onların tercih ettikleri hükümet ordusunu kendi güçleriyle yenmektir. Kitlelere de bu orduyu yenmek ve hatta yok etmek için gereken olanakları vermeyi hiç istemiyorlar.

Filipin Komünist Partisi'nin 10 bin gerillası kitlelerin desteğiyle ordunun hakkından çok rahat gelebilir. Halbuki 15 bin gerillası bile olsa tek başına dağlarda fazla birşey yapamaz.

Fakat emekçi kitleleri, bu silahlanma görevini kendi öz görevleri olarak algılayıp gerekeni yapmalı ve kaderlerini şu 15 bin "fedaiye" bırakmamalıdırlar. İşçiler hem silahlı ve sınıfa bağlı gruplar oluşturma olanaklarına hem de ordunun ve genelkurmayın en ufak bir hareketi üzerinde istihbarat elde edebilme olanaklarına sahiptirler.

Tüm işçiler seferber olup varolan bütün silah olanaklarını belirleyip denetim sağlayabilirler. Silah fabrikalarındaki silahları ve dışarıdan ithal edilenleri de limanlarda, nakliyat sürecinde ya da ambarlarda kendi denetimleri altına alabilirler. Gerek fabrikalarda gerek nakliyat araçlarında gerek ambarlarda çalışanlar proleterlerdir. Hatta silah olmayan fabrikalarda bile silah üretme olanakları vardır. Fakat sorun bu konuda siyasi bir isteğe sahip olmak, buna geniş emekçi kitlelerini katmak, onları bu konuda biliçlendirmek ve açıkça onların önünde bu konuları gündeme getirip konuları açıklığa kavuşturmaktır.

Harekete geçen emekçiler, askerlere seslenme olanağına sahiptirler. Çünkü askerler de ya köylü ya da işçi çocuğudur ve üzerlerine saldırtmak istenilen kişilerin ya kardeşi ya da yeğenidir. Onları etkilemek, onları tereddüte düşürmek, askerlerle subayları arasında bir uçurum yaratmak ve onları sömürülen kardeşlerinin saflarına çekmek mümkündür. Böylece orduyu burjuvazi için kullanılmaz duruma sokmak olanaklı hale gelebilir.

Evet, mücadeleye geçen sömürülenler düşman sınıf ordusunu, ordu içindeki sınıf farklılıklarını kullanarak -ki bu farklar disiplinle örtbas ediliyor- mücadelenin hızlandığı ortamlarda dağıtabilirler. İşte burjuva saflarında yer alanlar -Komünist Partisi dahil- sömürülen kitlelerden bu korkunç olanaklarını gizlemek istiyorlar. Çünkü sözünü ettiğimiz tüm bu insanlar, siyasi ve sosyal tüm ayrılıklarına karşın halktan kopuk, koyu bir disipline sahip yani yukarıdan gelen emir zinciri çerçevesinde çalışan bir orduyla hüküm sürmek istiyorlar. Sonuçta ordunun, sömürülen kitlelerin değil, hakim sınıfların denetimi altında olmasını istiyorlar. Hepsinin de istediği ordunun, silahların, devlet aygıtı çekirdeğinin yöneticilerin tekelinde olmasıdır.İşte bu nedenledir ki Filipin Komünist Partisi olsun, Tupamarolar ve Sandinistler olsun silahlı mücadele vermelerine karşın karşılarındaki ordulara, hiç değilse bu orduların bağlı oldukları prensiplere sadıktırlar. Bu prensipler baskı uygulamak için, kitle denetiminde olmayan bir devlet aygıtını sürdürmek içindir. Çünkü onlar da kitleleri bu tür baskı araçlarıyla yönetmek istiyorlar.

Burjuva ordusunun tamamen yok olmasını ve onun yerine sömürülen sınıfların silahlanmasını isteyenler yalnızca proletarya devrimcileridir. Proleter devrimciler ile küçük burjuva devrimcilerin gerek taktik gerek strateji alanlarındaki temel çizgideki belirleyici ayrılıkları işte bu temel farklılıktan kaynaklanmaktadır.

Proleter devrimciler ve silahlı mücadele

Tabii ki önümüzdeki devrim tıpatıp 1917 devriminin geçtiği aynı aşamalardan geçmeyecektir. Belki de bu kez iç savaş, iktidarı ele geçirmeden başlayacaktır. Proletaryanın her zaman seçenek hakkı olmayacaktır ve iç savaş sırasında, bu iç savaşı proletarya yönetse bile kabul edilir yöntemlerle kabul edilemeyenleri ayırt etmek oldukça zordur. Troçki'nin dediği gibi "Bu alanda devrimci ahlakla devrimci strateji ve taktik iç içe geçer."

Aslında bu hangi yönde mücadele ettiğimize ve hangi yönde savaştığımıza bağlıdır.

Eğer salt askeri zafer elde etmek için bir askeri disiplin uygulanırsa bunun sonucu kaçınılmaz bir şekilde bir burjuva iktidarı olur. Eğer salt askeri zafer elde edebilmek için toplumsal devrimden vazgeçilirse, sonuçta proletaryanın zaferinden vazgeçmiş oluruz ve hatta kısaca zaferden de mahrum oluruz. Bu durumda dost ülkelerin gönderecekleri silahlar da bir işe yaramayacaktır. İşte İspanya'da cumhuriyetçiler, Franko'ya karşı savaşı bu yüzden kaybettiler. Filistin halkının hep yenilgilerle başbaşa kalması da hep aynı nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Sınıflar savaşı, yani yoksulların sömürücülere ve ezenlere karşı savunulması ya da ele geçirilmesi için vereceği mücadele çizilmiş sınırlardan oluşmuyor. İç savaş sırasında milliyetçi örgütler sınıf dayanışması yerine askeri yöntemlere ağırlık verdiklerinde, iç savaşın sınıf karakterini kaldırmış olurlar. Yani düşman saflarını tabandan dağıtma olanaklarından kendilerini mahrum bırakırlar. Bu silah karşısında ezen sınıf olan burjuvalar çaresizdirler. Milliyetçiler böyle bir silahı kullanmıyorlar.

İşte bu nedenlerden dolayı da proletarya, ileride er geç olacak olan iktidar mücadelesinde kendi öz ve özerk savaş örgütünü, seçtiği önderleri azami bir şekilde denetleyerek kurmalıdır.

Tabii ki proletaryanın geniş kitlelerinin silahlı mücadeleye başlamasından önce düşman sınıftan tepkiler gelecektir. Örneğin Güney Afrika'da olduğu gibi beyazların iktidarı, zenciler arasından silahlı milisler bile oluşturarak gecekondu halkına karşı her türlü şiddeti uyguluyor.

Örneğin iç savaş sırasında bir proleter örgüt, gerek mücadelenin başladığını duyurmak için gerek yalnızca mücadele örgütünü tanıtmak için bombalama eylemlerine başvurabilir. Fakat milliyetçi bir örgütle gerçek proleter bir örgüt arasındaki fark, devrimci proleter örgütün kitleler seviyesinde elde ettiği krediyi kullanarak kitlelerin öz örgütlülüklerini oluşturup onları silahlı mücadeleye hazırlamalarıdır. Savaş anının geldiği saptandığında gereken silahları bulmak mümkündür. Yalnızca bunu herhangi bir kurtarıcıdan beklemeyip kendimiz gerekeni yapmalıyız.

Sandinistlere, Şili Komünist Partisi'ne, Güney Afrika'daki ANC'ye, Filipinler'deki Komünist Partisi'ne belirli bir aşamada silahlı birlikler oluşturdukları için eleştiri getirmiyoruz. Her zaman bir başlangıç süreci vardır. Fakat elde edilen kredinin ne yönde kullanıldığı çok önemlidir. Halkın üzerine çıkıp halkı kurtarmaya çalışmak başkadır; emekçilerin kendi öz ordu ve devletini kurmak başkadır. Bu iki şık arasında temel farklar vardır.

Üçüncü dünya diye adlandırılan ülkelerde ezenlere karşı basit bombalama eylemlerinden tutun da kır ve şehir gerillası, şehirlerde topçu birlikleri savaşına kadar varan ve binlerce hatta yüz binlerce kişilere varan silahlı mücadeleler olmuştur.

Çin, Vietnam, Cezayir, Angola, Mozambik -ve bu listeyi daha da uzatmak mümkündür- gibi ülkelerde yıllarca süren (Vietnam'da 30 yıl sürdü) ve binlerce, yüz binlerce insanın katıldığı mücadeleler olmuştur. Buna yanıt olarak da emperyalist güçler olağanüstü askeri olanaklar seferber etmişlerdir. Özgürlükleri için mücadele eden bu halklar arasında milyonlarca sivil insan baskı olsun diye öldürülmüştür. Fakat buna karşın mücadeleler sürmüştür.

Bu mücadelelerde köylü kitleleri ve proleterler çok büyük özverilerde bulunmuşlardır. Bu da sömürülenler arasında ne kadar çok mücadele azminin, özverinin ve cesaretin varolduğunu kanıtlıyor. Bu ise 20'inci yüzyılda insanlık içerisinde nasıl bir devrimci olanağın olduğunu gösteriyor. Böyle devrimci olanakların ne kadar çok olduğunu son 40 yıl sürekli göstermiştir.

Fakat tüm bu yoksulların zenginlere karşı yaptığı savaşlar milliyetçi örgütler tarafından yönetilmiştir ve bilinçli bir şekilde aralarında bağ kurulmayıp dağınık kalmışlardır. Bu mücadelelerin büyük bir çoğunluğu yenilmiştir ve zafere ulaşanlar da toplumsal yönden gericilik ve tutuculuk merkezlerine dönüşmüşlerdir.

Elde edilen sonuçlar üzgünüz ki ödenen bedellere göre fazla birşey ifade etmiyor. Fakat ezilenler diğer güçlerin önderliğinde ve bilinçsiz bir şekilde mücadele etmeye, maşa olarak savaşıp ölmeye, diğer güçler için devrim yapmaya devam ettikleri ve kendi öz yönetimlerini oluşturmadıkları sürece ezilmeye mahkumdurlar.

Devrimci komünistler tabii ki saflarını seçmişlerdir. Şüphesiz ki proleter devrimciler emperyalist güçlere karşı milliyetçi hareketleri desteklerler. Ortak düşmanlarımıza karşı milliyetçi devrimcileri fiilen destekleyebiliriz ve desteklemeliyiz de. Fakat önderliğine soyundukları kitleler önünde onlara karşı siyasi mücadele vermeliyiz. Çünkü onların gerçek hedefleri kitleler için bir tuzaktır. Bunları açıkça teşhir etmek gerekiyor. Çünkü ileride kitleleri moral çöküntüsüne götürür bunlar.

Hatta bir süre çok umut kaynağı olan Çin'deki Mao rejimi ve Küba'daki Kastro rejimi bugün dünyadaki sömürülenlerin gözü önünde kötü birer örnek olarak duruyor. Bu durum gittikçe Nikaragua için de geçerli olmaya başlamıştır.

Bu akşam bu konuyu Leon Troçki çevresine konu etmemizin amacı devrimci mücadele yolunda yapılanlar hakkında "şöyle olanı doğrudur, böyle olanı doğru değildir" gibi yorumlar yapmak değildir. Bizler ne akıl hocaları ne de yargıcız. Bizler militanız. Bizlerin amacı proletarya partileri, proletarya için mücadele eden partiler inşa etmektir.

Çünkü mücadele sırasında, iktidar kavgası sürecinde proletaryaya, diğer toplumsal güçlerden -onlarla bir ara ortak mücadele etseler bile- özerk ve bağımsız bir yer güvencesi verebilecek olan tek güç gerçek proleter örgütleridir. Proletarya ancak kendi öz örgütünü oluşturmuşsa toplumsal devrimi sonuna kadar götürebilir. Kitlelerin sınırsız bir şekilde yaratıcılığını yalnızca proletarya gerçekleştirebilir. Çünkü proletarya kitlelerin iktidarından korkmaz. Tam aksine bunu ister ve buna ihtiyacı vardır. Ulusal sınırları aşarak diğer proleterler ve kitlelerle bağı ancak proletarya gerçekleştirebilir. Çünkü devrimin diğer ülkelere yayılıp evrenselleşmesi ve böylece güçlenmesi proletarya için bir gerekliliktir. Kısaca, devrimci durumları -ki devrimci durumlar hiç eksik olmamıştır- yakalayıp sonuna kadar götürebilen, yani tüm olanaklarını seferber edebilen tek güç proletaryadır.

Eğer bizler proletaryanın devrimci bir enternasyonalini fiilen inşa etmek için olanaklarımızı seferber etmezsek ve bunu enternasyonalizm çizgisinde yapmazsak; yalnızca milliyetçilerin hedeflerini, stratejilerini, taktiklerini ya da eylemlerini eleştirirsek bu boşuna olacaktır. Bir işe yaramayacaktır hatta zararlı olacaktır.

Bizim eleştirilerimiz, dünyanın dört bir yanında uygulanan baskı rejimlerini yıkmak için tüm olanaklarını seferber edip mücadele edenlere değildir. Eleştirilerimiz bu mücadelelerin gelişmesine, büyümesine ve tüm dünyaya yayılmasına karşı olanlaradır.

Şunu iyi biliyoruz ve yeniden tekrarlıyoruz; milliyetçiliğin getirdiği engellere ve zararlara karşı en olumlu eleştiri devrimci proletarya enternasyonalizmini geliştirmektir. Böylece tüm dünyada -bugün milliyetçilerin peşinde mücadele edenler dahil- baskı rejimlerine karşı özveri ve istekle mücadele edenlerin emekleri sınırlanmasın, boşuna gitmesin. Milliyetçi örgütlere karşı enternasyonalizm bayrağını yükseltelim. Tüm gücümüzü bu enternasyonali inşa etmek için seferber etmeliyiz. Bugün, bu yolda gençliğe güvendiğimizi söyleyebiliriz!