Dinler, Dinsizlik (Ateizm) ve Materyalizm

Yazdır
28 Ocak 2011

Bu broşür, Fransa'da Troçkist bir parti olan Lutte Ouvrière'in Exposés Du Cercle Léon Trotsky isimli broşür dizisinin 123 numaralı Les religions, l'athéisme et le matérialisme isimli broşürünün çevirisidir.

Giriş

En ilkel dinlerden en soyut tek tanrılı dinlere kadar, istisnasız bütün dinler, geçmişte olduğu gibi şimdi de yaşanılan toplumu yansıtır. İnsanları tanrılar yaratmadı, tam tersine, insanlar tanrıları yarattı. Dinlere gelince, onlar, insanların anlayamadıkları güçler karşısındaki çaresizliklerinin hayallerine yansımalarıdır.

Doğa güçleri, on binlerce yıl boyunca insana hakim oldu ve bu nedenle de insanların anlayışına muazzam, devasa güçler olarak yansıdı. Günümüzde bile yeryüzünün en yoksul bölgelerinde doğal felaketler, dini önyargıları kamçılayabiliyor. Yoksa deprem hakkında en küçük bilimsel bilgiye sahip olmayan insanların, geçen yıl Haiti depremi için söylenen "bunlar tanrının bir cezasıdır" gibi dini açıklamalara kanmamaları nasıl mümkündü? Tabii ki ne Haiti'deki iktidar ne de uluslararası kuruluşlar, bu konuda kitlelere hitaben küçük bir bilimsel açıklama yapma zahmetine bile katlanmadılar.

İnsanlar, sadece doğal güçlerin kaprislerine maruz kalsalardı, bilimin gerçekleştirdiği ilerleme nedeniyle, din, şimdiye kadar çok zayıflamalı ve hatta yok olmalıydı. Ancak insanlığa hakim olan sadece doğal güçler değil, ekonomik ve sosyal güçler de var.

İnsanlık tarihi, doğal güçlere gittikçe daha fazla hakim olma tarihidir. İşte bu tarihi süreçte kapitalizmin geliştirdiği sanayi sayesinde muazzam bir ilerleme oldu. Ama Komünist Manifesto'da da belirtildiği gibi burjuva toplumu; "çağırdığı cehennem güçlerini denetleyemez duruma düşen sihirbaza" benziyor. Kapitalizm, üretim güçlerini geliştirdi, ancak kapitalist ekonominin yarattığı karmaşa onu denetlenemez bir güç haline getirdi. Bu ekonominin çılgınlıkları, örneğin krizleri, artık günümüzde doğal felaketlerden çok daha büyük tahribatlara yol açıyor. İşte dini duyguların modern kökleri bunlardır.

Bir dine inanma, her zaman olduğu gibi bugün de milyonlarca emekçi dahil, milyarlarca insanı kucaklayan sosyal bir olgudur. Devrimci ve materyalist olarak bizlerin görevi, tabii ki materyalist anlayışı ve ateist görüşleri savunmaktır. Ama aynı zamanda, dinin sosyal köklerinin ne olduğunu da anlamalıyız.

Bu nedenle de konumuzu, tarihi sıraya göre, üç büyük tek tanrılı din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık ile sınırlayacağız. Tabii ki eğer Asya'da faaliyet yapan devrimcilersek, o zaman Budizm ve Hinduizm'den de mutlaka söz etmeliyiz.

Bu dini fikirlerin hangi ortamda ortaya çıkıp yoksul kitlelere nasıl yayıldığını ama aynı zamanda da hakim sınıfların, bu fikirleri, iktidarları için nasıl araç olarak kullandıklarını ve geçmişte bazı dini akımların, sınıflar arasındaki mücadelelerin nasıl ideolojik ifadeleri olduğunu da açıklamak istiyoruz.

İnsani düşünce, belirli bir teknik ve bilimsel gelişme aşamasından sonra dini anlayışlardan kurtulabildi. Materyalist ve ateist fikirler, 17'inci ve 18'inci yüzyılların sınıf mücadelelerinin yoğun ortamında ortaya çıktı. İşte, bizlerin bu fikirlerin mirasına sahip çıkışı ve komünistliğimiz, buradan kaynaklanıyor. İşçi sınıfı hareketi, materyalizm silahını kuşanarak güçlü hale geldi. Ayrıca işçi sınıfı hareketinin geçmişte, dine karşı nasıl bir tutum sergilediğini de hatırlatmak istiyoruz.

İnsanlar tanrıları kendi hayallerine göre yarattılar

Din geniş anlamıyla alındığında; insanların ilk doğa anlayışları arasında, hayvanlara ve hatta eşyalara bir ruh addetme, yani "animizm" diye adlandırılan inanç vardı. Anlaşılamayan şeyler, yüce bir ruhun isteği olarak açıklanıyordu.

Bugün bile hala bu gibi inançları devam ettiren halklar var. Örneğin Güney Amerika'nın Andlar bölgesinde yaşayan Aymara halkı, dağın canlı bir varlık olduğunu ve onu kurban edilen hayvanlarla beslemek gerektiğine inanıyor. Afrika'daki Büyük Göller bölgesinde İturi ormanlarında yaşayan Pigmeler ise ormanın bir ruhu olduğuna ve bu ruhun onları koruduğuna inanıyorlar. Bundan on binlerce yıl önce farklı insan grupları, bu gibi inançları icat etmişlerdi. İnsanlık, kendisine hakim olan doğal güçler karşısında, sadece onları gözlemekle yetinmeyip, aynı zamanda açıklamaya da çalıştı. Olanların, neden böyle olduğunu anlamaya çalıştı.

Doğa hakkındaki bilgileri, o dönemde yaşamlarını gün be gün sürdürmek için yeterli olsa da, doğayla ilgili açıklamaları ancak hayali olabilirdi. Yine de açıklama getirmek, anlamaya çalışmak, başlı başına muazzam bir şeydi. İşte bu durum, insanlığa sınırsız bir görüş geliştirme ve görüşlerini gerçekleştirme yolunu açtı.

Bu sözü edilen toplumlar, inançları hakkında geriye fazla iz bırakmadılar çünkü zaten toplum olarak da fazla bir iz bırakmadılar. İnsanlığın dinlerle ilgili bilgileri, medeniyetin ve özellikle de yazının ortaya çıkmasından sonra somut hale geldi.

Doğaüstü güçlerin korkusundan sosyal güçlerin korkusuna ve tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışına

Medeniyetin oluşmasında iki önemli buluş; tarım ve hayvancılık belirleyici oldu. Bu iki buluşun en az 12 bin yıl önce dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıktığı ve hızlı bir şekilde yayıldığı tahmin ediliyor.

İşte neolitik devrim diye adlandırdığımız bu alt üst oluştan sonra insanlar, yerleşik yaşama geçmeye başladı. Gıda ürünlerinin artması, insan nüfusunun artmasını sağladı. Aynı zamanda, zor günler için birikim yapmaya olanak tanıdı.

Ancak ilk çiftçilik ve hayvancılık yapan bu toplumlarda yazı daha gelişmediği için onların dinleri ile ilgili yazılar bulunmamakta. Ama ilk yerleşim köylerinde yapılan kazılarda, birçok kadın heykelcikleri bulundu. Bunlar, çok farklı arkeolojik yerleşim alanlarında görüldü. İşte bu heykelciklerin yaygın olması, tarım aşamasına geçiş sürecinde bereket tanrıçalarına tapınmanın yaygın olduğu kanaatini geliştiriyor.

Zenginliklerin büyüyerek birikmesi, toplumsal eşitsizliğin artmasına ve ilk sosyal sınıfların oluşmasına yol açtı. İnsanlar arasındaki mübadele gittikçe arttı ve klan ile aşiret seviyelerini aşan, farklı toplumsal yapılar; ilk siteler, krallıklar ve imparatorluklar ortaya çıktı.

Yazılı iz bırakan en eski dinler, işte bu dönemden itibaren görüldü. Bütün bu dinler, çok tanrılıdır. Mezopotamya, Mısır ve Yunan tapınaklarında o kadar çok tanrı vardı ki tam olarak sayılarını tespit etmek zordur. Mezopotamya'daki tapınaklardaki, yani ilk kentlerdeki tanrı sayısı, en az 3 bin olarak tahmin ediliyor.

Bu tanrılar; insan toplumunun özellikleriyle doğanın özelliklerini harmanladılar. Örneğin Yunanlılarda ateş ve yanardağ tanrısı, aynı zamanda demircilerin de tanrısıydı; deniz tanrısı ise aynı zamanda denizcilerin de tanrısıydı. İnsanlar arasında oluşturulan toplumsal hiyerarşi, tanrılar için de geçerliydi. Tanrılar arasında da eşitsizlik vardı.

Farklı siteler ve krallıklar arasındaki bölünmeler, farklı dini görüşleri de yansıtıyordu. Her halkın kendine özgü, koruyucu tanrısı vardı. Bazen bir halkın hiç tanınmayan bir tanrısı vardı. Ancak bu halk, fetih sonucu bir bölgede bir imparatorluk oluşturduğunda, o bilinmeyen tanrısını, bölgesinin en tanınmış tanrısı yapıyordu.

Asurluların tanrılarından biri olan Asur tanrısı, işte bu dini evrimi tek başına özetliyor: İlk başta Asur diye küçük, kayalık bir tepe vardı ve burada aynı ismi taşıyan bir site tanrısı vardı. Sonraları bu site büyüyerek site-devlete dönüştü ve Asur da bu devletin tanrısı oldu. Krallar kendilerini, onun kulları olarak tanıtıyordu. Sonraları bu site-devlet büyüyerek, Babil'i yenip kendi imparatorluğunu oluşturup kendi tanrısını bütün Mezopotamya'ya yaydı. Böylece Asur terfi edip "inanıldığı süre boyunca" bütün Mezopotamya tanrılarının baş tanrısına dönüştü.

İnsanlık, medeniyetin ortaya çıkmasıyla, doğa güçlerinden çok daha korkunç olan toplumsal güçlerin yani kralların ve imparatorlukların ortaya çıkışını yaşadı. Artık doğal afetlere toplumsal felaketler, baskı, iktidarda olanların keyfi davranışları ve savaşlar da eklendi. İnsan toplumu, gelişip daha karmaşık hale geldikçe insanların görüşlerinde, hakim toplumsal güçlerin yarattığı korku, doğanın korkularından daha ağır basmaya başladı. Artık tek tanrılı din, her şeye, hem insanlara hem doğaya hakim soyut bir güce inanmaya dönüştü. Tek tanrıya inanma eğilim, farklı yerlerde ve ilkin özellikle eski Mısır'da ve sonraları, milattan sonra 7'inci yüzyılda eski Yunan ve Pers imparatorluklarında oluştu. Ama tek tanrı kavramı, daha çok Filistin'de basit bir tek tanrıcılık olan Yahudilik şeklinde yayıldı. Yahudilerin kutsal kitabı, çok tanrılıktan tek tanrılığa geçişin izlerini taşıyor: Yani birden çok tanrıdan tek tanrıya geçiliyor. Arkeologlara göre Tevrat'taki yazıların çoğu, daha önceki dönemlerden sözlü olarak aktarılmış olan efsanelerin toplanıp, o dönemin dini inançlarıyla birleştirilerek, milattan önce 5'inci ve 4'üncü yüzyıllarda, yazılmasıyla oluşmuştur.

Örneğin eski efsanelere ait bölümde Yahudi tanrısı Yafa, diğer halkların tanrılarına, Maobitlerin Kemoş veya Filistanların Dagon adlı tanrılarına karşı savunulup koruyucu bir tanrı olduğu anlatılıyor. Tevrat, Yafe'yi diğer rakiplerine göre en güçlü tanrı olarak tanıtmış olsa da, diğer tanrıların varlığını inkar etmiyor. Hatta bazı bölümlerde açıkça çok tanrılı inançlardan; örneğin bir ayette "Yafe Kral'dır! (...) ve diğer bütün tanrılar onun önünde eğilirler!" diye söz ediyor.

Ama bazı bilim insanlarına göre milattan önceki 4'üncü yüzyıldaki Tevrat'ta ilk tek tanrıcı kavramların oluşmasını görebiliyoruz. Tevrat'ta sözü edilen tek tanrı, ona kurban sunulup isteklerde bulunan bir tanrı değil. Artık bu tanrıya, bir alın yazısı gibi mutlaka boyun eğilmeli, başka bir seçenek de yok.

Tek tanrıyı savunan benzer başka görüşler de olmuştur. Ama Yahudi dininden, bütün Akdeniz'e yayılan bir din olan Hıristiyanlık çıkmıştır.

Hıristiyanlığı ortaya çıkaran toplumsal şartlar

Hıristiyanlık, Tevrat'ın yazılmasından en az dört yüzyıl sonra ortaya çıktı. İşte bu dört yüzyıl boyunca, derinliğine çok önemli değişiklikler yaşandı: Kölelik o döneme kadar görülmemiş boyutlara ulaştı ve Hıristiyanlık de birçok yönüyle bu durumun sonucudur.

Kölelik, çok eskilere dayanıyordu. Ancak köleliğin yayılıp toplumdaki zenginliklerin üretiminin köle emeğine dayanması, Atina gibi Yunan kentlerinde ortaya çıktı. Örneğin milattan önce 4'üncü yüzyılın başlarında, o dönemde yaşamış bir Yunanlı, Atina'da 400 bin köle ve buna karşılık sadece 21 bin özgür vatandaşın yaşadığını aktarıyor. Bugün bazı tarihçiler, bu rakamların o kadar da doğru olmadığını tartışıyor. Ancak bu rakamlar, en azından o dönemde köleliğin ne kadar önemli boyutlara ulaştığı konusunda somut bir fikir veriyor.

Yunan kentlerinin ardından Roma da, kölelik temellerine dayanan bir imparatorluk kurdu. Roma, önce bütün İtalya'yı, ardından Akdeniz havzasını fethetti ve buraları talan edip milyonlarca insanı köleleştirdi. Doruğa çıkmış Roma İmparatorluğu, Hadrianus (MS 78-138) döneminde, Kuzey'de bugünkü İngiltere'den, bütün Akdeniz havzası dahil, Filistin'e kadar çok büyük bir alanı kapsıyordu.

Kölelik düzeninin kurbanları, sadece köleler değildi. Çünkü özgür vatandaşların çoğu da ekonomide kölelerin yoğun kullanılmasından dolayı artık iş bulamaz duruma düştü ve bu nedenle dilenciliğe sürüklendiler. Hıristiyanlığın yayıldığı o dönemde çok büyük bir kent olarak bilinen Roma'da, antik proleter olarak bilinen yoksul sayısının 300 bini bulduğu tahmin ediliyor. Roma imparatorları, yoksulluğa sürüklenmiş bu insan kalabalıklarını belirli sınırlar içerisinde tutabilmek için onlara ekmek ve sirk oyunları sunuyordu. Ancak umutsuzluğa sürüklenmiş bu aylak kitleler, başka bir şey, yani sorunlarına çözüm istiyordu.

Yunan kentlerinde kölelik düzeninin büyümeye başladığı bir ortamda, muazzam bir gelişme gösteren felsefe, artık yozlaşmakta olan bu antik kölelik düzenin çaresizliğini ifade etmeye başladı. Milattan sonraki ilk yüzyılda, Stoacılık diye bilenen felsefi akım, güçlü bir dini akıma dönüşüp yoksulluğu ve insanların kader karşısında boyun eğmesini savundu.

Birinci yüzyılda, Mısır'ın kuzeyinde bulunan ve güçlü bir kent olan İskenderiye'de, İskenderiyeli Philon diye bilenen ve eski Yunan kültürüne çok iyi hakim olan bir filozof, Yahudilerin tek tanrılı kitabı Tevrat'a, Stoacı kavramlar olan yoksulluğu ve boyun eğmeyi ekleyerek, kader olarak savundu.

Asetizm diye bilinen bu görüş kadere boyun eğmektir. İskenderiyeli Philon'un felsefi ve dini kavramları, milattan sonraki ilk yüzyıllarda, Hıristiyanlığın doktrini oldu. Bu sayede Hıristiylık kilisesi, inananların üzerinde etkiye sahip oldu. İşte bu açıdan bakıldığında, Hıristiyanlığın bir ölçüde Yunan felsefesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ama Hıristiyanlık bir doktrin ve hatta bir dogma olmadan önce bir halk hareketiydi. Önce küçük tarikatlar halinde başladı ve sonraları kitle hareketine dönüştü.

İlkel Hıristiyanlık

Hıristiyanlık kelimesi bile Hazreti İsa ismine bağlıdır. Hazret (Krist) kelimesi, Yunancada kurtarıcı anlamına geliyor. Hazret kelimesi, tartışılmaz bir şekilde bütün Hıristiyan akımların referansıdır ve hatta sonraları, Müslümanlar için de referans olacaktır. Ancak bu kavramın tarihi kökleri, Hıristiyan Evangelist akımın aktardıkları dışında, çok belirsiz ve dolaylıdır. Miladın kökeni yani takvimdeki sıfır, başlangıç yılı, İsa'nın doğum yılı olarak kabul ediliyorsa da bu tarih çok sonraları, 500 yıl sonra, sadece inanç temeline dayanarak bir papaz tarafından ortaya atıldı.

Aynı şekilde ilk Hıristiyan cemiyetleriyle ilgili çok az kaynak bulunuyor. Birinci yüzyıldan kalma dini yazılara göre Kudüs'te İsa'nın ilk havarileri, Yahudi kökenli idi. Yahudi dininde birkaç eğilim vardı ve Hıristiyanlık da bunlardan bir tanesiydi ve bu ilk Hıristiyanlar, küçük cemiyetler halinde yaşayan yoksul insanlardan oluşuyordu.

Resmi Hıristiyan tarihi, birinci yüzyılda yaşamış olan Paul'un, Hıristiyan dinini Yahudi olmayanlara da açtığını belirtiyor. Aslında gerçekler biraz daha karışıktır. Çünkü İsa'yı savunan bir değil, birkaç akım vardı. Aslında Hıristiyanlığın, Yahudilikten ayrılması 2'inci yüzyılın başında oldu. Sonuçta da belirleyici olan, bu oldu. Çünkü artık Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu'ndaki bütün halklara yayılma olanağı olan bir dine dönüştü ve somut olarak yoksul kitlelere yayıldı.

Hıristiyanlığın esas başarısını, Roma İmparatorluğu'nun gazabına uğrayan, toprakları elinden alınan köylüler, özgür vatandaşlık hakları ellerinden alınan, köle konumuna düşürülen savaş esirleri tarafından benimsenmesiydi. Yozlaşma sürecini yaşamakta olan köleci Roma toplumunda, tüm bu ezilenler için bir çıkış yolu yoktu. İşte bu nedenle, bu kitlelerin tek umudu, dini çerçevede dahi iyi bir dünya idi. Bu dine inanarak hem acılarını dillendiriyorlardı hem de başka bir yaşam, yani eşitlik isteklerini ifade ediyorlardı.

İlk Hıristiyan cemiyetleri, eşitlikçi ve hatta bazı yönleriyle komünist gruplardı. Tabii ki modern anlamda komünist, yani ekonominin planlanıp üretimin toplumsallaşıp toplumun ihtiyaçlarının karşılanması anlamında değil ama zenginliklerin eşit paylaşımı anlamında komünistti. Örneğin İncil'de, ilk Kudüs cemiyetini anlatan Havarilerin Kararları yazısında şöyle deniyor: "Kimse, sahip olduğu bir şeyi kendi malı gibi görmüyordu, her şey herkesin ortak malıydı. Toprakları veya evleri, bunları sattıktan sonra elde ettikleri gelirleri, havarilerin ayaklarına götürüyor ve onlar da herkese ihtiyaçlarına göre dağıtıyordu."

Ancak bu ilk Hıristiyanların komünizmi, toplumun kıyısında yaşayan küçük cemiyetlerin ötesine gidemezdi. Hıristiyanlığın önerebileceği başka örgüt şekli yoktu ve başlangıçtaki bu eşitlikçi eğilim fazla sürmedi. Hıristiyanlık büyümeye başladığı andan itibaren, bu tür uygulamalara karşı çıkıldı. Dini hiyerarşi oluştu ve eşit paylaşım yerine zengin Hıristiyanların verdiği sadaka gelişti. Tabii ki bütün bunlar, hiç muhalefet olmadan gerçekleşmedi. Örneğin 4'üncü yüzyılda Basile de Cesare isimli bir evek (bir nevi Hıristiyan müftüsü) zenginlere şu şekilde hitap etmişti: "Zavallılar, yüce tanrı huzurunda bunları nasıl savunabilirsiniz? Bana, bize ait olana sahip çıkıyorsak, suçumuz nedir diye soruyorsunuz? Ben de size şunu soruyorum: Sizin mülk diye adlandırdığınızı kimden elde ettiniz? Zengin olanlar, nasıl zengin oluyor, herkese ait olanlara el atarak değil mi? Eğer herkes sadece ihtiyaçlarına göre mülk edinip geriye kalanı diğerlerine bırakırsa, o zaman ne zengin ne de yoksul olur."

Bu gibi tepkilere rağmen sözü edilen evrim kaçınılmazdı ve ilk başlarda isyan hislerini ifade eden, baskılara maruz kalan Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu'nda artık kabul edilebilecek bir dine dönüştü. Hatta Hıristiyanlığın eşitlikçi yönleri bir tarafa bırakılırsa, İmparatorluk içerisinde bir çimento görevini üstlenebilirdi.

Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu'nun dinine

dönüşüyor

Roma İmparatorluğu'nu bir arada tutup hüküm sürebilmek amacıyla Hıristiyan dinini ilk kullanan, 4'üncü yüzyılın başında, İmparator Konstantin olmuştu. Konstantin, önce Hıristiyanlara din özgürlüğü tanıdı ve ardından bütün imparatorlukta yaygın bir şekilde kamu binaları şeklinde ilk Hıristiyan bazilikalarını inşa ettirdi (erken dönem Hıristiyan ve Ortaçağ'da "bazilik" üslubuyla yapılan kiliseler). Ardından da, ilk üç yüzyıl boyunca Hıristiyanlar arasında ortaya çıkan çok farklı eğilimleri bir araya getirme girişimlerinde bulundu ve kilisenin şefi sıfatıyla, bugünkü Türkiye'de bulunan Nicee'de ilk Hıristiyan konsilini (İznik kurultayı) tertipleyip farklı Hıristiyan kiliselerinin temsilcilerini bir araya getirip dinin resmi dogmasını (görüşünü) oluşturdu. Artık, iktidar ile kilise yöneticileri arasında, yüzyıllar boyunca sürecek olan işbirliğinin temeli atılmıştı.

Hıristiyanlık bundan böyle, ona inanların iktidara boyun eğmesi gerektiğini savunan bir dine dönüştü. İlk başlarda dini "cemiyet", eşitlik temellerinde oluşmasına rağmen artık böyle bir şey geçerli değildi. "Hıristiyanlar cemiyeti" veya " inananlar cemiyeti" bundan böyle sınıflar arasındaki eşitsizliği saklayıp yoksullara boyun eğmelerini öğütlemeye yarıyordu.

Aradan az bir zaman geçtikten sonra, 5'inci yüzyılın başında, Roma İmparatorluğu'nun Batı kanadı çöktü ama Hıristiyanlık ayakta kaldı ve hem Doğu'da Bizans İmparatorluğu şeklinde devam eden kısmında hem de istilaların ortaya çıkardığı barbarlar krallıklarında iktidar ortağı oldu. Hıristiyan dini, bu bölgelerde oluşan coğrafi bölünmelere de ayak uydurmayı becerdi. Hıristiyanlık, genelde tek bir tanrı korkusunu yayıyordu ama aynı zamanda, yerel olarak, bölgelere göre koruyucu olduğu iddia edilen Azizler ortaya çıktı. Aslında bu durum geriye gidiş, yani antik sitelerdeki farklı koruyucu tanrılara inanmaya dönüştü. Kısacası, toplumda bir gerileme yaşandı ve din de buna ayak uydurdu.

İslam'ın ortaya çıkışı ve Arap aşiretlerinin

birleşmesi

Üçüncü büyük tek tanrılı din olan İslam, 200 yıl sonra, 7'inci yüzyılda, hem Hıristiyanlığın hem de Yahudiliğin ortaya çıktığı bölgeye yakın bir yerde, Arap yarımadasında, ortaya çıktı. Bedevi (göçmen) Arap toplumunun İslam dininin ortaya çıkmasından önce yaşadığı dönüşümler, birçok açıdan, daha önceki diğer iki tek tanrılı dininkine çok benziyor.

Coğrafi ve başka nedenlerden dolayı Arap yarımadası, Roma'nın sömürgesi olmaktan kurtulmuştu: Çünkü etrafındaki çöller, işgale karşı doğal bir engel oluşturuyordu.

İki büyük İmparatorluk olan Bizans ve Pers İmparatorluğu, dünyayı paylaşmıştı. Arap yarımadasının kuzeyinde ve batısında yaşayan Arap kitleleri ise bu iki imparatorluğun etkisi altında kalıp Hıristiyan olmuşlardı. Güneyde ise bugün Yemen diye bilinen yerde, Yunanlıların ve Romalıların "Mutlu Arabistan" dedikleri güney Arabistan bulunuyordu. Kızıl Deniz ile Hint Okyanusu arasında yer alan ve ılımlı bir iklime sahip olan bu bölge, önemli bir deniz ticareti yoluydu. Arabistan'ın en zengin bölgesiydi. 6'ıncı yüzyılın başında bu bölgenin kralı Yahudiliği kabul etti.

Ama kısa bir zaman önce, yani İslam'ın yayılmasından yaklaşık birkaç on yıl önce, Güney Arabistan, bu iki imparatorluğun çekişmesinin kurbanı olmuştu. Önce Bizans'ın müttefiki olan Etiyopya tarafından, sonra ikinci kez de Pers İmparatorluğu tarafından yakılıp yıkıldı. Bu yıkımlardan sonra kendini toparlayamadığı için Hindistan ile Akdeniz havzasının ticaret yolu çölden geçmeye başladı.

Çöl, göçebe aşiretlerin yaşam alanıydı. Bedeviler, zor iklim şartlarında yaşamlarını sürdürebilmek için çok dayanıklı olan develeri kullanıyorlardı. Hiçbir merkezi devlet yoktu. Aşiretlerin atalarından kalma gelenekleri ve animizm ile çok tanrılı dinlere benzeyen dini inançları vardı. Bu halkların en çok korktuğu şey ruhlar, yani "cinlerdi". Ama yeni ticaret yollarının oluşması, bu durumu alt üst etti. Vahalar ve Mekke gibi yarımadanın içlerinde bulunan kentler, önem kazanıp zenginleşti. Bedevi aşiretlerin yaşamı, tamamen değişti. Mekke'de hüküm süren kentli aşiretler, zengin tüccar aşiretlere dönüştüler. Ama bunun sonucunda aşiretler arası yardımlaşma bağları çözüldü ve bazı göçmen kitleler yoksullaştı, kentler işsiz güçsüz, yoksul ve kölelerle dolmaya başladı. Çünkü o zamana kadar görülmemiş olan kölelik yayılmaya başlamıştı.

İslam dininin peygamberi olan Muhammed, Mekke'de hüküm süren Kureyş aşiretinden geliyordu. Bu aşiretin ucundan gelen bir aileye aitti. Kırkına doğru, gökten ilham aldığını iddia ederek tek bir tanrıya, Allah'a, inanılması gerektiğini vaaz etmeye başladı. "Allah", Arapçada "tanrı" anlamına geliyor. O dönemde Allah, daha çok Mekke'deki tapınaktaki tanrıların, baş tanrısı olarak biliniyordu.

Ama Mekke'deki idareciler, Muhammed'in tek tanrı vaizlerini, dini bir rakip olarak gördükleri için ona karşı çıktılar. Muhammed bu durum karşısında, Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan destek almaya çalıştı. Çünkü ticaretin o bölgeye yayılması sonucu Yahudi ve Hıristiyan dinleri, bazı Bedevi aşiretlerinde yayılmaya başlamıştı. Bu nedenle Muhammed, ilk başlarda ona inananlara kıble olarak, tıpkı Yahudilerin ve Hıristiyanların yaptığı gibi, Kudüs'ü önermişti.

Ama sonuç itibarıyla Mekke'nin ileri gelenleri, Muhammed ve onun peşinden gidenleri kentten kovdular ve onlar da mecburen başka bir kente, Yatrib'e (Medine) göç ettiler.

Muhammed, siyasi ve dini gücünü Medine'de oluşturdu. Medine'deki aşiretlerle; bunların üçü Yahudi ve biri de Hıristiyan idi, bir ittifak oluşturdu. Süreç içerisinde, adım adım yoksullaşmış Bedevi aşiretlerin, zengin Mekke aşiretlerine karşı öfkesini birleştirmeyi başardı. İslam dini, aşiretlerdeki eski dayanışma bağlarının çözüldüğü bu toplumda, etkili bir çimento işlevini yerine getirdi. Zaman içerisinde kentin Yatrib olan ismi, "bu kent", yani "bu peygamberin kenti" anlamına gelen Medine ismini aldı ve de Mekke'ye karşı olanların merkezine dönüştü.

Muhammed, Mekke'ye karşı yaptığı birkaç akın ve kuşatma sonunda, 632 yılında Mekke aşiretlerinin de İslam dinine katılmasını sağladı. İşte Mekke'nin boyun eğmesi Muhammed'in gelişmekte olan İslam dininin peygamberi olarak ortaya çıkmasında ve kurulan bu yeni devletin şefi olmasında belirleyici bir adım oldu.

Muhammed ilk başlarda, çok tanrılı dinlere karşı olan mücadelesinde Yahudi ve Hıristiyan aşiretlerle ittifak yapmış olsa da, gelinen aşamada, farklı Arap aşiretlerini sağlam bir şekilde birleştirebilmek için, tek tanrılı da olsa, artık rakip dinlere tahammül edemezdi. Örneğin, Muhammed, Medine'deki Yahudi aşiretlerinin İslam dinine geçmeye reddettiklerini görünce, onlarla olan ittifakı bozup onları ezdi. Ardından, Müslümanların dua etmek için yönelecekleri kıbleyi değiştirip kıble olarak Mekke'yi gösterdi.

Böylece İslam dini en başından beri bir iktidarın dini oldu. Yani ilk baştan hem bir araya getiren bir çimento hem de kitlelere yeni iktidarın meşruluğunu kabul ettirmek için hakim ideoloji görevini üstlendi.

İslam ve tek tanrılı inancın yayılması

Bu olayların ardından Muhammed öldü. "Halifeler" Arapçada "yerine geçen" anlamına geliyor, her zaman Muhammed'e ilk inananların arasından seçildi. Birleşmiş Bedevi aşiretler, hem dışta yeni alanlar fethetmek için hem de içeride Muhammed'in ölümünden hemen sonra ortaya çıkan ayrılıkları yatıştırmak için savaşlara yöneldiler. İki büyük imparatorluk olan Bizans ve Pers, 20 yıldır birbirleriyle savaştıkları için büyük kan kaybına uğramışlardı. Bu nedenle birleşik Arap aşiretlerinin gücüne karşı koyamadılar. 30 yıl içerisinde bütün Pers İmparatorluğu ve Bizans'ın bütün doğu eyaletleri fethedildi. Bu fetihler, büyük ganimet getirdiği için, gelişmekte olan İslam İmparatorluğu'nun iç huzuruna katkıda bulundu.

Ama kısa bir süre sonra içte siyasi anlaşmazlıklar başladı. Yeni devlet, dini temelde olması nedeniyle doğal olarak kavgalar da dini bir görünüm aldı. Zaten bugün İslam'da mevcut olan iki büyük akımın kökleri bu dönemden geliyor. Muhammed'in damadının taraftarları, sonradan Şiiliğe dönüşecek akımı oluşturdu. Diğer yanda ise Muhammed'in büyük amcası olan ve Mekke'deki hakim aşiret olan Kureyşilerin temsilcisi olan Muaviye, Sünnileri temsil etti.

İmparatorluk içteki kavgalara rağmen Arap-Müslüman fetihleri sayesinde, Muhammed'in ölümünden yaklaşık bir yüzyıl sonra, çok geniş bir alana, bütün güney Akdeniz bölgelerinden Mağrib'e, oradan da İspanya'ya ve de doğuda Pakistan'a, batıda ise İran'a kadar yayılmıştı. İslam, bütün bu bölgelere askeri fetihler sonucu yayıldı.

Binli yıllardan biraz önce İslam, Avrupa'nın ve Akdeniz havzasının güneyini, Hıristiyanlık ise kuzeyini, hâkimiyet bölgesi şeklinde paylamışlardı. Her iki din, başlarda ezilen kitlelerin çaresizliğini ifade etmiş olsalar da, çok kısa bir zamanda, iktidarların ellerindeki araçlara dönüşüp imparatorluk ve krallıkları birleştirip bir arada tutmaya ve ezilenler üzerinde ahlaki hâkimiyet kurmaya yaradı.

Ama sonuç itibarıyla din, sadece bir ideolojidir. Sözü edilen toplumların ekonomik temelleri sarsılmaya başlayınca, yeryüzünde ve de gökyüzünde vaat ettikleri dünyalar çatırdamaya başladı.

Burjuvazinin soylulara karşı mücadelesi: Protestan reformculuğundan materyalizme

Binli yıllardan itibaren Batı Avrupa'da büyük değişimlerin zemini oluşmaya başladı. Bunlar, bizleri daha yakından ilgilendiriyor. Çünkü yaşadığımız modern toplum buradan kaynaklanıyor. Başta, dünya hâkimiyetini ele geçirmiş durumda olan burjuva sınıfı olmak üzere, yeni sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte dinler içerisinde de yeni akımlar oluştu.

Burjuvazinin büyüdüğü bu ortamda, ticarette önemli bir gelişme yaşandı ve bu yolla da teknik yöntemler ve bilimsel buluşlar büyüyüp yayıldı. Bunlar da ateist ve materyalist görüşlerin doğmasının zemini hazırladı.

Feodalizm dönemindeki Katolik kilisesi

Binli yıllardaki feodal toplumlarda, imparatorların ve kralların iktidarı, neredeyse sıfır seviyesine inmişti. Kiliseyi temsil eden piskoposlar, soylulardan oluşuyordu. Neredeyse tımar (fief) topraklarında hüküm süren diğer soylular gibiydiler. Roma kilisesi, bütün bu piskoposları idaresi altında tutup Avrupa'nın en büyük feodal gücünü oluşturup tüm Avrupa topraklarının üçte birine sahipti.

Katolik kilisesi, feodalizmin simgesiydi. Çünkü hem tımarları yoluyla servet ediniyor hem de merkezi bir iktidarın fiilen olmadığı bir ortamda, Hıristiyanlık dünyasının tek hakim gücüydü. İşte bu nedenle zaman içerisinde gelişip merkezi bir güç oluşturan bütün yeni iktidarlar, Katolik kilisesinin hakimiyetinden kurtulma yolunu seçtiler. Önceleri bu durum, dini muhalefet şeklinde başladı.

Diğer yandan, bilginin genel olarak gerilediği birkaç yüzyıl süren karanlık Ortaçağdan yeni çıkılmıştı. Batıda ayakta kalabilen tek bilimsel merkez, birikimleri kiliseye ait manastırlar olmuştu. Bu nedenle de ilk kültürel filizlenme, kilisenin denetimi altında oldu. Bütün yazılar, kilisenin dini olan Latince idi. Paris'teki Sorbonne Üniversitesi örneğinde olduğu gibi, ilk üniversiteler, dini kuruluşlardı. İşte bu nedenle ilk başkaldırı fikirleri, din içerisinde dini muhalefet olarak ortaya çıkıp ilk sınıf mücadeleleri de dini çerçevede başladı.

Burjuvazi ile krallar arasındaki ittifak sonucu

ortaya çıkan monarşiler

Batı Avrupa'da, 12'inci yüzyıldan itibaren, kentler çok önemli ticaret merkezlerine dönüştü. Buralarda yeni bir sınıf, burjuvazi, belirleyici bir rol oynuyordu. Kentler, o bölgedeki senyörlerden (toprak ağası) mümkün olduğu kadar bağımsız olmak istiyorlardı. İşte bu mücadelelerinde, iktidarlarını yeniden pekiştirme mücadelesi veren krallarla ittifak yapma olanağı buldular. Çoğu zaman kentlere hükmetmeye başlayan burjuvalar ile monarşiler, feodallere karşı ittifak oluşturdu. Kentler, ilk aşamada bağımsızlıklarını elde ettiler ve hatta bağımsız, yerel burjuva silahlı birimlerini oluşturma hakkına kavuştular. Hatta bazı bağımsız kentler, yüzyıllar boyunca sürdü. Örneğin İtalya'da Jen (Genes), Florence ve Venzi kentleri, çok güçlü konuma geldiler. Ama genelde ittifak ortağı olan kral, çok daha güçlü bir konuma geldiği için iktidarını güçlendirmesiyle birlikle, kentlerin bağımsızlığı son buluyordu. Böyle olmasına rağmen kral, burjuvazinin gelişmesine bir engel teşkil etmiyordu. Bazı şehirler, feodallerin sürekli kendi aralarında savaştığı Ortaçağ ortamında, monarşi düzeninin ve istikrarın hüküm sürdüğü odaklara dönüştü. İstikrar ise ticaret için çok önemliydi. Zengin bir burjuvanın arkasında onu destekleyen güçlü bir devletin bulunması, uluslararası rekabet açısından çok önemliydi. İşte bu nedenle burjuvazi ile monarşi arasındaki ittifak sürüyordu. Katolik kilisesi ise ortaya çıkan bu yeni güç karşısında fazla direnemedi.

14'üncü yüzyılın başında Fransa kralı Phillipe Le Bel, Papa iktidarına kafa tutanlardan ilkiydi. Philippe Le Bel, kiliseye yeni bir vergi uygulamaya karar verince Papa bunu reddetti. Fransa kralı ise buna misilleme olarak, krallıktan yapılan bütün ihracatı yasakladı. Bu ise Roma'nın büyük gelir kaybetmesine yol açtı. Bu mücadele bir yüzyıl boyunca devam etti. Sonunda, Fransız monarşisi kazandı. Öyle ki, işi kendisine bağlı papalar seçtirmeye kadar vardırdı. Seçtirilen papalar, Roma'da can güvenlikleri olmadığı için Fransa'daki Avignon kentini merkez yaptılar. Bu nedenle de birkaç on yıl boyunca Katolik kilisesinin papaları, Avignon'da ikamet etti. Hatta Batıda "Büyük Bölünme" olarak bilinen bir dönemde, aynı anda bir veya birkaç gücü temsil eden, farklı üç tane papa vardı. Böylece Ortaçağ'ın sonlarına doğru, 1500'lü yıllarda, Katolik kilisesi, gücünü büyük ölçüde yitirmişti.

Protestan Reform Hareketi ve 1525 köylü savaşları

Katoliklerin heretik (sapkın) olarak adlandırdığı bazı akımlar, birkaç defa, Katolik kilisesinin "ruhani" otoritesine karşı çıktılar. Kiliseye baş kaldıran heretikler büyüdü ve kentlerde gizli faaliyetlere geçti. Bunların neredeyse tümü, burjuvalardan oluşuyordu. Kentteki burjuvalar, pahalıya mal olan ve bir işe yaramayan dini yapılara karşı çıkıyordu. Burjuvalar çok basit ve "çok ucuz" bir kilise istiyorlardı. Onlar, Evanjelist kitaplarında anlatılan ilk başlardaki demokratik ve asalak papazların olmadığı bir Hıristiyan kilisesi istiyorlardı. Roma'da asalak bir yaşam süren zengin papayı ve çevresini istemiyorlardı. Fransa'nın orta bölgelerinde, İngiltere'de ve Orta Avrupa'daki birçok heretik akım, burjuva dini akımı oluşturdu.

Ama aynı zamanda, kent ve kırlardaki yoksullar arasında da heretikler ortaya çıktı. Bu heretiklerin çoğu, genellikle burjuva taleplerini de içeriyordu, ancak bunların çok ötesine de gidiyordu. Onlar, kendilerini sadece Hıristiyan kilisesinin ilk dönemindeki demokrasiyle sınırlandırmayıp, aynı zamanda, Hıristiyanlığın ilk dönemindeki eşitliği de istiyorlardı. Bu heretikler, Ortaçağ'ın son dönemlerinde sürekli gündeme gelip neredeyse bütün Avrupa'ya yayıldı.

Alman papaz Luther, 1517 yılında, Roma kilisesinin lüks yaşamını teşhir ederek Protestan reform hareketini başlatınca, sosyal sınıflar ve çıkarları Katolik kilisesine karşı olan bütün güçler, bu fırsatı değerlendirdi. Üstelik Luther, hızla Alman prenslerinin desteğini elde etti: Çünkü Roma'ya bağlı olmak, çok pahalıya mal olduğu için Roma boyunduruğundan kurtulmak istiyorlardı. Bu bağımlılık ilişkilerinin koparılmasının sembolü olarak, Luther'in İncil'i, Latinceden Almancaya çevirmesine vurgu yapıldı.

Luther'in izinde olan Fransız kökenli dini reformcu Calvin ise doktrinini Cenevre'yi merkez alarak geliştirdi. Calvin, burjuvaziye uygun olanı, yani demokratik ve ucuz Calvinist Kilise'yi önerdi: Seçilmiş bir meclis dini yönettiği için papazlara gerek kalmıyordu. Üstelik bu dinin merkezinde alın yazısı vardı. Bu alın yazısına göre tanrı, kimlerin iyi yaşam süreceğini ve kimlerin kötü yaşam süreceğini belirliyor. Bu yaklaşım, dini dogmayı alın yazısı temelinde açıklıyordu ve bu, burjuvaların fiilen yaşadıklarına çok elverişliydi. Ticaret dünyasında yaşanan başarılar veya başarısızlıklar, sadece insanın yeteneklerine dayanmayıp daha çok anlaşılamayan bir tür alınyazısıyla açıklanıyordu. Yani sanki tanrı kimin başarılı olacağına ve kimin başarısız olacağına önceden karar vermiş gibi bir durum vardı. Kurulan ilk burjuva cumhuriyetleri olan İsviçre ve Hollanda, Calvinistti.

Luther, Calvin ve onların çevrelerinin de ötesinde, yoksulların isteklerini dile getiren bir sürü tarikat ortaya çıkmıştı. Örneğin Anabaptistler, ilk başlardaki eşitlikçi Hıristiyan cemiyetlerini öne çıkarıyorlardı. Anabaptist ismi, bu cemiyetin, çocuklara doğduktan hemen sonra yapılan vaftize karşı olduklarından geliyor. Onların inançlarına göre insanlar, inançlarını bilinçli olarak seçebilmeli. İşte bu nedenle onların tarikatlarına katılanlar, yeniden vaftiz edilirdi. "Ana" kelimesi ise Yunancadan gelip "yeniden" anlamına geliyor.

Luther'in reformu, yoksullar arasında büyük umut yaratmıştı ama onlar için fazla bir şeyi değiştirmedi. Yoksullar yine en ağır işlerde çalışıp üreterek, neredeyse bütün diğer sınıfların yaşamasını sağlıyorlardı. İşte bu ortamda, Almanya'nın güney batısında, mülk sahiplerine karşı köylü isyanları ve gizli örgüt kurma geleneklerinin yaygın olduğu bölgelerde, çoğunluğu Anabaptist akımlardan gelen, radikal ifadeler kullanan cemiyet mensupları, İncil'i kullanarak, insanları isyana çağırıyordu.

Bu isyan ortamı, 1524 yazından başlayarak 1525 ilkbaharına kadar ayaklanmalarla sonuçlandı. İsyan eden köylüler, sayısı 30 bin ile 40 bine varan, 6 tane silahlı köylü ordusu kırlara yayılıp manastırları ve soyluların saraylarını yakıp yıktılar. Hatta bazı kentlerde, isyancı köylüler, diğer isyancılarla birleşerek iktidarı ele geçirdiler. Bu isyan hareketinin önderleri, el sanatkârlarından ve hancılardan oluşuyordu. İsyancılar, isteklerini 12 maddede ifade ettiler. Bunların arasında pastörlerin (Protestan rahip) halk tarafından seçilip geri alınabilmeleri, "küçük dim" (papazlara verilen vergi) ve "büyük dim" (bu da papazların aldığı başka bir vergiydi) vergisinin kamu harcamaları için kullanılması vardı. Ayrıca kulluk düzeninin kaldırılması, soyluların gasp ettikleri kamu topraklarının iade edilmesi ve adalet ve kamu idaresindeki adaletsizliliğin ile hukuk kararların son bulması da vardı.

Bu isyanlara istemeyerek yol açan Luther ise Alman prenslerine isyanları bastırmaları için çağrıda bulundu. Luther, prenslere isyancılar hakkında şunları söyledi: "Onları meydanlarda veya gizlice kuduza yakalanmış köpekler gibi paramparça edin, boğun, boğazlarını kesin! Değerli senyörlerim (ağalarım) isyancıların boğazını kesin, onları katledin, boğun, şu bölgeyi bu bölgeyi kurtarın! Eğer bu kavgada ölürseniz bundan daha kutsal bir ölüm olamaz!"

Luther'e karşı olan, en radikal köylü isyanı ideolojisini temsil eden Thomas Münzer'di. Münzer, anabaptistlerden etkilenmişti ve ateizme yakın Hıristiyanlık şekillerine bürünmüş bir tür evrensel ve soyut dini savunuyordu. O, tanrıdan gelen ve kesinlikle yanılmayan tek kutsal kitabın İncil olduğunu kabul etmiyordu. Münzer'e göre tek kutsal ilham akıldı. Ona göre kutsal ruh akıldı. Münzer'in programı neredeyse komünist programa benziyordu. Ona göre tanrının dünyası, özel mülkiyetin ve insanlara hükmeden bir devletin olmadığı bir dünyaydı. Programı sadece Almanya'da değil, bütün Hıristiyanlık dünyasında bir birlik oluşturmak istiyordu.

Almanya'nın güney ve batı bölgelerindeki Suab, Farnkoni, Thuringe ve hatta Alsas illerindeki köylülerin ve kentlerdeki alt tabakadakilerin isyanı bastırıldı. Köylülerin oluşturduğu ordular, prenslerin ordularına göre daha kalabalıktı ama bölünmüş durumdaydı. Baskı çok feci oldu. En son belirleyici savaşta, prensler ordusu, 8 bin köylü savaşçının 5 ile 6 binini katletti. Thomas Münzer de feci şekilde işkenceden geçirilip kafası kesildi.

Lutherci Alman prenslerinin, anabaptizme yakın görüşleri savunan isyankar köylülere karşı uyguladığı baskı, canice olup her şeyden önce ayaklanmış bir halk hareketinin, soylu ordusu tarafından katledilmesiydi.

Reform hareketinin ardından bütün Avrupa, din savaşları ile tutuştu. Ortaçağ'da oluşan sınıflar, dini bayraklar arkasında savaşlar sürdürdüler. Örneğin keşfedilen "Yeni Dünya" Amerika'nın talan edilmesi de din savaşı görüntüsüne büründü. Dönemin İngiltere Kralı VIII. Henry, Lutherin reform hareketini fırsat bilerek, Katoliklikten koptu. VIII. Henry kendini "İngiliz Kilise ve papazlarının başı" ilan edip İngiltere'den Roma'ya akan zenginliklerin önünü kesti. "Anglikan Kilisesi"ni kurup İncili, İngilizceye çevirtti. Karşı cephede yer alan İspanya ise Amerika'nın keşfinden gelen zenginlikten yararlanarak, hakim güç haline gelip papalığı denetimi altına aldı. Artık papalar, İspanya kralının istediği şekilde seçiliyordu. Böylece İspanya ile İngiltere arasındaki ticari rekabet, dini içerik alarak Katoliklere karşı Anglikanlar şekline bürünmüştü.

Fransa'da da farklı soylu çevreler arasındaki iktidar kavgası, din kisvesi altında yürütüldü. Bu kavgaya, İspanya Katolik çevrelerini, İngiltere ise Protestan çevreleri destekleyerek müdahale ettiler. "Din savaşları" deyiminin arkasında farklı sınıfların, farklı ulusal güç ve soylu arasında, kraliyet iktidarının kimin eline geçeceği konusunda yürütülen savaş gerçeği yatıyordu.

İngiliz devriminin püritenleri

Açıktan yapılan bu siyasi mücadelelerin ötesinde, derinliklerdeki ekonomik ilişkilerde burjuvazi, giderek daha da güçleniyordu.

İngiltere'de VIII. Henry döneminde, Anglisizmin tezgâhlandığı aşamada, monarşi ile burjuvazi arasında ittifak vardı. Çünkü ikisinin de çıkarı, İngiltere'nin güçlü ticaret ilişkilerine dayanıyordu. Ancak burjuvazinin giderek daha çok güçlenip ekonomik alanda belirleyici olmasından dolayı, monarşinin ona karşı bir engel durumuna gelmesi kaçınılmazdı. İngiltere'de burjuvazi ile monarşi arasındaki ittifak, 1640 yılından itibaren, yani Fransız devriminden yaklaşık bir buçuk yüzyıl önce, bozulmaya başlayıp açık bir mücadeleye dönüştü. İngiliz devrimi esnasında karşı karşıya gelen farklı dini akımlar, farklı sosyal sınıfları temsil ediyordu.

Monarşi, eski soylular ve üst düzey kilise mensupları, Anglikan dinini savunurken, cumhuriyetçi taraf "püriten" fikirleri savunuyordu (Püretinizm, dönemin İngiliz monarşisine ters düşerek ona karşı çıkan ve saflığı aradığını idda eden bir Protestan akımı ve ibadet şeklidir). Püritenciler arasında da birkaç eğilim vardı. Bir kısım büyük toprak sahipleri ile ittifak halinde olan ticaret burjuvazisi, bir İskoç papazından esinlenen bir tür Calvinizm olan Prebitarizmi savunuyordu (Luther'in Protestanlığı gibi Calvin tarafından ilan edilen farklı bir kilise sistemi). İngiliz devriminin en radikal kanadını oluşturan köylüler, küçük esnaf ve zanaatkârlar ve de kent yoksulları "bağımsızlar" veya "sektatör", yani tarikat üyeleri olarak adlandırılıyorlardı. Çünkü o dönemde bir sürü tarikat ortaya çıkmıştı. Bunların çoğu Anabaptizmden esinlenip Hıristiyanlığın ilk dönemindeki eşitliği övüyordu.

Kayda değer olan ise tarikatların bu derecede çoğalmasının bir çeşit hoşgörüye zemin oluşturmasıydı. Radikal kanat, herkesin kendi isteğiyle, istediği kiliseye bağlanabilmesini savunduğu için kilise ile devletin birbirinden ayrılmasını savunuyordu. 1642'den itibaren İngiltere kralı I.Charles ile İngiliz Parlamentosu arasındaki mücadele iç savaşa dönüştü ve kralın ordusu ile parlamentonun ordusu savaşa tutuştu. Devrimin esas kalbi, ordu oldu. Çünkü şimdiye kadar görülmemiş bir devrimci ordu oluşturuldu. Ordunun ismi "Yeni Model Ordu" olup, dini temellerde, yani püritanizm temellerinde oluşturuldu. Örneğin ordunun en radikal kanadı olan süvari birlikleri, atları için ahır olarak Anglikan katedrallerini kullanıyorlardı. Bu ordu, her şeyden önce krallık düşmanıydı. Süvarilerin komutanı Olivier Cromwell idi ve küçük soylu bir ailenin mensubu olan Cromwell, düzenli bir şekilde oylanarak, kendi askerleri tarafından seçiyor, süvari birliğine alınacak askerlere şöyle sesleniyordu: "Eğer krala düşman saflarında rastlarsam, hiç tereddüt etmeden silahımın bütün kurşunlarını üzerine boşaltırım; tıpkı sıradan herhangi bir kişiye yapacağım şekilde. Eğer vicdanınız böyle bir şeyi aynen yapmaya engel teşkil ederse, size önerim, benim komutam altında askere katılmayın".

Bu temeller üzerinde oluşturulan ordu, krallık ordularını bozguna uğratmakta fazla gecikmedi. Zaferden sonra da bu devrimci ordu dağılmadı. Tam aksine radikal fikirlerin beşiği olup hızlı bir siyasileşme yaşadı. Öyle ki burjuva parlamentosu bu silahlı halk gücü karşısında korkmaya başladı ve 1647'de ordunun bir kısmını dağıtıp kalan kısmını İrlanda'yı fethetmeye göndermeye çalıştı. Ancak tepki büyük oldu. Askerler "kışkırtıcı" diye adlandırdıkları temsilciler seçip subaylara, seçim yoluyla oluşacak Ordu Genel Konseyini kabul etmeleri için baskılar yaptılar. Çok sonraları, 20'inci yüzyılda, bir İngiliz tarihçi ve gazeteci olan demokrat Henry Braildford, İngiliz Devriminde yaşanan bu olayları, Rus Devrimi ile karşılaştırıp: "1647 yılından önce hiçbir İngiliz veya bu kıta sahasındaki orduda böyle bir patlama ve doğrudan demokrasi yaşanmamıştı. Bu gibi olaylar, sadece çok sonraları, 1917 Rusyasında Asker ve İşçi Konseyleri yoluyla yeniden yaşandı."

Ordudaki bu siyasileşmeye paralel olarak, sivil toplumda, özellikle de Londra'da, "Niveleurs" (Eşitlikçiler) isimli bir halk partisi oluştu. Bu isim, onlara karşı olan ve zorla sosyal eşitliği sağlamak, yani "herkesi eşitlemek" istiyorlar diye eleştirenler tarafından takılmıştı. Niveleursler, radikal bir cumhuriyetçi parti olup, ağırlıkla Londra emekçilerinden ve "Yeni Model Ordu"daki erlerden oluşuyordu. Manifestoları olan Halkın İsteği, kilise ile devletin birbirinden ayrılmasını ve dini hoşgörüyü destekleyip, dim vergisinin kaldırılmasını, küçük özel mülkiyetin koruma altına alınmasını, Cumhuriyet ve herkesin oy hakkı olan genel seçim istiyordu.

Devrimin önderi konumuna gelen Cromwell, ilk aşamada Niveleursler ve halk gücünü kullanarak, kral ile uzlaşmak isteyen çevreleri tasfiye etti. Ama Cromwell ikinci aşamada bütün halk muhalefetini kırmak için kendisini destekleyen güçleri feci bir şekilde ezdi.

Cromwell fazla uzun ömürlü olmayan bu İngiliz Cumhuriyetini ölümüne kadar yönetti. Ama Cumhuriyet onun ölümünden sonra yok oldu ve gericiler, yeniden monarşiyi iktidar yaptı. Birkaç on yıllık çalkantılı bir dönemden sonra burjuvazi ile aristokrasi uzlaştı: Monarşi yeniden iktidar oldu. Ancak bundan böyle burjuvazi, ticaret, sanayi ve mali alanlarda istediği gibi hareket etme özgürlüğünü elde etti. Monarşinin geri gelmesiyle Anglikan kilisesi de yeniden geri döndü. Ama bu defa, resmi devlet dini olmayı istemeye cesaret edemedi. Bir dönem baskıya uğramış olan tarikatlar üzerindeki baskı da kalktı. Devrimci hareketin gücünü yitirmesi, bu tarikatları, devlet için tehlikeli olmaktan çıkarmıştı.

Üstelik artık pasifist(barışçı) akımlar; Kuakers isimli, yeni tarikatlar türemişti. Bu yeni tarikatların önderlerinin çoğu, eski radikal devrimcilerdi. Ancak devrimin canlı ortamında İncil'den esinlenerek isyana teşvik eden nutuklar çeken bu devrimciler, devrim başarısızlıkla sonuçlanıp geriye gidiş yaşanınca, onların da moralleri bozuldu ve mistik fikirlere kapılıp Amerika'nın yolunu tuttular. Çoğu Amerika'ya göç etti.

Bilimin gelişmesi

Almanya'daki Protestan Reformu ve 1640 İngiliz Devrimi, iki büyük dini mücadele olarak görülebilir. Ama aslında bunlar, sınıf mücadelelerinin ifadeleriydi. Tüm yaşananlar, dini görünüme büründü. Çünkü toplumların hiç birinde dini görüşleri aşabilmiş bir görüş yoktu. Ama yeni kıtalar ve okyanusların keşfi, sürekli alt üst oluş yaşaması ve yukarıda anlattığımız bu önemli olaylar nedeniyle dünya, dev adımlarıyla ilerliyordu. İşte müthiş bir kaynaşmanın yaşandığı bu ortamda, ateist görüşler ve materyalist anlayışlar yeşermeye başladı.

Önce bilimde müthiş bir atılım oldu. Antik Yunan'ın geliştirdiği teoriler, Arap dünyasının katkılarıyla daha da geliştirilerek yeniden aktarıldı. Artık Ortaçağ'ın son yüzyılları boyunca keşfedilen yeni teknik deneyimler; örneğin 11'inci yüzyılda su ve yel değirmenlerinin icatları ve sürekli olarak geliştirilmeleri, 12'inci yüzyılda sivri kemerlerin icat edilmesiyle yıkılma ve çökme tehlikesi olmadan daha yüksek yapılar inşa etme olanağı, yine 12'inci yüzyılda gemi dümenin icadı sayesinde deniz yoluyla, dünya ticaretindeki atılımlar ve 1440'lı yıllarda, Alman Gutenberg'in matbaayı icat etmesinin sonucu olarak fikirlerin ve bilgilerin yayılması, bilimde bir devrime yol açtı.

Bütün bu yeni teknikler, bilimsel fikirlerin yenilenmesine ve özellikle de toplumdaki üretici güçlerin gelişip toplum için yapılan üretimde önemli ölçülerde artışın sağlanmasına olanak sundu. Bunun dolaysız bir yansıması olarak, artık bütün Avrupa seviyesinde, kilisenin dışında, düşünmeye başlayan bir aydın tabakası oluştu.

Bu durum, belirleyici oldu. Çünkü muazzam bir evrim geçirmekte olan dünyada Katolik kilisesi, ilk çağlardan kalma kavrayışlarla donup kalmıştı ve bunun dışına çıkmayı kesinlikle reddediyordu. Kilise dogmasına göre dünya sabit olup evrenin merkeziydi, bu evrende ay sistemine bağlı olarak alt gruplar vardı ve ay altı gurupların tümü bir gün yok olabilirdi ya da zaman aşımına uğrayabilirdi. Ama bütün bunların ötesinde mükemmel, hiç değişmeyen, ebedi olan bir tanrı vardı. Kilise genel olarak, gözlem ve deneyim fikrine kesinlikle karşı çıkıyordu. Ona göre tek doğru, kendi kutsal kitapları ile sınırlıydı.

1543 yılında Polonyalı papaz Nicolas Copernic, gezegenlerin merkezinde güneşin olduğu fikrini öne sürdü ve kilise böyle bir şeyin kesinlikle kabul edilemez olduğunu belirtti. Bu fikir, bugün bizler için tartışılmaz bir gerçek. Ancak Copernic'in bu fikrinin ciddi olarak kabul edilebilmesi en az bir yüzyıl ve bütün Avrupa'da yapılan keşiflerin katkısı gerekti: Polonyalı Copernic'ten, Danimarkalı Tycho Brahe, Alman Kepler, İtalyan Galile ve İngiliz Newton'a kadar birçok bilim insanının katkıları yardımcı oldu. Çok muazzam gayretler gerekmişti. Çünkü Copernic'in fikrinin doğrulanması için, Antik çağlardan kalma bilim kurumunun tümünü çürütmek gerekiyordu. Ek olarak Katolik kilisesine karşı mücadele etmek gerekiyordu.

Copernic fikirlerinin taraftarı olan Giordano Bruno, dâhice bir öngörü ile yıldızların çok uzaklarda olan güneşler olduğunu ve evrenin sonsuz olduğu fikrini savundu. Giordano Bruno bu fikri savunduğu için Kilise tarafından mahkum edilip 1660 yılında Roma'da diri diri yakıldı. Aradan 33 yıl geçtikten sonra ise Galile, on yıllar boyunca yapılan yeni icatların ışığında, modern fizik biliminin temellerini attı ve Copernic'in teorisinin doğru olduğunu, ay gezegenine bağlı ay alt ve ay üstü dünyalar teorisinin yanlış olduğunu ispat etti. Bu olay, tarihi açıdan bakıldığında bilimin ilerlemesi açısından çok önemli, belirleyici bir aşama olmasına rağmen kilise Gaile'yi, teorisinin yanlış olduğunu kabul etmeye zorladı.

Kilise, hem ahlaki hem de fiziki terör yoluyla, ideolojisini topluma dayatmaya çalıştı. Ancak gerçekleşen ilerlemeleri engelleme gücüne sahip değildi. Galile'nin de belirttiği gibi "bilim (kaçınılmaz) bir şekilde yayılacaktı". Üstelik ticaretin artması ve emtia üretiminin büyümesi doğa bilimlerine, olup bitenlere açıklık getirilmesini ve dünyanın olduğu gibi anlaşılmasını gerektiriyordu.

Materyalizmin kökleri

Bu bilimsel fikirlerin gelişmesi, başka bir gelişmeyi, yani felsefi fikirlerin de gelişimini etkiledi. O dönemin filozofları, madde ile düşünce arasındaki bağı, ruhun ne olduğunu ve tanrının var olup olmadığını kanıtlamaya ve anlamaya çalışıyorlardı. Tıpkı Copernic'in fikirlerinde olduğu gibi, dünyanın materyalist açıklanışı bütün ülkelerin katkıları ve yoğun tartışmaları sonucu oluştu. Kendi aralarında farklılıklar olmasına rağmen, bu görüşlerin ortak yönü, dini gericiliğe karşı duydukları nefret ve olayları anlamak için muazzam istekti. Hollanda'da yaşayan ve 24 yaşında akılcı fikirleri savunduğu için Amsterdam'daki Yahudi dini cemiyetinden ihraç edilen filozof Spinoza'ya şu cümle atfediliyor: "Söz konusu olan ne gülmek, ne ağlamak, sadece anlamaktır."

Materyalist fikirlerin kökleri, 17'inci yüzyıldaki iki felsefi akımın paralel gelişmelerine dayanıyor. Bunların ilki, Fransız akımıydı ve en çok tanınan temsilcisi, bilim adamı Rene Descartes idi. Descartes, çevremizdeki dünyayı anlamak için maddenin temel özelliklerinden hareket etmenin yeterli olduğu görüşünü ileri sürüp, bunun bütün canlılara uygulanabileceğini ekliyordu. Ona göre bütün canlılar, karmaşık makinelere benziyor ve bu mekanizmayı açığa çıkarmalıyız. Bunu ise "hayvan-makine" kavramı ile özetliyordu. O dönemlerde böyle bir iddiada bulunmak gerçekten çok cesaret istiyordu. Çünkü madde ile bu gibi iddiaları ve öngörüşleri açıklamak için gerekli bilgi birikimi yoktu. Yine de her şeye rağmen Descartes, insanı ayırıyordu. Descartes'e göre insanın düşüncelerinin de aynı şekilde maddeye bağlı olması söz konusu değildi ve fikirlerin sonsuz bir ruhtan kaynaklandığı görüşünü sürdürüyordu.

Bu akımların ikincisi ise İngiliz kaynaklıydı. Descartes'e bağlı Fransız akım, madde ile fikirler arasındaki bağ sorununa "aşağıdan", yani maddenin özelliklerinden yaklaşırken İngiliz akımı "yukarıdan", yani düşüncenin nasıl oluşup nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. 17'inci yüzyıl İngilteresi yeni görüşlerin şimşek hızıyla yayıldığı bir ülkeydi. İngiliz filozoflar, düşüncelerin birkaç yıl içerisinde tamamen değişebileceğini gördüler. İngiltere aynı zamanda deneyime dayanan bilimlerin olduğu ve ilk bilimler akademisi olan, bilim insanlarının ilk "bilim meclisi" kurduğu ülkeydi. Deneyime dayanan bilimler, somut bir şekilde bilginin nasıl gözlem ve deneyimler sonucu oluştuğunu gösteriyordu. Böylece İngiliz materyalist akımı, düşüncenin sonuç itibarıyla görme, işitme, dokunma gibi duyumlarla oluşup sadece gerçek dünyanın yansımaları olduğunu kanıtladı. Bu akımın en önde gelen temsilcilerinden birisi olan John Locke, bir bilginin sadece deneyimin sonucu oluşabileceği fikrinden hareket ederek insan ruhunu, dünya ile olan ilişkiler sonucu dolan "boş bir levha" olarak tarif etti. Ardından da şu sonuca vardı: İnsanlarda "doğuştan gelen bilgi" yoktur. Örneğin yeni doğan çocuklarda, tanrı kavramı dahil, kendiliğinden oluşmuş düşünce bulunmuyor.

Materyalist kavrayışın temellerini oluşturmalarına karşın, Aydınlanma Çağı'na rağmen bu meşhur akımların ve insanların hiçbiri, 18'inci yüzyılın başında bile, ne tanrının ne de ruhun olmadığını açıkça söyleyebilecek cesareti gösterebildi. Ama yine de fikir ortaya çıkmıştı ve de kısa bir zaman sonra, açıkça ifade edildi.

Aydınlanma Çağı'nda ortaya çıkan materyalizm

Evet, gerçekten de çok şaşırtıcıdır, ilk defa ateizmi açıkça ifade eden Ardennes (Fransa) bölgesinde yaşayan Jean Meslier isimli, bir kır papazı oldu. O dönemlerde genellikle yoksul köylüler arasında, biraz eğitime ulaşabilmenin tek yolu papaz olmaktı. Jean Meslier öldüğünde ardında, "Jean Meslier'nin Vasiyetmanesi" isimli büyük bir eser bıraktı. Voltaire bu eseri yayınladı ama bazı bölümlerini çok radikal bulduğu için değiştirdi. Örneğin şöyle bir bölüm vardı: "Size öğretilen ve sizi inanmaya zorlayan dininizin ileri sürdüğü fikirlere inanma veya inanmama gerekçelerini iyice düşünün. Eğer aklınızın doğal ışıklarının peşinden giderseniz, bence şundan emin olabilirsiniz ki, kesinlikle benim gibi, dünyadaki bütün dinlerin, insanların uydurması olduğunu ve dininizin size öğrettikleri, zorla size kabul ettirdikleri, örneğin doğaüstü ve yüce kavramların aslında yanlış, yalan, hayal ve sahtekârlık olduğunu göreceksiniz."

Jean Meslier, bir isyankârdı. Örneğin "dünyadaki bütün büyük kişilerin ve soyluların, papazların bağırsaklarıyla asılıp boğulmaları adaletli olur" cümlesi ona ait. Ancak onun ateizmi, sadece isyan etmesine dayanmıyordu. Aynı zamanda okuduklarının ve düşündüklerinin bir sonucuydu. Jean Meslier, tek başınaydı ve bu nedenle fikirleri, ölümünden sadece 30 yıl sonra, üstelik kısmen, Voltaire sayesinde tanındı. Ama yine de modern materyalist fikirlerin gerçek bir öncüsü oldu.

İngiltere ve Fransa'da ortaya çıkan materyalist akımların gerçekten birleşip madde ile düşünce arasındaki bağların sağlam bir materyalist görüşle ortaya çıkması, Fransa'nın krallık ordusunda hekim olarak görev yapan La Mettrie sayesinde oldu. La Mettrie, Descartes'in "hayvan-makine" yaklaşımından yola çıkarak, cesurca, insanı da içine katarak "insan-makine" kavramından söz etti. Böylece insan düşüncesi, ilk defa maddenin bir meyvesi olarak algılandı. Artık ne tanrıya ne ruhlara gerek kalmıştı. Hekim olan La Mettrie: "Anatomi ve fizyoloji sayesinde ilikte olanları anlamam yeterliyse, o zaman ideal bir yaratıcıya ne gerek var?" diyordu. La Mettrie'nin eserleri, iktidar tarafından yasaklanıp yakıldı ve o da mesleği olan ordu hekimliğinden istifa ederek, önce Hollanda'ya, ardından da Almanya'ya göç etmek zorunda kalmasına rağmen, fikirlerini hiçbir zaman inkâr etmedi.

Bu ortamda materyalist görüşleri savunanlar çoğaldı ve onların ortak fikirlerinden oluşan materyalizm, bugün bize miras olarak kaldı. Bu düşünürlere göre evren sadece maddeden oluşuyor. Bilimin, özelliklerinin tümünü hala bilemediği madde, birçok farklı biçimlerde var! Madde; cansız taşlardan, canlılara ve düşüncenin merkezi olan insan beynine kadar her şeydir. İnsanların en soyut düşünceleri dahil, bütün düşünceleri, hislerinden kaynaklanıyor. Bunlar da etrafımızdaki dünyanın, beynimize olan yansımalarıdır. Doğanın bu şekilde kavranması, katı bir açıklama değil. Bu kavrayış sürekli olarak her yeni buluş sayesinde daha da zenginleşmeliydi. Zaten iki buçuk yüzyıldan bu yana olan da budur.

Aydınlanma çağının sembolü, istisnai ve kolektif bir eser olan Ansiklopedi'dir. Kraliyet iktidarının ve kilisenin birkaç defa yasakladığı bu devasa eser, farklı milliyetlerden bilim insanı ve düşünürün eseri olup materyalizme evrensel görüntüsünü verdi. Her şey didik didik incelenip mantığın süzgecinden geçirildi. Doğa ile dinler ve toplumla ilgili bütün konular incelendi.

Ansiklopedi yazanlarının hepsi ateist değildi, hatta çoğunluğu değildi diyebiliriz. O dönemde materyalist ve ateist olduğunu söylemek, hapishaneyi boylamakla aynı anlama geliyordu. Örneğin Ansiklopedi'nin babası olarak bilinen Diderot'nun kendisi, üç defa hapishaneye atılmıştı. İşte bu filozofların çoğunun, açıkça ateist olduklarını duyurmayıp, kilisenin dogmalarına inanmadıklarını ama biçimsel olsa da soyut bir tanrıya inanmaya (deizm) devam ettiklerini açıklamalarının esas nedeni bu olsa gerek. Sonraları Marks bu konuda, dine değil ama tanrıya inanmanın "din konusunu aşmak için kaçamak ve tembelce bir yöntem" olduğunu söyledi.

Ancak bazı filozoflar için tanrıya inanmanın arkasında, sadece baskılardan korunma sorunu yoktu. Örneğin Voltaire tanrıya inanışı savunup ateizme karşı çıkıyordu. Üstelik Voltaire işine gelince kilise ve batıl inançlara karşı çıkıp keskin yazılar yazmasını ve onu koruyan Prusya kralına özel bir mektup yazarak "Üçkâğıtçılar ve aptallar olduğu sürece dinler var olacak. Bizim dinimiz tartışılmaz bir şekilde en saçma, dünyayı bulaştıran en kanlı olandır."demesini biliyordu.

Ama yine aynı Voltaire, Fransa ile İsviçre sınırı arasında bir yer alıp oradaki köylüler için bir kilise inşa ettirdi ve üzerine Latince "Voltaire tarafından tanrı için yapıldı" diye yazdırdı. Voltaire'e göre ateizm veya deizm, dünyadaki seçkinler için geçerliydi. Köylüler için geçerli değildi.

Filozofların kişisel güçlerinin ve zaaflarının da ötesinde 18'inci yüzyılın sonralarına doğru, yani Fransız devriminin patlak vermesinin hemen öncesinde, artık insanlık dünyayı dini kavramların dışında anlama olanağına sahipti.

En radikal materyalistler, tabiatla ilgili materyalist açıklamayı daha ileri götürüp aynı zamanda toplumsal sorunlara taşıdılar. Onlar kendilerine, rejimleri ve iktidarları yıkanın neler olduğu sorusunu sorup insanlık tarihini açıklama konusunu gündeme getirdiler. Aynı zamanda tarihin, insanların eseri olduğunu da biliyorlardı. Buna ek olarak, insanların, yaşadıkları çevrenin eseri olduğunu ve John Locke'un da belirttiği gibi doğuştan gelen bilginin olmadığını da biliyorlardı. Ayrıca, filozoflar, dünyayı yönetenin "fikirler" olduğunu düşündükleri için halkları aydınlanmayı, kendilerine düşen bir görev olarak kabul ediyorlardı.

Fransız devriminden önceki döneme ait en keskin materyalistlerden biri olan D'Holbach şunları söylüyordu: "Hükümetler konusuna gelince tarih bize, ulusların her zaman kendi cehaletlerinin, tedbirsizliklerinin, saflıklarının, terörün, paniğine kapılmalarının ve özellikle de kitleler üzerinde etki yaratanların tutkularının oyuncağı olduğunu ispatlıyor. Tıpkı yatağın içerisinde hiç durmadan sağa sola çırpınan ama rahat bir yatış şekli bulamayan hastalara benzeyen halklar, çoğu zaman hükümet şekillerini değiştirdiler. Ancak hiçbir zaman ne iktidarı ele geçirebildiler ne de derinlemesine reformlar gerçekleştirerek, muzdarip oldukları belaların kaynağına ulaşabildiler. Sürekli olarak kör ihtirasların esiri oldular."

Materyalistler şuna çok sıkı bir şekilde inanıyorlardı: Eğer toplum, batıl inançlardan arındırılıp, dinin etkisinden kurtarılıp mantıklı düşünmeye başlarsa çok daha iyi olabilir. Aydınlanma Çağındaki filozofların tümü, keskin cumhuriyetçiler olmaktan uzaktı. Onların çoğu, kralın yetkilerinin sınırlı olduğu anayasaya bağlı bir düzeni, yani "aydın" bir kral tarafından veya daha iyisi, bir "filozof" tarafından yönetilen bir monarşiyi tercih ediyordu. Çok azı cumhuriyet yönetimini istiyordu. Ama bütün filozoflar, kilisenin ve monarşinin gericiliğini teşhir ettikleri için ve kilise ile monarşi iç içe geçtiği için fiilen krallığa karşı çıkmış oluyorlardı.

Tabii ki filozoflar, kendi görüşlerinin birkaç yıl sonra halk tarafından sahiplenilip gerçek toplumsal bir güce dönüşüp monarşiyi yıkacağını düşünmekten çok uzaktılar.

Fransız Devrimi ve toplumun Hıristiyanlıktan arındırılması

Aydınlanma felsefesi, sadece yüksek sosyetenin gittiği salonlarla sınırlı kalmayıp kitleler arasında da yayılmaya başladı. Seyyar satıcılar, gizlice felsefi eserleri yayıyordu. Fransız Devrimi sürecinde Üçüncü Sınıf diye bilinen, halkın temsilcisi olarak seçilenler arasındaki bazı kişiler de materyalist görüşlere ulaşabildiler.

Böylece Fransız Devrimi başladığında, soylulara ve krala karşı yapılan mücadelede dini bahanelere gerek kalmadı. Kitlelerin ayaklanmasının sonucu olarak 1789 yazında oluşan ilk iktidar, papazlara karşı sivil bir anayasayı dayattı. Artık bütün kilise yetkilileri, en alttaki papazdan en üst düzeydeki başpiskoposa kadar, hepsi anayasaya sadık kalacaklarına dair yemin etmek zorundaydılar. Roma'daki Papa, buna karşı çıkma çağrısında bulundu. Kilisenin küçük bir azınlığı, Jean Meslier taraftarları buna uydu ama büyük çoğunluğu, monarşi taraftarı olduğu için yemine karşı çıktı.

1792 yazından itibaren, Paris'teki donsuzlar (sans culotte) hareketinin ayaklanıp krallık iktidarını devirerek cumhuriyet ilan etmesinden sonra, devrim daha da derinleşti. Devrim savaşı, daha da şiddetlendi ve yeni iktidarın kazanıp ayakta durabilmesi için harekete geçen halkın gücünü destekleyip radikal önlemleri kabullenmesinden başka çaresi yoktu. Ardından Terör Dönemi denilen, yani Parisli donsuzların sık sık Meclis'i basıp halkın aldığı bazı kararları dayattığı veya fırsatçı Cumhuriyetçilerin talanlarına karşı, Cumhuriyetin yeterli önlem alınmadığını teşhir eden imza kampanyalarının sonuçlarını ileten, 1793 dönemi yaşandı. O dönemde Paris'in küçük halkı diye adlandırılan kitleler, her hafta düzenledikleri yerel toplantılarda bir araya gelip sorunları tartışıp kararlar alıyorlardı. İşte toplumun Hıristiyanlıktan arınma hareketi de bu dönemde gerçekleşti.

İç savaşın yaşandığı o kızgın ortamda, devrimci hareketin sol kanadı tarafından başlatılan Hıristiyanlıktan arındırma kampanyası, halk arasında büyük bir destek buldu. Merkezi Paris'te bulunan Komün Genel Konseyi'nin, aldığı kararlara göre bütün kiliselerin, tüm ibadet yerlerinin hemen kapatılması gerekiyordu. Bunun yansıması olarak Meclis, yani Konvansiyon, 16 Kasım 1793'te "ibadet ve dini ileri gelenlerin konutları olarak kullanılan bütün binaların artık yoksullar için konut ve halkın eğitimi için eğitim merkezleri olarak kullanılacağı" kararnamesini çıkardı. Kilise aleyhine Paris'te hazırlanan siyasi yazılar, Fransa'nın her tarafına yayıldı. Bu yayınlar, diğer kent ve kırsal yerleşim birimlerinde halkın önünde yüksek sesle okunuyor ve çoğaltılıp yayılıyordu. Papazlar, kiliselerden kovuldu ve kiliseler "Aklın tapınaklarına" dönüştürüldü.

Dini inançların nasıl bu kadar kolayca buharlaşıp uçup gittiğine şaşırabiliriz. Asalak bir yaşam süren ve devrime karşı çıkan kiliseye karşı muazzam bir nefret oluşmuştu. Daha da önemlisi devrim, yaşamın hemen değiştirilmesini gündeme getirdi. Hâlbuki din, bir sürü hayali fikirlerle sınırlıydı. Yerel toplantılarda ve ayaklanmalarda, alt tabakadaki kitleler kaderine sahip çıkıp onu değiştirebileceğini hissediyordu. Bütün bunların, önyargıların ve dini inançların ortadan kalkmasına büyük katkısı oldu.

Robespierre bu kitle hareketinin sonucu iktidarın elinden gitmeye başladığı gördü ve bunu kırmaya çalıştı. Bütün ağırlığını koyarak, Hıristiyanlıktan arındırma hareketini yürütenlere karşı şunu açıkladı: "Ne hakla özgürlük namına inanç özgürlüğüne karşı çıkıp fanatizme, yeni bir fanatizmle karşı çıkıyorlar! " Konvansiyon" dini uygulamaların özgürlüğünü savunmaya devam edecek. Din adamlarına, sakin bir şekilde sürdürdükleri faaliyetler nedeniyle baskı yapılmasına izin vermeyecek."

Robespierre eski din yerine yeni bir din oluşturmak için hiç zaman kaybetmeden harekete geçti. "Akla" karşılık ileri sürdüğü ise "Yüce bir Yaratana" ibadet etmekti. Ancak Robespierre bu davranışıyla, donsuzların ve onlarla birlikte hareket eden yoksul köylülerin oluşturduğu devrimci gücü baltalayıp bindiği dalı kesiyordu.

1793'ün Terör Döneminde kitlelerin harekete geçmesi, burjuvazinin ödünü patlattı. Burjuvazinin, soyluları ezmek ve devrimci savaş esnasında ayakta kalabilmek için kitlelere ihtiyacı vardı. Ancak zafere ulaşan burjuvazi, artık her şeyden önce denetim altında bir ortam ve boyun eğmiş kitleler istiyordu. Napolyon, devrim generallerinden biri olup tam da istenen adamdı. Napolyon, hem askeri diktatörlüğünü dayattı hem de Katolik kilisesini yeniden geri getirip Papa ile Concordat anlaşmasını yapıp yeniden papazların maaşlarının devlet bütçesinden karşılanmasını kabul etti.

Aydınlanma Çağı filozofları ve Fransız Devrimi dini teşhir etti. Napolyon ise onu yeniden geri getirerek şunu duyurdu: "Servet eşitsizlikleri din olmadan olamaz. Bir insan açlıktan ölürken, yandaki büyük bir servete sahipse, açlıktan ölenin bunu kabul etmesi imkânsızdır. İşte bu nedenle bir iktidar ona, bu Tanrı'nın emridir, demeli."

Materyalizm ve işçi sınıfı

Burjuvazi, Aydınlama Çağı'nın materyalizmini soyluluğa karşı bir silah olarak kullandı. Ama burjuvazinin iktidarını sürdürebilmesi için bu teoriler artık ona gerekli değildi. Doğayı anlamak için materyalizmi kullanmak anlaşılır bir şeydir ama materyalizmi daha da geliştirerek toplumları; tarihlerini, evrimini sağlayan güçlerin anlaşılmasını burjuvazi kesinlikle istemiyordu. İşte bu nedenle materyalizm bayrağını kaldıranlar, yeni iktidara karşı çıkanlar ilk sosyalistler oldu.

İlk sosyalistler, yani 19'uncu yüzyılın başlarındaki İngiliz ve Fransız sosyalistleri; aralarında en çok tanınmışları Saint-Simon, Fourier ve Owen'dı, Aydınlanma filozoflarının takipçileriydiler. Onlar, eski rejime karşı yapılan saldırıları, oluşum aşamasındaki burjuva toplumuna karşı uyguladılar. Onlardan önce gelen en radikal materyalistler, soylulara karşı sert tavır almıştı, onlar da aynı sertlikte burjuvaziye karşı tavır koydular.

Bu yeni materyalistler, en mükemmel toplumsal örgütlenmenin, mantıklı prensiplerin uygulanmasıyla olabileceğine inandıkları için ideal toplumsal düzen planları tasarlamaya başladılar. Hatta fikirlerini daha ileri götürerek, insanlığa örnek olabileceğini düşündükleri küçük, örnek toplumlar gerçekleştirmeye çalıştılar.

Bu ilk sosyalistler, salon sosyalistleri değildi. Gerçekten toplumun değişmesine katkıda bulunmak için harekete geçtiler. Ancak toplumu kavrayışları sınırlı olduğu için çaresiz kaldılar. 18'inci yüzyılda materyalizm, dinsel anlaşıyları alt edip doğanın akılcı ve bilimsel açıdan kavranmasını kabul ettirebildi. Ancak materyalizmin, toplumun kavranışında yerinde sayıp ileriye gidemediği görülüyordu.

Marks'ın materyalizmi ve modern komünizm

Bir adım daha ileriye gidebilmek için gerçekten de radikal bir sıçrama gerekiyordu. Toplumların evrimini anlayabilmek için belirli bir anda, belirli bir toplumun eleştirisini yapıp neyin olumlu neyin olumsuz olduğunu içeren bir liste oluşturmak yeterli değildi. Evrimin bütünü kapsayan bir mantık yürütme gerekiyordu.

İşte bu düşünme biçimini, Hegel isimli bir Alman filozof oluşturdu. Hegel olayları, düşünme biçimlerini, kısacası her şeyi, gelişim sürecinde inceliyordu. O, antik çağda keşfedilen ve sonra materyalizmin unuttuğu diyalektiği yeniden gündeme getirdi.

Hegel, bir formül ile tarih felsefesiyle ilgili görüşüne giriş yapıyordu: "Akla uygun olan gerçektir; gerçek olan akla uygundur." Bu soyut cümlenin anlamı ise insanlık tarihi boyunca peşi sıra var olan bütün toplumların akılcı olduğuydu, yani dışarıdan bakıldığında en saçma nedenler de dahil olmak üzere, var olmalarının bir nedeni vardı. Ama birbirleriyle çelişkili olan toplumlar, peşi sıra var oldukları için, "akılcı olanın", yani mantığa uygun olanın sürekli evrim geçirmiş olması lazım. Hegel, Fransız devrimi döneminde yaşadı ve onun hayranı olup, devrimi "güneşin müthiş doğuşu" gibi bir şey olarak açıklıyordu. Hegel, Fransız monarşisinin hüküm sürdüğü tarihi dönemde akla uygun hareket ettiğini, ancak 1789'da ise devrimin toplumun artık değişmesi gerektiğini belirttiği, görüşündeydi. Hegel'e göre insanlık tarihi, anlaşılmaz ve kabul edilemez şiddet olaylarıyla dolu değil, incelenmesi ve anlaşılması gereken bir süreç ve bu sürecin de iç işleyişini anlamak gerekiyordu. Hegel, Aydınlanma fikirlerinden hareket ederek, toplumların evrimlerinin motorunun "akıl", daha doğrusu "akılcı düşüncelerin" olduğunu görüyordu. Ona göre toplumların tarihi, insanların kafalarındaki "düşüncenin" evrimine bağlıydı.

Hegel'in bu "idealist" görüşü, insanlık tarihinin evriminin tümünün merkezine soyut bir fikri yerleştirdiği için 18'inci yüzyıl materyalistlerine göre geriye dönüş gibi görünebilirdi. Ama materyalizm, bu felsefi anlayıştan hareket ederek ilerleyip daha soyut bir şekil aldı.

Materyalist fikirler tarihindeki bir sonraki aşamayı ise Marks'a borçluyuz. Marks, Hegel'in diyalektiğinden hareket ederek, ona materyalist bir temel oluşturdu. Marks'a göre düşüncenin dönüşmesi, gerçek dünyanın dönüşümünün insan beynine yansımasından başka bir şey değildi. Marks'ın da belirttiği gibi: Hegel'in diyalektiği "başının üzerinde duruyordu; sorun onu ayakları üzerine koymaktı".

Marks diyalektik ile materyalizm kavrayışını, ikisini birden, toplumların evrimine uygulayarak, toplumsal tarihin, toplumdaki sosyal sınıfların sınıf mücadelesinden ibaret olduğunu ve sosyal sınıfların köklerinin, toplumların ekonomik düzenlerine bağlı olduğu gerçeğini gün yüzüne çıkardı.

Son yüz yılların tarihi, genel hatlarıyla işte bu şekilde açıklanıyordu. Burjuvazi önce feodal toplum içerisinde ticaretin gelişmesi sayesinde büyüdü. Her ekonomik ilerleme ticari ilişkileri geliştiriyor ve sonuç olarak da, burjuvazinin güçlenmesine yol açıyordu. Belirli bir aşamadan sonra burjuvazi, hakim güç olma aşamasına erişmişti ama diğer yanda soyluluk düzeninin, iktidar olarak devam etmesinin bir nedeni kalmadı. Bu şartlar altında, burjuvazinin toplumun yönetimine gelmesi kaçınılmazdı.

Ancak tarihin burada durması gerektiğine inanmak için bir neden yoktu. Burjuvazi ortaya çıktığı ilk aşamadan itibaren onun zıddı da oluştu: Kapitalistler, ücretliler olmadan var olamazlar. Ortaçağ burjuvaları, sanayi kapitalistlerine dönüşürken, kentlerdeki alt tabakalarda yer alan çırak ve kalfalar, fabrika işçilerine dönüştüler. Böylece modern işçi sınıfı oluştu. Bundan böyle sınıflar arasındaki çatışma, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındadır.

Marks bu konudaki yaklaşımını oluşturduğunda, işçi sınıfı kitlesel olarak sadece İngiltere'de vardı. Bu genç işçi sınıfının mücadeleleri gerçekten nefes kesiciydi. Ama yine de Marks'ın açıklamasını bütün Avrupa ve hatta dünya ölçeğinde genellemesi o zaman için dâhice bir öngörüydü.

Tarihin, işte bu yeni materyalist açıklanışı, devrimci bir görünüm içeriyordu. Çünkü eğer tarihin motorunu sınıf mücadeleleri oluşturuyorsa, o zaman materyalist filozofların ilerlemeye katkı yapması sadece gözlem yapıp eleştiri ile sınırlı kalmak değildi. Esas yapılması gereken sınıf mücadelelerinde yer almak, ona katılmaktır. Marks'ın dediği gibi: "Filozoflar bugüne kadar dünyayı farklı şekillerde yorumlamakla yetindiler; oysa önemli olan dünyayı değiştirmektir."

Tarihi materyalizmin sonuçlarını kabul etmek, kapitalist topluma karşı mücadele etmeyi kabul etmek anlamına geliyordu. Bu, bugün için de geçerlidir. Materyalist fikirlerin işçi sınıfının mücadelesine, onun kurtuluşuna ve sonuç itibarıyla da modern komünizme bağlanmasının nedeni budur.

Materyalizm, komünist fikirlere tamamen farklı bir bakış açısı getirdi. Marks öncesi komünizm, ilk işçi mücadelelerinin ve hatta ondan da önceki Ortaçağ'daki kentlerin alt tabadakilerin mücadelelerinden geliyordu. Bu ilkel komünizm, dinden etkilenip paylaşım komünizmi, yani paylaşımın eşit yapılması temellerinde olup, zenginliklerin üretilmesi sorununa değinmiyordu.

Komünizm, Marksizm sayesinde toplumların evrimi çerçevesine ekonomik gelişmeyi de katarak, toplumu kapitalizm ve çelişkilerinden kurtarmanın gerekli olduğunu ortaya koydu. Artık komünizm, sadece ürünlerin ortak paylaşımı ile sınırlı kalmayıp, kapitalist ekonominin büyük üretkenliğine sahip çıkarak onun yol açtığı kapitalist rekabetin karmaşasına da son vermeyi amaçlıyor.

Sanayinin gelişmesi önce Avrupa'nın, ardından dünyanın her tarafında, emekçi kitlelerinin oluşmasına yol açtı. İşçi sınıfı artık mücadeleci bir sınıf olup iktidar için mücadele edebileceğini göstererek Marks'ın materyalizmini kanıtladı.

İşçi hareketi ve din

Marks, işçi sınıfının materyalist kavrayışa sahip çıkıp, onların bilinçli emekçilerin ideolojik bir silahına dönüşmesi için mücadele etti. İşçi militanların, dinin etkisini taşıyan ve geçmişe ait, hatta bazen gerici olan eski görüşlerden kurtulmaları çok önemliydi. Marks yaşamının tümünü bu mücadeleye ayırdı. Burjuvazinin saflarında materyalist görüşler gerilemeye başladı. Buna karşılık, işçi sınıfı içerisinde bu görüşler gelişip en etkin ateist materyalistler ortaya çıktı.

Buna rağmen, işçi sınıfı saflarındaki dini önyargılar ortadan kalkmadı. Çünkü dinin sömürülen kitlelerin her gün çektikleri acıların derinliklerine kadar varan kökleri bulunuyor. Marks'ın ilk yazılarında, o dönem 25 yaşındaydı, belirttiği gibi: "Dindeki çaresizlik, bir yönüyle gerçek çaresizliğin ifadesidir, diğer yönüyle de gerçek çaresizliğe karşı bir protestodur. Din, ezilen bir yaratığın ah çekmesi, vicdanı olmayan bir ruhtur. Tıpkı ruhun olmadığı toplumsal şartların ruhu gibidir. Din halkın afyonudur."

Kapitalist toplum, bilgi ve teknolojik ilerlemeyi geliştirdiği için dinlerin kaynaklarının bir kısmını ortadan kaldırdı. Ama buna karşılık başkalarını üretti. Kapitalizm, insan gücünden kaynaklanan ve gittikçe güçlenen bir ekonomi geliştirdi. Ancak insanlar bu güce hakim olmadıkları gibi, ortaklaşa ürettikleri bu gücü kendileri dışında, kendilerine yabancı olarak görüp, onu anlayamıyorlar. Din, ancak insanlık kendi kaderine hakim olduğu aşamada yok olacak. Yani din, işçi sınıfının iktidara gelip burjuvaziyi iktidardan uzaklaştırıp, kapitalist ekonomide hüküm süren karmaşaya son verdiğinde ortadan kalkacak.

Bu yaklaşım, Marksist işçi hareketinin dine karşı yaklaşımı oldu. Marksist militanlar her zaman, faal bir şekilde, materyalist ve ateist fikirlerin yayılması için mücadele ettiler. Diğer yandan ise devrimci ortamlar hariç, emekçilerin önemli bir kısmının dini ve batıl inançların etkisi altında kaldığını her zaman bildiler. Bütün bunlar, işçi sınıfının kapitalizmi yıkıp toplumun kurtuluşunu gerçekleştirebilecek olan tek sınıfsal gücün, işçi sınıfı olduğu gerçeğiyle kesinlikle çelişmiyor.

Burjuva din karşıtlığı ve işçinin din karşıtlığı

İşçi sınıfı, inanç özgürlüğü yani herkesin istediği dine özgürce inanabilmesi veya tabii ki inanmaması ve ateist olabilme özgürlüğü için mücadele etti. Aynı zamanda kilise ile devletin birbirinden ayrılması ve inananların, dini harcamaları kendilerinin üstlenmesi için de mücadele etti. İngiliz devrimcilerinin dine inanmalarına ve püritanist olmalarına rağmen, kilise ile devletin birbirlerinden ayrılmasını savunduklarını hatırlatmakta yarar var. Onlar için söz konusu olan dini özgürlüktü. Ama işçi sınıfı için söz konusu olan, dini özgürlüğe ek olarak dini bir aygıtın devlet gücünü, özellikle de gençliğin eğitimini ele geçirerek, propaganda yapmasını engellemekti. Bu, bugün için de geçerlidir.

İşçi sınıfının ilk devleti olan Paris Komünü, 1871'de kilise ile devletin birbirinden ayrılması kararını alıp bütün dini bütçeleri kaldırmıştı. Ancak emekçilerin yönettiği bu ilk toplum deneyimi, sadece iki buçuk ay sürebildi ve Fransa'da cumhuriyetçi burjuvaların kilise ile devletin yeniden birbirinden ayrılışını uygulamaları için yaklaşık 35 yıl daha beklemek gerekti.

Devlet ile kilisenin ayrılması, 1905'te gerçekleşti. Devlet, Katolik kilisesinin gücünü kısarak, Fransız toplumu üzerindeki etkisini azalttı. 1801 yılında Napolyon tarafından dayatılan Concordat iptal edilip bundan böyle dini harcamalar kamu bütçesi tarafından karşılanmadı.

Bu yeni yasa, tartışılmaz bir şekilde emekçilere yaradı. Ancak bu yasa, burjuvazinin kendi içindeki farklı akımların arasındaki mücadelenin sonu idi: Bir tarafta Katolik ve krallık yanlısı diğer tarafta ise laik ve cumhuriyetçiler vardı. Bu mücadelede laik cumhuriyetçileri temsil eden radikal partinin amacı, halkın kurtuluşu olmayıp sadece rakiplerini yenmek istiyordu. Radikal partinin kilise eğitimi yerine oluşturduğu laik eğitim sisteminin, 6 ile 12 yaş arası çocuklara, zorunlu eğitimi getirmesi, bir yönüyle bir propaganda aracı idi. Bu propaganda bir yönüyle din karşıtı olması açısından iyi bir şeydi ama aynı zamanda da milliyetçi ve burjuva yanlısı bir propagandayı da içeriyordu.

Cumhuriyetçi burjuvazi, Fransız Katolik kilisesini denetim altına aldıktan sonra, ona iyi davranmasını bildi. Bunun ilk uygulanması, kilise ile devletin tamamen ayrılışından geri adım atmakla oldu. Çünkü 1905 yasası, kiliseye ait kurum ve binaların mülkiyeti yine kilisenin elinde kalacak ve bunların masrafları devlet tarafından karşılanacak diye bir madde de içeriyordu. Sonraları, bu yasayla yetinilmeyip kiliseye bir sürü taviz verildi. Bu konudaki en önemli örnek, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 1905'te Almanya sınırları içerisinde olmasını bahane edilerek, Fransa'ya dahil edilen Alsas ve Loren bölgelerindeki kilise giderlerinin devlet tarafından karşılanmasıdır. Bu uygulamaya hiçbir hükümet dokunmadı ve hala 1905 yasası, bu bölgeyi kapsamıyor.

Fransız burjuvazisinin din karşıtı tutumu, siyasi akım olarak sınırlı kalmakla yetinmeyip, süre olarak da fazla sürmedi. Burjuvalar arasında din karşıtı akımların en radikali olan Fransa'da bile durum, bunanla sınırlı kaldı.

Rus Devrimi ve dini önyargılara karşı mücadele

Aslında tek siyasi enternasyonalist materyalist hareket, devrimci işçi hareketi oldu. 1914 yılı öncesi sosyalist hareket, birçok ülkede materyalist fikirleri yaymıştı. Ancak Ortodoks Kilisesinin resmi devlet dini olduğu Rusya'da, 1917 yılında, devrimciler iktidarı ele geçirerek din konusunda en zengin uygulamaları gerçekleştirdiler. Çarlık Rusyasında tabii ki kilisenin en güçlü olduğu alanlar, kırsal alanlardı. Elbette Rus komünistlerin programında kilise ile devleti birbirinden ayırma ve inanç özgürlüğü vardı. Lenin, 1903 yılında köylülere hitap eden bir broşüründe şunları yazmıştı: "Sosyal demokratlar (yani komünistler) olarak herkesin istediği din ile ilgili özgürce propaganda yapma hakkını savunuyoruz (...) Herkes, istediği dine inanma ve bu din hakkında propaganda yapma ve isterse de din değiştirme de tamamen özgür olmalıdır (...) Ne "hakim" din ne "hakim kilise" olmalı. Kanun önünde bütün inançlar ve bütün kiliseler eşit olmalı."

Komünistler bir yandan açıkça inaç özgürlüğünü savunuyorlardı, diğer yandan ise materyalist ateist militanlar olduklarını da açıkça duyuruyorlardı. Lenin yine başka bir yazısında şunu belirtiyordu: "Sosyalist işçi sınıfı partisine gelince, ona göre din özel bir alan değil. Partimiz bilinçli militanlardan oluşup, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele eden öncü militanlardan oluşuyor. Bu birlik, bilinçsizliğe, cehalete veya dini inanç şeklindeki karanlık fikirler ve fanatikliğe karşı tepkisiz kalamaz."

Ama onlar, dini fikirlere karşı yaptıkları mücadelede din karşıtı olan Fransız burjuvazisi gibi sadece ateist fikirlerle sınırlı kalmıyordu. Bu mücadele, temel mücadele olan sömürülenlerin, sömürücülere karşı sınıf mücadelesi çerçevesindeydi. Lenin, yine sözü edilen aynı yazısında bir grevi örnek alarak şunu ekliyordu: "Bir Marksist, grevin başarıya ulaşmasını temel almalı, mücadele içerisinde olan işçileri ateistler ve Hıristiyanlar şeklinde bölmemeli ve böyle bir bölünmeye karşı kararlı bir şekilde çıkmalı. İşte bu somut ortamda, ateist propaganda gereksiz ve zararlıdır. Bunu, en geri konumda olan tabakaları korkutup seçimlerde oy kaybederek bir temsilcilik yitiririz korkusundan değil; sınıf mücadelesinin fiilen ilerlemesi için yapmalı. Çünkü bu, modern kapitalist toplumda, Hıristiyan işçileri sosyal demokrat saflarına çekecek olan kuru bir ateist propagandadan yüz kat daha etkili olur."

Rus Devrimi komünistleri iktidara taşıyınca, komünistler sözlerini tuttular. Ocak 1918'de Lenin'in kaleme aldığı basit bir karar ile "kilisenin devletten ayrıldığı" ve "eğitimin de kiliseden ayrıldığı" duyuruldu. Kiliseye ait bütün mülkler toplumsallaştırıldı. Buna karşılık dini birlikler, ibadet amaçlı binaları, bakımını üstlenmek şartıyla, para ödemeden kullanabileceklerdi.

Yaşanan olayların etkisinde dini önyargılar, neredeyse kendiliğinden önemli ölçüde geriledi. Dünya Savaşı, Ekim Devrimi ve onu takip eden iç savaş gibi tüm bu olaylar sayesinde milyonlarca emekçi ve köylü, dini inançların etkisinden kolayca kurtuldu. Hatta örneğin işçi iktidarının ilk yıllarında, özel olarak ateist propaganda yapan dergilere bile ihtiyaç duyulmadı. 1922 yılında, yani devrimden 5 yıl sonra, materyalist propaganda amaçlı çıkan ilk dergilerin yayınlanmaya başlaması vesilesiyle, Lenin, çok önem verdiği 18'inci yüzyılda yayınlanan materyalist yayınların, rejimin o güne kadar çevirisini yapmadığı için "utandıklarını" belirtti.

Sovyet toplumunun başına geçen iktidar ancak ikinci bir aşamada, Çarlık döneminden kalma birçok gerici anlayışı ortadan kaldırmak için harekete geçerek, dini önyargılara karşı materyalist propaganda ile mücadele etmekle yetinmeyip, aynı zamanda özellikle de kitlelerin yaşam şartlarını iyileştirmeye çalıştı. Örneğin Troçki 1925'te şunlara vurgu yapıyordu: "Halk lokantalarında ve kreşlerde ev kadınlarının devrimci duyguları geliştirilip onların dinin etkisinden kurtulmaları sağlanabilir. Aynı şekilde kırlardaki çekirge sürülerini yok etmek için kullanılan uçaklarla kimyevi ilaç uygulamaları, köylüler açısından aynı görevi yerine getirebilir. Erkek ve kadın emekçilerin aile duvarları arasında dini simgelerle kapatılmasından kurtulup bir derneğe katılmaları, dini önyargılardan kurtulmaları yolunda adım teşkil edebilir."

"Troçki, aynı zamanda kiliselere karşı sinemayla rekabet etmeyi bekliyordu.

Tabii ki Rus komünistleri, geri kalmışlığın derin izlerini taşımaya devam eden Rusya'da tek başlarına, bütün kapitalist toplum yıkılmadan, kesin bir şekilde dini önyargıları kesip atabileceklerine hiçbir zaman inanmadılar. Ellerinden gelen her şeyi yapıp mevcut imkânlarla en iyisini yapmaya çalışıyorlardı. Sonunda yine de Sovyet Rusyasında dinin etkisi, on yıllar boyunca önemli ölçülerde azalmıştı.

Sonuç

Bugün din konusunda muazzam gerileme yaşanıyor. Hem eski SSCB'de hem de dünyanın her tarafında böyledir.

Materyalist fikirlerin gerilemesi, toplumun genel bir gerileyişi çerçevesinde oluyor. Toplum, bir yandan teknolojik açıdan muazzam bir ilerleme kaydederken diğer yandan gerici görüşler toplumu bataklıklara sürüklüyor. Oysa geçmiş dönemlerde gerçekleştirilen buluşlar birçok gerici fikri çürütmüştü. Sadece bilinçli işçi hareketinin yeni çıkış yolları sunabileceği günümüzde, bu olmadığında, geçmişten kalma düşünceler, yeniden, yeni şekillere bürünerek, topluma kendini dayatıyor. Bütün bunlar, kapitalist toplumun insanlığa artık barbarlıktan başka yeni bir gelecek sunmaktan aciz olduğunun ideolojik yansımalarıdır.

Bizler, bütün bu gerilemelere karşı çıkıp Marks'ın materyalist görüşlerini savunuyoruz ve toplumu anlayıp mücadele etmek isteyenlere aktarıyoruz.

Diğer yandan, bugün dini bayrakların arkasında masum görüntülü tanrıya inancın ötesinde, gerici siyasi akımlar var. Örneğin ABD'de köktenci Protestanlar veya Fransa'da köktenci Katolikler, kürtaj yaptırmak isteyen kadınlara veya kürtaj uygulayan hekimlere karşı saldırılar tertipliyorlar. Aynı şekilde İsrail'deki köktenci Yahudiler, cumartesi günleri araç trafiğini yasaklamak istiyorlar. Köktenci Müslümanlar da aynı şekilde bütün kadınlara başörtüsünü dayatmak istiyorlar. İşte sözü edilen bütün bu müdahaleler, ilk aşamada düşünce üzerinde bir diktatörlük oluşturup, ikinci aşamada ise tüm toplumda genel bir diktatörlük uygulamaktır.

Emekçilerin düşmanı olan akımlar için din bir maskedir ve özellikle de aynı dine ait olan emekçiler için bu akımlar ölümcül, büyük bir tehdit oluşturuyor. Devrimci komünist bir örgütün bu ölümcül tehlikeye karşı emekçileri uyarmaması ve onları buna karşı hazırlamaması, affedilemez bir cinayet olur. Tekrar etmek gerekirse, bizler bilimin ilerlemesinin ve buluşların artmasının tek başına kapitalist toplumda dini inançları yok edeceğine inanmıyoruz. Çünkü kitlelerin büyük çoğunluğu eziliyor ve ezilenler için kapitalist toplum, baş edemeyeceği, devasa, doğal bir güç gibi görülüyor.

Bugün sömürülen yoksul kitleler, tıpkı Roma İmparatorluğu döneminde ezilen yoksullar gibi, kendilerini baskı karşısında aciz hissediyorlar. İşte bu nedenden dolayı, birkaç yüzyıl ve hatta birkaç bin yıldan beri varlığını sürdüren tek tanrılı dinler olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık, dünyadaki milyonlarca ve hatta milyarlarca sömürülen insan için hala daha bir şeyi temsil ediyor.

Ancak şimdi temel bir fark var. Bugünkü işçiler, Roma İmparatorluğu dönemindeki köleler gibi değil. O dönemde bütün ufuklar kapalıydı: İmparatorluk ancak çökebilirdi ve toplumun yenilenip başka temeller üzerinde yeniden canlanması sadece bu şekilde olabilirdi. Ama bugün toplumun başka temeller üzerinde, yani bütün insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak için dünya çapında örgütlenmesi mümkündür. Bilimdeki ve teknik alanlardaki ilerlemeler, üretimin ve uluslararası ilişkilerin artması, tüm bunlar, aynı yönde gelişiyor. Bütün bunların, Hegel'in dediği gibi, akılcı olanın gerçekleşmesi için işçi sınıfının, toplumun yönetimine gelmesi gerekiyor.

Dünya işçi sınıfının birleşmesi, dini önyargıların da ötesinde, bu sözü edilen tarihi görevin bilincine varılmasına bağlıdır. Toplumsal patlamalar ortamında, program ve yeni fikirler arayan emekçilere yol göstermek ve öncülük etmek, komünist emekçilerin görevi olacaktır.