DİNCİ GERİCİLİK: GERİCİ POLİTİKANIN ARACI

Yazdır
1 Şubat 1991

Leon Troçki Çevresi Broşürleri, Paris - 1 Şubat 1991

İçindekiler

Giriş

Köktendincilik: Gerici Bir Yöntem

Devlet ve Dinsel Kurumlar Arasındaki Bağ: Çok Eski Bir Hikaye

Hıristiyan Kiliseleri: Sömürücü Sınıfların Hizmetinde Uzun Bir Gelenek

Yahudi Gericiliği: Laik Politikacılar, Dincilerin Zeminini Hazırlıyorlar

İncil, Kutsal Birlik'in Hizmetinde

Tüm Toplumu Gerileten "Teslim Olma" Siyaseti

İslamiyet: Bir Gerici Siyaset Geleneği

Kuzey Afrika ve Ortadoğu Halklarının

Yüzyıllar Boyu Süren Ortak Tarihi

İslamiyet ve Suudi Arabistan'ın Yaratılışı

Sömürgelerin Kurtuluş Mücadeleleri: Sahnelerdeki Laikler ve "Modernciler"

Arap Birliği: Halkların Ümidi ve Yöneticilerin İflası

1970'li Yıllarda İslamcı Hareketin Gelişmesi

Halkçı Bir Temeli Fethetme Yönünde İslamcı Hareket

İran Devrimi: İslamiyet Bayrağı, Halkın Adalete susamışlığının yönünü değiştiriyor

Herşeyi Açıklamayan Dinci Bir Gelenek

İran: İşçi Mücadelelerinin ve Sol Geleneğin Olduğu Bir Ülke

Köktenciler, Solun Politik Teslimiyetçiliğini, Geri Çekilişlerini Sömürdükleri zaman...

Polonya 1990: Katolik Kilisesi'nin Karşı Konulabilir Yükselişi

Özellikle Gerici Bir Katolik Hiyerarşi

Stalinistler ve Katolik Kilisesi

Solun ve İşçi Liderlerinin Tamamının Kiliseye Bağlanması

Dini Gericiliğe Karşı Mücadele ve Sınıf Mücadelesi

İşçi Sınıfının Sesini Duyurmak İçin Çalışmak Gerekiyor

Giriş

Emperyalist koalisyonun yöneticileri, Ortadoğu'da yürüttükleri savaşın, ne Araplara ne de İslamiyet'e karşı olduğunu belirtmekte büyük titizlik gösteriyorlar. Amaçlarını, "Arap ve Müslüman olan Kuveyt'e yardım etmek üzere, Suudi Arabistan'ın ve diğer Arap ve Müslüman ülkelerin çağrısı üzerine, müdahalede bulunduk" biçiminde açıklıyorlar; "Araplara ve İslamiyet'e karşı hiçbir tavrımız yok" diyorlar.

Bu açıklamalarında bir bakıma içtenler. Genel olarak Araplara karşı değiller. Üstelik, Kuveyt'in devrik devlet başkanına, Arap krallarına ve bölgenin bütün Emirlerine, kişilikleri için olmasa bile, en azından banka hesapları için saygı duyuyorlar.

İslamiyete karşı değiller. Kapitalist dünyanın tüm yöneticileri gibi, mutluluğu yeryüzünde değil, öteki dünyada aramanın gerekliliği konusunda, dinin kitleleri ikna etmede oynadığı toplumsal rolün bilincinde olarak, dine ve tüm dinlere saygı dolular. İslamiyete öylesine saygılılar ki, Mitterrand, Suudi Arabistanlı yöneticilere sorun çıkarmamak için, Fransız askerlerinin burada kaldıkları süre içinde, biradan, sarımsaklı domuz sucuğundan, Eddy Mitchell'den (tanınmış bir şarkıcı, çn.) ve buna benzer diğer şeylerden özveride bulunmalarını istedi ve bunu kabul ettirdi.

Fakat Batılı yöneticilerin açığa vurdukları niyetleri ile olgular arasında fark vardır.

Araplar'a karşı hiçbir kötü niyetlerinin olmadığını açıklıyorlar; buna rağmen girişimlerinin öngörülebilir ilk sonucu, Fransa'da ve kuşkusuz diğer ülkelerde yeniden, Arap karşıtı ırkçılığın gelişmesi oluyor.

İslamiyet'e karşı olmadıklarını da ilan ediyorlar; fakat, daha çok kısa bir süre öncesine kadar kendisinden laik bir yönetici diye söz edilen Saddam Hüseyin'in, Irak bayraklarının üzerine "Allah en büyüktür" yazdırması ve bütün Müslümanları, Cezayir'de, Filistin'de ve diğer Müslüman ülkelerde protesto gösterileri düzenleyerek Irak'a destek vermeye çağırması, Ortadoğu'daki anlaşmazlığın hiçbir dini boyutunun olmadığını ve bu dini boyutun daha büyük boyutlara ulaşmayacağını iddia etmenin, yanılgıya düşmek olduğunu ispatlıyor.

Bu, durumun ilgisiz kalamayacağımız bir görünüşü: Çünkü bu savaşta emperyalizme karşı mücadele eden Irak halkının, Arap kitlelerinin koşulsuz bir şekilde yanında ve açıkça mücadelelerinin gerici değil ilerici bir ideoloji olmasını isterdik. Devrimci militanlar olarak, Arap kitlelerinin, emperyalizmin yıkılmasını hedefleyen mücadelelerine, dinci ve gerici düşüncelerin bulanık karmaşasını değil, anti-emperyalist tek düşünce olan sosyalist ve komünist düşünceleri rehber olarak almaları için herşeyi yapmalıyız.

Çünkü, bu yüzyılın tarihinin de gösterdiği gibi, halk kitlelerinin yaşam koşullarını değiştirmek için mücadele etmeleri yeterli değildir. Sorun, onların bunu hangi sınıf temelinde ve hangi toplumsal ve siyasi bakış açısıyla yaptıklarıdır.

O halde Müslüman militanlar, içinde bulunulan duruma göre emperyalist güçlere düşman gibi görünseler ve emperyalistler, dinci gericileri küçük veya büyük şeytanlar olarak nitelendirseler de, tüm dinci gericiler gibi sadece gerici bir güç olabilirler. Onlar, zamanımızın toplumsal yaşamının kurallarını, 15 veya 20 yüzyıl önce yazılmış olan eski metinlerde arıyorlar.

Çalışan kesimler için tehlike, sadece dinin etkisinden veya dincilerin etkilemelerinden de kaynaklanmıyor. Tehlike aynı zamanda, kendisini halk sınıflarının çıkarlarının temsilcileri sayan insanların, gerici düşünceler karşısında suç ortağı olabilmelerinden kaynaklanıyor. Bu noktada yakın geçmişin tarihi, sadece İslamiyet'in hakim olduğu alanlarda değil, diğer dinlerin de egemen olduğu yerlerde, zengin örneklerle doludur. İşte burada incelemek istediğimiz sorunlar, dinci gericiliğin, halkçı nitelik kazandığı anlar da dahil, bu gerici toplumsal rolün ne olduğu ve buna karşı işçi hareketinin siyasetinin ne olması gerektiğidir.

Köktencilik: Gerici Bir Yöntem

Eğer köktencilik, yani dinci gericilikten söz etmek istiyorsak, yapılacak ilk iş, onun ne sadece İslamiyet'e veya Müslüman ülkelere, ne de az gelişmiş ülkelere özgü bir olgu olduğunu görmektir.

Eğer Larousse ansiklopedisine inanırsak, "köktencilik (entegrizm), bütün yaşamı, katolik yaşamla bütünleştirmek isteyen, sağdaki bazı Katoliklerin ruh halidir".

Aynı anlamda kullanılan "fundamentalizm" sözcüğüne gelince, Birinci Dünya Savaşı boyunca ABD'de gelişen, kökeninde Protestanlık olan bir hareket olarak tanımlanıyor. Bu hareket, dini yazıları sadece edebi anlamda kullanıyordu. Bu akımın baskısı altında, 1925'de ABD'de komik bir mahkeme yapıldığına tanık olundu.

Tennesseeli bir ilkokul öğretmeni, öğrencilerine insanoğlunun evrimini açıkladığı için, ABD'nin kanunlarına karşı geliyor diye yargılandı. Aynı zamanda diğer bazı ABD eyaletlerinin (Louisiane, Texas, Arkansas, vb.) yaratılış biliminin eğitimine uygun kanunlarla donatıldığı görüldü. Çünkü 1980'de birinci seçim kampanyasında, Ronald Reagan bu durumu, "eğer okullarda evrim teorisinin öğretilmesine karar verilirse, aynı zamanda yaratılışın İncil'de anlatılan biçimini de öğretmek gerektiğine inanıyorum" diye açıklıyordu.

Köktenci girişimin iki eğilimi var. Birincisi, temel dini metinlere geri dönmeyi isteyenler, diğeri, sadece ahlak kurallarını ve dünya görüşlerini değil, siyasal iktidarı da din kurallarına göre yönetmeyi istenler. Bu iki eğilim ne yenidir ne de sadece İslamiyet'e aittir. Kendilerini İslamcı diye nitelendiren gerici ve köktencilerin benzerleri, bilimsel ve teknik olarak daha gelişmiş ülkelerde de bulunmaktadır.

Devlet ve Dinsel Kurumlar Arasındaki Bağ: Çok Eski Bir Hikaye

Kitlelere boyun eğmeyi veya saygıyı telkin etmek için devlet iktidarının kutsallaştırılması eski bir hikayedir.

Kuşkusuz ki, kutsallığın kökenlerinin dayandığı ileri sürülen Mısır'ın firavunlar döneminde değiliz. Ayrıca, ne Roma İmparatorluğu'nun ne de iktidarlarını tanrıdan aldıklarını ileri süren Fransız krallarının zamanındayız. Fakat, Japon İmparatoru, İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar, Güneş Tanrıçası'nın soyundan geldiğini ve kutsal kökenli olduğunu iddia ediyordu. İspanya, iç savaştan 1975'e kadar, kendisini "allahın inayetiyle" Caudillo (dini lider, çn.) ilan eden Franco tarafından yönetildi. Ayrıca İspanya'daki laik sivil devletin varlığı sadece 15 yıl öncesine dayanır. Eskiden Katolik kilisesi kurallarına uymayı kabul etmeden ne doğulabilir, ne evlenilebilir ne de ölünebilirdi.

Bu ülkelerde diktatörlük mü vardı? Kuşkusuz. Fakat oldukça parlamentarist olan İngiltere'de de Anglikan mezhebi hâlâ devlet dinidir. Piskoposları kral atar. Parlamento, kilisenin dinsel törenlerinin usulü ve sırası konusunda onayını sunar. Kilise ve devlet arasındaki bağları en açık biçimde ortaya koyan şeylerden biri de, Anglikan piskoposluğunun Lordlar Kamarası'nda (bir çeşit senato, çn.) otomatik olarak 26 piskopos tarafından temsil edilmesidir.

Protestanların ve Katoliklerin hemen hemen eşit sayıda oldukları Almanya'da, kiliseler mali açıdan devlet tarafından korunurlar. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki Weimar Anayasası ve 1949 Anayasası, Danimarka ve diğer bazı İsviçre kantonlarında da görüldüğü gibi, kilise vergilerini korudu. Dini topluluklar devlet hukukunca tanındı. Devlet, kiliselere, dinini açıklayan tüm yurttaşlardan, aracıları aracılığıyla vergi alma hakkını tanıdı. Böylece Alman devleti, kilise için gelirler üzerinden yüzde 8-10'a varan vergiler alıyordu. Tabii ki, bu vergiyi ödemek reddedilebilirdi. Fakat bunun için kiliseden çıkıldığı bildirilmeliydi ve ayrılma dilekçesi, kiliseye vergi dairesi yoluyla iletiliyordu.

On yıllardan beri epeyce zayıflamış olan Fransa'nın laik geleneği, sanayileşmiş bir ülkenin kuralı olmaktan uzaktır. Aksine bir istisnadır. Fransız laikliği, 1789 devrimi ve ondan doğan geleneklerin sonucudur. Çünkü Katolik kilisesi krallık rejiminin kampındaydı ve devrim, 1793'de doruk noktasındayken Hıristiyanlığı terk etme politikasına girişti. Bütün 19'uncu yüzyıl boyunca bu kilise açıkça parlamenter cumhuriyetin düşmanı olduğu için, radikal burjuvazi kilisenin devletten ayrılması yolunda daha ileri gidecekti. Bu andan itibaren, kurulu düzenin sadık savunucusu olan Katolik kilisesi, zamanının geçtiğini anladı ve kapitalizmin erdemlerini benimsedi. Bundan sonra ise, radikal düşünürler -özgür sosyalistler- türü ortadan kayboldu.

Fransız burjuvazisinin büyük isimlerinden Napolyon Bonapart, mülk sahibi sınıflar için dinin ne gibi bir çıkar temsil ettiğini mükemmel bir şekilde anlamıştı. Dine karşı tutumunun temellerini şöyle açıklıyordu: "Papacı olduğum söylenecek. Hiçbirşey değilim. Mısır'da Muhammedi'ydim. Burada halkın refahı için Katolik olacağım. Dinlere inanmıyorum". Ayrıca, "Bir toplum zenginliklerin eşitsizliği olmaksızın, zenginliklerin eşitsizliği ise din olmaksızın varolamaz. Zenginlikler içinde yüzen birinin yanında diğer biri açlıktan ölürken, bu kişi için eğer ona 'tanrı böyle istiyor, zenginlerin ve fakirlerin varlığını o yaratıyor; fakat daha sonra yani öbür dünyada paylaşım daha farklı yapılacak' diyen bir otorite bulunmazsa bu farklılığı kabul etmesi olanaksızdır" diye ekliyordu. Aynı zamanda, "Dinsiz bir toplum pusulasız bir gemi gibidir. Devlete sürekli ve katı bir destek sağlayan sadece dindir" diyordu.

Dini ideolojilerin toplumsal olarak tutucu rolü bundan daha açık bir biçimde ifade edilemez. Burada, muzaffer burjuvazinin bütün ülkelerde, hatta en modern olanlarında bile, kiliselere ayırdığı yer, çok iyi açıklanmaktadır.

Hıristiyan Kiliseleri: Sömürücü Sınıfların Hizmetinde Uzun Bir Gelenek

Kiliseler önce sosyalist ve sonra komünist hareketlerin gelişmesine karşı mücadele ettiler. Sömürüyü, sömürgeciliği, dünya savaşlarını kutsadılar. Bu onlara her yerde, evet her yerde hatta Avrupa'da, Fransa'da bile bir ayaklarını devlet içinde tutma olanağı verdi.

Ayrıca, Fransa'da kilise ve devletin ayrılması şiddetle eleştiriliyordu. 40 yıldır dini eğitim ağırlığının artması, devletin yardımları sayesinde oldu. Radikal politikacılar yüzyılın başlarında kiliseye karşı olmada tereddüt etmediler; ama bu uzun sürmedi. Öyle ki Alsace-Lorraine'e bağlı 3 idari bölgede devlet ve kilise arasında kesinlikle bir ayırım söz konusu değildir ve Katolik kilisesinin papazları, Protestan papazlar ve Hahamlar (yahudi papaz) devletten maaş almaktadırlar. Çünkü bu idari bölgeler, 3. Cumhuriyet'in ilk on yılı boyunca Fransa'ya ait değillerdi ve Fransız hükümetini yönetenler 1919'da, 1801 konkordatosunu (dinsel otorite ile laik otorite arasında yapılan anlaşma, çn.) yok etmeye cesaret edemediler ve hâlâ bu rejim altında yaşıyorlar. Hıristiyan kiliseleri, mülk sahipleri için sömürüye dayalı kurulu düzeni sürdürmek için kullanıldılar. Antik çağlardan beri bu durum sürüyor; çünkü bu alanda yüzyıllar boyunca kilise hiç yadsınmadı.

Hıristiyanlığın temel kitabı İncil'in bölümleri olan kitaplar, çağımızın ilk yüzyılının sonuna doğru yazıldı. Bu dönemde Akdeniz dünyasında antik kölecilik, gelişiminin en yüksek noktasını yaşıyor, en büyük gelişimini gösteriyordu. Bilinçli olarak sürdürülen bir efsanenin aksine, ne Hıristiyanlık ne de Katolik kilisesi buna karşı çıktı. Bu alandaki Hıristiyan geleneğini Saint Paul çok iyi anlatmaktadır: Hıristiyanlığa kazanılmış kölelerden Onèsime, efendisinin evinden kaçıp Aziz Paul'un yanına sığınmak istediğinde, Aziz Paul onu, "bağışlayıcılığını ve inayetini dileyerek" efendisine geri gönderir.

Bu aynı gelenek çerçevesinde, 324 yılında yapılan bir dini düşünürler toplantısında, köleleri, temel görevleri olan hizmet etmekten döndürülen herkesin aforoz edileceğine dair alınmış bir karar vardır.

Diğer bir kilise papazı Aziz Agustin, 4'üncü yüzyıl sonunda köleliği, "Bu sadece, hiç de adaletsiz olmayan ve kusurlu olanlara vereceği cezanın dozunu bilen Tanrı tarafından belirlenir" diye belirterek, köleliği günahkarlığın sonucu olarak değerlendiriyordu. "Bu nedenle, Havari, köleleri efendilerine boyun eğmeye ve iyi niyet ve gönüllülükle, yürekten hizmet vermeye davet ediyor" diye ekliyordu. Katolik kilisesinin feodal düzenden sonra burjuva düzenin de hizmetine girmesi hiç şaşırtıcı değil.

Bütün kiliseler, sadece sömürüyü kutsamaya, her zaman güçlü sömürgecilerin hizmetinde olacak keşişler, rahibeler ve papazlar yetiştirmeye yaradılar. Eğer şurada veya burada bazı haksızlıkları, zulmü protesto eden birkaç papaz varsa da, bu, kilisenin üstlenmiş olduğu genel sosyal rolü hiç değiştirmiyordu.

16'ıncı yüzyılda Amerika kıtasının yağmalanmasında, burada yaşayan halkın büyük bir kısmının İsa adına katledilmesinde, Siyahlara yapılan baskıda ve geçen yüzyılda Afrika'nın parçalanmasında din adamları, en az kaçakçılar, kaşifler ve askerler kadar sorumludurlar. Bunu hatırlatmakta yarar var; çünkü eğer Müslüman ülkelerdeki dini gericiliğin yükselişiyle ilgileniyorsak, şunu da söylemek gerekir ki, Batı dünyasında kiliselerin oynadıkları siyasi rolü sakınmasız olarak yargılamayanların, bu sorun üzerine konuşma hakları yoktur diye düşünüyoruz.

Yahudi Gericiliği: Laik Politikacılar, Dincilerin Zeminini Hazırlıyorlar

Ortadoğu'daki ülkelere gelince; dini gericilik sorunu kendini sadece Müslüman ülkelerde ortaya koymamaktadır. Çünkü dünyanın bu bölümüne Batı tarafından aşılanan İsrail, laik bir devlet olmaktan çok uzaktır. İsrail örneği, kendisine ilerici ve laik diyen politikacıların, dini gericiliğin gelişimini nasıl hazırladıklarını ve uyguladıkları yöntemlerin neler olduğunu göstermesi açısından oldukça çarpıcıdır.

İsrail devletinin kurulmasıyla kutsanan Siyonist ideolojinin gelişiminde, dinciler önemli bir rol oynamamıştır. Çünkü 19'uncu yüzyılın sonunda İsrailli dini otoriteler Siyonistlerin projesi olan Filistin'de veya başka bir yerde bir Yahudi devleti veya Yahudi kolonileri yaratmak isteyen projeyle genel olarak hemfikir değillerdi. Din adamları Mesih'in gelişini beklemekle yetiniyorlardı. Kurtuluş, öbür dünyadaydı ve bunu beklerken anti Semitizm'in (Yahudi düşmanlığı, çn.) şiddetli olduğu ülkelerde, Yahudi kıyımı karşısında yazgıya boyun eğmeyi öneriyorlardı.

Siyonizmin babası Théodore Herzl, din adamlarına karşı kuşku duyuyordu ve kitabına, "din adamlarımızın teokratik kararsızlıklarının gelişmesini beklemeyeceğiz ve onları tapınaklarında tutmayı bileceğiz" diye yazıyordu. Gelecekteki İsrail devletinin kadrolarını oluşturacak Siyonist militan nesillerinin saflarında, çok sayıda kültürlü kadın ve erkek entelektüel vardı. Eğer Siyonist hareketin başlangıcında dini bir kanat vardıysa, bu hareket, temel olarak arasında çok sayıda sosyalizm isteyen insanın (tabii ki, sosyal demokrat versiyonuyla) bulunduğu laik milliyetçiler tarafından yönetiliyordu. 1948'den, 1974'e kadar çoğunluğu sosyal demokrat olan İsrail hükümetlerinin başında birbiri ardınca yer alan Ben Gurion, Moshe Sharett, Levy Eskhol, Golda Meir, İzhak Rabin'in durumları buna örnektir.

Bununla birlikte İsrail, devlet ile Havra arasında ayrımın varolmadığı bir devlettir. Kuşkusuz ki, hükümet din otoritelerine bağlı değildir. Fakat medeni halle ilgili işler Hahamlara bırakılmıştır; yani burada geleneksel yöntemler dışında Hahamların kutsaması olmaksızın evlenilemez ve tabii ki, farklı dinlerden gelen insanlar arasındaki evlilik olanaksızdır. Günlük yaşamda dinin baskısı aşırı ölçüde hissedilmektedir; öyle ki örneğin El Al şirketine bağlı uçaklar, Yahudilerin dinlenme günü olan Cumartesi günleri (Şabat) uçmamaktadır. Bu dini baskı, ne dalga geçilebilecek gülünç durumların ne de korkunç durumların karşısında gerilemektedir. Gülünç, çünkü örneğin İsrail'de, domuz yetiştirilip yetiştirilemeyeceği, etlerin helal olup olmayacağı konusunda arada bir tartışma gündeme gelmektedir. Birkaç yıl önce parlak zekalılar buna bir çözüm bile bulmuşlardı: Domuzlar, İsrail'in kutsal topraklarını çiğnememeleri için, sekiler üzerinde yetiştirmeliydi. Korkunç, çünkü 1984'de, Protestan bir anneden doğduğu için, Ortodoks kriterlerine göre Yahudi sayılmayan bir kadının, Yahudi mezarlığından cesedinin çıkarılmasına kadar gidildi.

İncil, Kutsal Birlik'in Hizmetinde

İsrail'in laik yöneticileri, neden Hahamlara karşı hiçbir şeyin yapılmadığı bir devletin doğmasına neden oldular? Bu sorunun cevabı, onların siyasi seçimlerinde bulunmaktadır.

Siyonist sol ve daha sonra da İsrail solu, milliyetçi seçimlerinde kesintisiz olarak Siyonist hareketin bütünüyle, ki buna dinci aşırı sağ da dahildir, Kutsal Birlik yapma arayışı içindeydi. Her zaman olduğu gibi bu tip durumlarda taviz veren gericiler olmadı. Filistin topraklarının "Yehova'nın Musa'ya vaat ettiği" topraklar olduğunu ileri sürerek, İsrail devletinin Filistin toprakları üzerinde kurulması gerektiğini ve buna dair delilleri İncil'de arayanlar, yine soldan insanlardı.

Sol, gelenek ve görenekleri, dilleri olabildiğince farklı olan, örneğin Polonya "yidiş"i, Almanya Yahudileri'nin Almancası -ki buradaki yahudiler Nazi trajedisinden önce büyük oranda asimile olmuşlardı-, Yemen Arapçası veya İspanyol Yahudicesi gibi çok farklı dilleri konuşan, farklı ülkelerden gelen, bu farklı kökenli göçmenleri, onlara hükümetler üstü bir ideal önererek kaynaştırmayı amaç edinebilirlerdi. Bunu yapmak yerine, yeni devletin resmi dili olarak, Haham okullarında öğretilen kutsal kitabın dili, İbraniceyi seçtiler.

Ben Gurion (sosyal demokrat başbakan, çn.), İncil'in, geleceğin İsrail devletinin temel taşlarını birleştirecek çimento işlevi görecek biçimde kullanılması gerektiğini açıklamıştır: "İncil temelindeki İbranice eğitimi, dinci olsun veya olmasın, her Yahudinin yüreğine Siyonizmin temel bilgisini taşıyacaktır. Ve o, bir insan ve bir Yahudi olarak, İncil'in geçmişteki Yahudi yurduyla, gelecekteki ve şimdiki halkının bağımsız yurduyla olan duygusal bağlarını derinleştirecektir".

Açıkça, İncil'e dayanan bu ispatlar ilerici nitelikleri açısından pek de parlak değiller. Bu çok da şaşırtıcı değil. Bugün, dinci olmasa da birçok kültürlü çevrede, İncil'in insanlığın manevi dünyasının başyapıtı olarak ele alınıp, günümüzün insanı için her koşulda ve zamanda geçerli bir başvuru kaynağı olarak değerlendirildiğini belirtmek gerekir. Fakat İncil'i iman ve gönül hoşluğuyla okumayanlar için İncil, sadece onun doğumunu sağlayan köleci ve barbar bir toplumun tanıklığıdır.

Çünkü eğer insanlar tanrıyı kendi görüntülerinde yarattılarsa, onlar aynı zamanda kutsal dünyayı da içinde yaşadıkları maddi dünyanın görüntüsünde yarattılar.

İncil'in tanrısı çok özel bir inayet ve acıma hissine sahiptir. Öyle ki, en küçük yaştaki çocuklar da dahil tüm insanlığı (Nuh ve ailesi hariç), emirlerine saygı göstermiyorlar diye yok etmekte bir an için duraksamaz. İncil'in kahramanları da tanrılarından daha parlak durumda değillerdir. Örneğin sadece Yahudiliğe değil, Hıristiyanlık ve Müslümanlığa da hayran olan Hz. İbrahim, kendisinden bir erkek çocuğa, İsmail'e sahip olduğu köleyi, karısı kıskandı diye çöle bırakır. İsmail, geleneklere göre Arapların atası sayılınca, bugün bu durum Arap-İsrail anlaşmazlığının açıklaması sayılmaktadır!

Dikkati çeken diğer bir bölüm şudur: Nuh, üzüm suyunu (birazcık şaraba dönüşmüş) aşırıya kaçırınca, masanın altına yuvarlanır; kendisiyle dalga geçen oğlu Şam'ı af etmez ve öç almak için, Şam'ın oğlu Kanan ve bütün onun soyundan gelenlerin üzerine lanetini yağdırır. İncil'e göre bu, birkaç yüzyıl sonra, Kanan'ın ülkesinin, yani başka bir deyişle tanrı tarafından Musa'ya vaat edilen topraklar olan Filistin'in işgalinin haklı olduğunun ispatıdır. Ayrıca bu iddia, bugünkü İsrail'in, 2 bin yıldan fazla bir süre sonra, Filistin üzerindeki haklarını da oluşturuyordu.

Tüm Toplumu Gerileten "Teslim Olma" Siyaseti

Filistin'in sömürgeleştirilmesini haklı çıkarmak için İncil'e başvurma yöntemi, İsrail'in yaratılmasından önceye dayanır. 1930'lu yıllarda kendisinin sosyalist olduğunu ileri süren ya da sosyalist olmaya çalışan örgütlerin sorumluluğu altındaki, zor çalışma koşullarının bulunduğu tarımsal topraklarda yerleşmeye, tarımsal topluluklarda çalışmaya gidenler, genellikle dini olmayan hatta çoğu, tanrıya inanmayan, ateist kültürlü kadın ve erkeklerdi. Bu çalışma kamplarındaki evlilikler, sosyalist iddialı olsalar bile, Hahamlarca gerçekleştiriliyorlardı. Zaman geçtikçe solun artan teslimiyet siyaseti, dinci aşırı sağı güçlendirdi. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda yaşamlarını yeniden kurmak için kendilerine yeni bir yer arayan yüz binlerce Yahudi'ye Siyonizm'in kurduğu kanlı tuzak, onların karşısına kaçınılmaz olarak Filistin halkını çıkarmaktan ibaret değildi; aynı zamanda onları, dini karanlığa en fazla boyun eğmiş, en sanayileşmiş ülkelerden birine de hapsediyordu.

1948'de İngiltere'nin Filistin üzerindeki mandası bitince, kendisinin Yahudi olduğunu ispatlayabilen herkese açık olan İsrail devleti, bir Yahudi devleti olarak ilan edildi. Yahudi olmanın delili, dinden, yani anne-babanın hatta dedelerin dinine başvurudan başka ne olabilirdi? Sağcılar da dahil bütün Siyonist partiler, hatta, Ben Gurion'un partisine göre daha solda yer alan, sosyal demokrat olarak değerlendirebileceğimiz, o ana kadar Yahudi ve Arap olmak üzere iki uluslu bir devletten yana bir parti olan MAPAM da dahil, tüm partiler dini öğeler içeren bağımsızlık ilanını imzaladılar.

İsrail'in meşruluğunu sağlamak için dine başvurmak gibi, düşünülüp taşınılarak yapılan siyasi bir seçim nedeniyle İsrailliler'in yaşamında din ağır basmaktadır. Fakat İsrail ordularının 1967'de Gazze'yi ve Batı Şeria'yı işgal etmesinden beri, kutsal kitaba başvuru, bu toprakların geri verilmesinin reddini haklı çıkarmaya yaramış ve bu durum ise, ülkedeki dini gerici Yahudilerin ağırlıklarını daha da artırmıştır.

Kudüs işgal edildiğinde, Yahudi Komünist Partisi sekreteri de dahil tüm sınıfların siyasi temsilcilerinin ve militanlarının ağlama duvarının taşlarını öptükleri görüldü. Kudüs'ün kutsal niteliği adına, işçi partililerden, onları 1977'de izleyen sağ parti yöneticilerine kadar bütün İsrailli yöneticiler, bu toprakların Filistinliler'e geri verilmesini, ne pahasına olursa olsun her zaman reddettiler.

İsrail sağına gelince, 1967'de işgal edilen topraklar onlar için "tümüyle, tanrı tarafından yahudi halkına vaat edilen topraklara dahildiler". Klasik sağın, her zaman sağında başka bir sağ da bulunur.

"Altı Gün Savaşı"nın hemen ardından, geleneksel dinci bir partinin bölünmesinden doğan Gush Emunim (İman Bloğu) adlı parti, özel olarak da yoksul mahallelerden, işgal edilmiş topraklar üzerinde koloniler oluşturmak üzere gençler topluyordu. Bu kolonilere İsrail'in bu topraklarda yerleşmesine karşı çıkmayı olanaksız kılmak için, 1977'den sonra Başbakan Begin tarafından sayıları artırılmadan önce, el altından, İşçi Partisi hükümeti tarafından izin verilmiştir. Bu gençler, şekerleme taşımıyorlardı; işgal edilmiş topraklar üzerinde yedek polis rolü oynamak üzere makinalı tüfek taşıyorlardı.

Son yirmi yılda, bu siyaset nedeniyle, günlük yaşamda din kurallarına saygı gösterilmesinden çok daha ileri bir gericilik, yani yayılmacılığa önem veren bir dini gericilik gelişti. Bu, İsrail halkının geleceği kadar, Filistin halkının geleceği için de çok tehlikeli bir gericiliktir.

İsrail'in tüm tarihi, laik politikacıların hesaplarının dinci gericiliğe kendi öz güçleriyle elde edemeyecekleri derecede büyük bir ağırlık kazanmasına olanak verdiği bir örnektir. Üzerinde düşünülmesi gereken bir örnektir; çünkü bu, bir başka yerde yeniden tekrarlanabilir; tekrarlanmıştır da.

İslamiyet: Bir Gerici Siyaset Geleneği

Açıkçası, Batılı yorumcuların ağızları, Yahudi gericiliği konusunda, İslami gericilikten söz etmeye göre daha sıkıdır. Çünkü bugün sadece Le Pen'ci (Fransız aşırı sağının lideri, çn.) propaganda değil, kendine liberal diyen politikacıların konuşmaları, resmi uzmanların ya da kendi kendini uzman ilan edenlerin, gazetecilerin yorumları, sanki çok yakın gelecekte bir tehlike söz konusuymuş gibi, İslami tehlike hayaletiyle çalkalanıyor. Bu konuşmaların halk üzerinde bir yankısı olduğunu herkes biliyor.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu Halklarının Yüzyıllar Boyu Süren Ortak Tarihi

Gerçeklik, Müslüman dünyası ile Arap dünyasının birbirine eşit olmasından daha karmaşıktır. Sadece Akdeniz dolaylarında, Arap-Pers (İran) bölgesinde yer alan devletleri hesaba katsak bile İslamiyet'in geliştiği alanlar, Arap dünyasına denk düşmez. Böylece, örneğin Türkiye ve İran, Arap dünyasına ait değillerdir.

İslamiyet'e gelince, çeşitli eğilimlere, mezheplere bölünmüştür: İran'da Şii'ler, Suudi Arabistan'da Vahabiler, Sünniler ve diğerleri...

Bununla beraber, Araplarla Müslümanların arasındaki karışımın gerisinde, yani birbirine karışmayan etnik ve dinsel referansların gerisinde herşeye rağmen bir parça gerçeklik vardır.

Bu gerçek, bütün bu halkların ortak tarihidir.

Böylesi ortak bir tarih, kuşkusuz çok eskilere uzanır ve bu tarih özellikle, başarılı olan, İncil'den ve ona bağlı kutsal kitaplardan çok sonra, İsa'dan sonra 7'nci yüzyılda, yeni bir kutsal kitabın, Kuran'ın esinleyici olan bir peygamberin ortaya çıkmasıyla belirlenir.

Muhammed, sadece yeni bir dinin kurucusu değildir; aynı zamanda da bir komutan ve devlet lideridir. Çünkü İslamiyet, devlet iktidarının dışında doğmuş ve onunla ittifak yapmadan önce 2 yüzyıldan fazla bir süre boyunca zulme maruz kalmıştır. Hıristiyanlık'tan farklı olarak, birdenbire teokrasi, yani dini iktidar ile dönemin iktidarının birbirine karıştığı bir toplum olarak doğmuştur.

Muhammed'in yaymaya çalıştığı din, ona çöldeki göçmen kabileleri kendi komutasında toplamasına ve onların savaş enerjilerini dışa yöneltmelerine olanak sağladı. Muhammed'i izleyenler de, onun izinden yürüdüler. Bir yüzyıl içinde, Hindistan'dan Atlantik Okyanusu'na kadar uzanan bir imparatorluğu fethedebildiler. Bu imparatorlukta geniş oranda Arap dili ve kültürü yaygındı. Şunu iyi anlamak gerekir ki, "Arap ülkelerinden", örneğin Kuzey Afrika'daki ülkelerden söz edildiğinde gerçekte araplaştırılmış ülkeler ve halklar söz konusudur.

Bu Arap yayılımı, ortaçağda bir kültür faktörü oldu. Hıristiyan Batı, Endülüs'teki Arap üniversiteleri aracılığıyla özellikle de antik Yunan düşüncesiyle yeniden bağ kurdu. Arap dünyası rakip devletler arasında parçalanmakta gecikmediyse, daha sonra büyük bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu'nun bağrında Müslüman, ancak Arap olmayan Türklerin egemenliğine boyun eğdi. Böylece, aynı kültürü, dini, geniş ölçüde aynı dili, en azından aynı edebi dili aktarıp halkları homojenleştirerek, Akdeniz havzasının bütün güney kısmı üzerinde uzun süre kalıcı iz bıraktı.

Bununla birlikte, din sadece birleştirici bir etken değildi. Çünkü dinin çeşitli yorumları, devletsel veya kabilesel rekabetlere alet edilebiliyordu ve bazı dönemlerde ise, şu ya da bu prensin fetihci iştahlarına hizmet ediyordu. İşte bugün, köktenci olarak adlandırdığımız İslamiyet'in kaynağına dönüş eğilimi, bu karmaşık ilişki ve din yorumlarına dönüşü ifade ediyor.

İslamiyet ve Suudi Arabistan'ın Yaratılışı

Modern çağa gelince, 18'inci yüzyılda Arap Yarımadası'nın Osmanlı İmparatorluğu'na ait olan bölümünde, Abdul Vahab adlı biri, başlangıçtaki, saf Müslümanlığa dönmek bahanesiyle, İslamiyet'in özellikle de gerici bir biçimini yaymıştı. Vahabizm, Arap Yarımadası'nın merkezindeki küçük bir kent olan Riyad'ın emirlerinin elinde, onların toprak (mülk) ihtiraslarını haklı kılmak için kullanılan bir silaha dönüştü. Böylece, bu yüzyılın başında, İbn Suud adlı biriyse, Riyad'dan başlayarak, Arap Yarımadası'nın en büyük parçasını kendi topraklarına katmak için Müslümanlığın, bu en gerici yorumuna dayanacaktı. İbn Suud, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması ve kendisini yenilenlerin safında bulmasıyla biten Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, iktidarını kurmakta daha da başarılı oldu.

İbn Suud'un, 1932'de "Suudi" Arabistan'a dönüşecek olan krallığını kurmak için sadece Türklere karşı mücadele etmesi yetmeyecekti. Aynı zamanda alışkanlık olarak "parçala, böl, yönet" taktiği uygulayan ve Irak ile Ürdün'de egemen olan Haşimi ailesinin üzerine oynayan ve her şeyden önce de, bağımlı valilik yönetimi uyguladığı Kuveyt, Aden ile geleceğin Birleşik Arap Emirlikleri gibi küçük devletler denetleyen İngiliz emperyalizmine karşı koyması da gerekecekti.

İbn Suud'un Vahabizmi, Müslümanlığın kutsal topraklarından yabancıların atılmasını salık verir. Bu, onun emperyalizmle uzlaşmasını engellemiyordu. Vahabizm, İngilizler'in Arap yarımadasının batısında ve merkezi bölgelerinde egemenliklerini sürdürmeyi bırakmasından memnun olmalıydı ve onun anti-emperyalistliği, İngiliz emperyalizminin rakibi olan Amerikan emperyalizmiyle ayrıcalıklı bağlar kurmakla sınırlıydı. Bu, o zamandan beri Suudi Arabistan'ın değişmez politikası olarak kaldı. Vahabizm, bugün de, kadınların uygulamada hiçbir haklarının olmadığı ve feodal bir diktatörce yönetilen krallıkta büyük ölçüde ağırlığını hissettirmeyi sürdürüyor. Burada hakim sınıflardan birine mensup olan bir kadın bile, kendisine ait şirketi yönetecek, onun bu suçunu (kelimenin tam anlamıyla) yüklenecek bir erkekle evlenmelidir. Çünkü kendi öz şirketini yönetme hakkı yoktur. Ayrıca Kuran'a dayanılarak kadınların araba kullanması da reddediliyor (itiraf etmek gerekir ki, bin 200 yıl önce yazılmış Kuran'da bu yasağı bulabilmek için, özel gözlüklerle bakmak gerekiyor). Muteva'ların çabalarına borçlu olunan diğer nükteli durumları da tüm bunlara eklersek, Vahabi geleneğinin koruyucuları, gerçek bir "örf adet polisi" oluşturmuştur. Fakat tüm bunlar, Saddam Hüseyin söz konusu olduğunda hop oturup hop kalkan, kızgınlıktan yerinde duramayan Batılı eleştirmenleri harekete geçirmiyor.

Bu bölgenin, emperyalizmin zorlamasıyla Ürdün, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt ve diğer Arap emirlikleri arasında parçalanmış olan sınırları, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki bu dönemde oluşturulmuştur. Bugün bizler; bu sınırlara dokunmanın, buradaki halkların haklarının ihlali olacağına inandırılmak isteniyoruz.

Sömürgelerin Kurtuluş Mücadeleleri: Sahnedeki Laikler ve "Modernciler"

Emperyalizmin Ortadoğu ve Arap dünyasına el koyuşu, Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde o kadar da kolay kabullenilmedi. Bu dönem, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin uyanış dönemi oldu.

Rus proletaryasını iktidara götüren ve bütün Avrupa'yı sarsan derin devrim dalgasının Batılı ülkelerin egemenliği altındaki ülkelerde herhangi bir etkisinin olmaması mümkün değildi. Devrimci ortam, sadece halk kitleleri arasında yankı yaratmakla kalmadı. Aynı zamanda, radikal burjuva liderlere, emperyalizme karşı gelmenin olanaklı olduğunu gösterdi.

İslam dünyasında dönemin not etmeye değer en önemli olgularından biri, 1923'de Türkiye'de Mustafa Kemal'in yönetimi altında, İslamiyet'in dini aygıtının (halifelik) hiçbir rol oynamadığı laik bir cumhuriyetin kurulması oldu. Kuşkusuz Mustafa Kemal kesinlikle sosyalist bir lider değildi. Ülkesini modernleştirmek isteyen, geri kalmışlıktan ve dinin karanlığından kurtarmak, bağımsızlığa ulaştırmak isteyen bir burjuva liderdi. Çözümünü geleneklere saygıda değil, sanayileşmiş devletleri taklit etmekte arıyordu. Öyle ki, örneğin Arap alfabesini kaldırarak Latin alfabesini getirdi.

Fakat Mustafa Kemal Müslüman dünyasında gerektiğinden daha az hayranlık uyandırdı. Gelenekleri sarsmaya cesaret eden bu Kurtuluş Hareketine karşı, tepki olarak birçok İslami akım gelişti. Mısır'da Müslüman Kardeşler, İngiliz egemenliğine karşı yeniden harekete geçti. Ancak bunu geçmişe dönmek, bütün Ortadoğu köktencilerinin iktidarını kurmak için yapıyordu. En gerici toplumsal tabakaya bağlı olan, bütün ilerici fikirlerin düşmanı olan ve doğan komünist harekete aşırı derecede düşman olan Müslüman Kardeşler, işçi hareketinin gelişmesine karşı mücadele aracı olarak hizmet veriyordu.

İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna gelindiğinde, Stalinizm'in ihanetleri nedeniyle radikal burjuva milliyetçi hareketler varlıklarını sürdürüyordu. Komünist Enternasyonal'in ortadan kaldırılması ve proletaryanın siyaset sahnesinden silinmesiyle belirlenen yeni mücadele dalgası, sömürge ve yarı sömürge ülkelerin tümünü sarsıyordu. Bütün bunlar, işçi sınıfının mümkün olan bağımsız müdahale olasılığını ortadan kaldırdı. Bu yeni dalga, Stalinizm'in Rus proletaryasını ezmesi, Çin Komünist Partisi'nin 1949'da işçi sınıfı olmaksızın (hatta işçi sınıfı en ufak bir bağımsız bir rol oynamaksızın), zafer kazanması; benzeri bir sürecin Vietnam'da Vietkong'un (Vietnam Kurtuluş Ordusu) Fransa'ya karşı zafer kazanmasına kadar sürdü. Yeni yöntem, bundan böyle emperyalizmin kuşatmasından kurtulmak isteyen ama kitlelerin bunu kendi hesaplarına gerçekleştirmelerinden korkan milliyetçi yöneticilere örnek teşkil ediyordu.

Arap dünyası da bu kuralın dışında kalmadı. İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen ilk 20 yıl içinde rol oynayan yönetimler, kuşkusuz işçi karşıtı ve burjuvaydılar. Bazen İslami demagojiyi kullanıyorlardı; fakat yine de esin kaynaklarını İmam ve Ayetullahlar'dan daha çok, zafer kazanan kurtuluş mücadelelerinde arıyorlardı.

Geniş Arap halk kitlelerinin umutlarını uzun bir süre boyunca canlandıran Nasır, bu dönem için çok anlamlıdır. O, solda yer alan biri değildi; hatta bundan uzaktı da. Üstelik, şu veya bu oranda Müslüman Kardeşler'le bağı vardı; iktidara doğru ilerlemesinde onlara dayanıyordu. Fakat bir zaman için Komünist Partisi'ne dayanmakta da tereddüt etmedi. Daha sonra Komünist Partisi'ne karşı Müslüman Kardeşler'i destekledi. Komünist Partisi'ni safdışı bıraktıktan sonra, çok sıkıcı bulduğu dinci, gerici müttefiklerine karşı tavır aldı.

Fakat 1956'da, Asuvan Barajı'nın yapımı için gereken mali kaynağı garantilemek için Fransız ve İngiliz emperyalizminin elindeki Süveyş Kanalı'nı devletleştirerek anti-emperyalist bir yönetici ve Arap dünyasının lideri olarak anılmayı becerdi.

Geçerken söylemek gerekirse, bugün Saddam Hüseyin'i gülünçleştirmek için eşi bulunmaz sıfatlar kullanan Fransız ve İngiliz burjuva politikacıları ve gazeteciler; geçen haftalardan birinde bir televizyon programında "Saddam Hüseyin, yeni bir Nasır mı, Hitler mi?" diye soran program sunucuları, 1956'da Nasır'ın yeni bir Hitler olarak değerlendirildiğini unutuyorlar.

Fakat ne olursa olsun, onun meydan okuyan jesti, Arap kitlelerinin heyecanını ve ümitlerini canlandırdı.

Arap Birliği: Halkların Ümidi ve Yöneticilerin İflası

Kendine ilerici diyen yöneticiler, emperyalizmin zorla kabul ettirdiği sınırları aşan, büyük bir politik birliğin oluşturulmasına doğru gitmek için, "Arap Birliği" duygusuna dayanabilirlerdi. 1963 ve 1984 arasında oluşturulan Arap halkları arası federasyon ve birlik projeleri, hiç eksik olmadı: Ürdün ve Irak arasındaki birlik, Suriye, Mısır, Irak arasındaki federasyon, Tunus ve Libya arasında kaynaşma, Suriye-Irak Şartı, Suriye-Libya Birliği projesi, Fas ile Libya arasında kaynaşma projeleri gibi. Fakat bu projelerin hiçbiri gerçekleştirilmelerinin başlangıcını bile yaşayamadılar.

Yarını olmayan bu projelerin terk edilmesi iki şeyi ispatlar: İlk olarak, bu ülkelerin yöneticilerine göre, Arap Birliği, halk tarafından çok tutulan bir konu olarak kabul ediliyordu; çünkü sık sık bu konuya başvuruyorlardı.

İkinci olarak, emperyalist dünyaya göre bu Arap Birliği olanaklı değildi; çünkü Arap ülkelerinin burjuvazileri çok cılızdı. Her biri diğeriyle kaynaşıp içiçe geçerek devletin denetimini kaybetme tehlikesini üstlenecek durumda değildiler; hepsi de, kendi öz devlet aygıtlarına son derece bağlıydılar.

Bu bakımdan, 1958-1961 yıllarında, Mısır ve Suriye arasında süren birlik projesi en uzun süren proje oldu ve en çarpıcı örneği oluşturdu. Çünkü daha gerçekleştirilmesinin başında, taraflardan her biri bağımsızlıklarını açıklamakta acele ettiler.

Eğer politik yöneticiler ve mülk sahibi sınıflar arasında ya da en azından bazı ülkelerin halkı arasında Arap milliyetçiliği mevcutsa, bu, şu anlama gelir: Emperyalizmin önce parçaladığı ve sonra sınırlarını belirlediği topraklara sıkı sıkıya bağlı, bir çoğulcu milliyetçilik var demektir.

1960'lı yıllarda moda olan Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin iflası, kitlelerin ümitlerine kalıcı olarak yanıt verilmemesine; Üçüncü Dünya ülkelerini az gelişmişlikten kurtarma ve en basitinden emperyalizm tarafından zorlanan sınırların aşılmasında başarısızlık gösterilmesine yol açtı ve bu ortam da, dinci gericiliğin gelişmesinin yolunu açtı.

1970'li Yıllarda İslamcı Hareketin Gelişmesi

Eylül 1970'de Ürdün hükümetince gerçekleştirilen katliamdan sonra ve Filistin hareketinin gerilemesiyle başlayan son 20 yıllık süreç içinde, modern ve ilerici talepleri olan laik rejimlere muhalif Müslüman hareketler, birçok yerde gelişti.

Esasen bu durum, Mısır ordusunun 1967'de, 6 Gün Savaşı'nda yenilmesinin ertesinde başladı. Siyasi ve toplumsal ayrıcalıkları kısıtlanmış olan dinsel kurumlardan hemen her yerde tepki geldi. Özel olarak da eğitim alanındaki konumlarını yeniden elde etmeye çalıştılar. Daha sonra, örneğin Mısır'daki gibi, darbelere maruz kalan geçmiş dönemin İslamcı gruplarının geliştiğine ve sayılarının katlanarak arttığına şahit olundu.

Müslüman hareketler, her zaman için genellikle ölü doğmuştur; örneğin Mısır'daki gibi toprak reformu girişimlerinin karşısında, toprak sahiplerinin sözcüsü oldular. İslamcı hareket, 1972'de Cezayir hükümeti tarafından ortaya konan toprak reformu sırasında, azınlıkta olmasına rağmen, Cezayirli toprak sahiplerini hoşnut etmeyen bu önleme karşı sesini duyuracaktı.

Çeşitli devletlerin ekonomik yaşama müdahalelerinde hükümetlerce seçilen öncelikler düzenli olarak eleştiri konusu oluyordu ve İslamcı akımlar ulusal burjuvazinin en tutucu tabakalarının bakış açısıyla birleşiyorlardı. Tabii ki, öncelikli konu, yolsuzluğa karşı mücadele, örf ve adetlere saygısızlık, içki kullanımı ve bazı devletler (Tunus, Libya, Cezayir) tarafından yüzyıllardan beri süregelen ve daha çok kadınların kurban olduğu baskı ve zulmü sınırlamak için alınan birkaç önlem oluyordu.

İslamcılar için, Şeriata yani Muhammed zamanının gelenek ve göreneklerine dayalı hukuka ve kanunlara geri dönmek ve bunu bütün topluma zorla kabul ettirmek gerekliydi. Cezayir'de, İslamiyet'e inanan hocalardan birine göre, İslamiyet bütün sorunları çözmeye yetenekliydi: "İslamiyet, tanrısal, kendinden varolan, bağımsız bir dindir: Şeriat, ateistlerin yani dinsizlerin onu tamamlamasını gerektirmeyecek kadar tam ve eksiksizdir, hiçbir şeyden mahrum değildir. İslamiyette eksikliklerin olduğunu savlayan kişi, yalancı imansız, dönek ve dinsizdir..." Ve bu şeriat adına, Tunus ve Cezayir gibi ülkelerde yavaş yavaş ve köktencilerin baskısıyla, kadınlara yapılan baskının sembolü olan ve ilerici kadınların on yıllarca ona karşı mücadele ettikleri çarşaf ve peçe takılması yeniden uygulanmaya başladı.

Çeşitli İslamcı grupların varoluş koşulları ve politik mücadele biçimleri ülkelere göre çok çeşitliydi. Hepsi de iktidarı alma konusunda sabit fikre sahipti; fakat kendi öz politik geleneklerine göre çeşitli eylem biçimleri öneriyorlardı. Çok eski tarihlerden beri, çok biçimli bir İslamcı hareketin varolduğu Mısır ve Suriye'de, gizli örgütler sadece terörist eylemler (Enver Sedat'ın öldürülmesi gibi cinayetler) ya da güç gösterisi darbeleri gerçekleştirmek amacıyla kendilerini yeniden oluşturmadılar; aynı zamanda İslamcı hareketlerin halk arasında tutundukları ve bunu geliştirdikleri de görüldü. Tunus ve Cezayir gibi, hareketin geçmişinin çok eskilere dayanmadığı ülkelerde ise bazı gruplar silahlı çekirdekler oluşturmaya çalışsalar da, daha çok iktidar üzerinde ağırlığını koymaya ve onu kaydırmaya yetenekli geniş bir muhalif hareket gerçekleştirilmesi vurgulanıyordu. 1970'li yıllarda yeniden doğan İslami hareketler, her yerde, halk arasında bir temel bulmaya çalıştılar.

Halkçı Bir Temeli Fethetme Yolunda İslamcı Hareket

İslamcı hareketin, halk içinde tutunmasının ve etkisini artırıp yaygınlaşmasının bir biçimi, camilerin gelişimi oldu. Diktatörlüklerle yönetilen bu ülkelerde camiler, insanların toplanıp konuşabildikleri, köktencilerin kendilerini özgürce ifade edebildikleri ender yerlerden biriydi. Köktenci hareketler, camilerin sayılarının arttırılmasını öğütlüyorlardı. Camileri zorla kabul ettirmek ve camiler etrafında bir etki alanı ve militan ağı örmek için mücadele ediyorlardı. Köktenciler, camilerde, halk kesimlerinden gelen üniversite öğrencileri için kurslar açıyorlar, derslerine yardımcı oluyorlardı Dünyanın tüm diğer din adamları gibi (papazlar, vb.), yoksul mahallelerde yardımlaşma ilişkileri kurarak, etkilerini arttırıyorlardı.

Ayrıca, üniversitelerde aktif bir biçimde gençleri toplama politikası yürüttüler. Bir süre için, modernist dalga, baskı, Maoizmin ilham kaynağı olan milliyetçi düşünce, köktencileri azınlıkta bıraktı. Fakat, birçok hükümet, köktencileri sol ve aşırı sola karşı bir araç olarak kullanabildiği oranda, gelişmelerine izin verdi.

Anti komünist propaganda, anti Siyonist hırçınlık, aşırı sol militanlara saldırı, çarşaf giymeye ve peçe takmaya direnen kadınlara baskı, taciz, bütün bu yöntemler, bugün, Cezayir'deki FIS'in ve ona benzeyen Tunus ve Ürdün'deki diğer benzeri grupların kadrolarının yetişme biçimi oldu.

Propaganda konuları her yerde aynıydı: Varolan rejimler kokuştukları, yolsuzluk yaptıkları için, Sovyetler Birliği'nden olduğu kadar Batı'dan da bağımsız, tanrı ve Kuran temelinde kurulacak bir İslami iktidara, yani İslamiyet'in saf dönemine (Muhammed devrine) geri dönmek gerekiyordu. Anti komünistlik, işçi sınıfının örgütlenmesi düşüncesine karşı mücadele nakarat şeklinde tekrarlanıyor; ana motif olarak tekrar tekrar işleniyordu.

Ayrıca batılı güçler, İslami hareketin gelişimine kötü gözle bakmıyorlardı. Bu gelişimi eski Sovyetlerin etkilemesine karşı bir denge unsuru, toplumsal mücadeleyi frenleme aracı olarak kullanmayı ümit ediyorlardı. CIA'nın Ortadoğu şeflerinden biri, Copland "Ulusların Oyunu" adlı kitabında, 1950'li yıllardan itibaren Mısır'daki komünist etkiye karşı koymak için CIA'nın Müslüman Kardeşler'in gelişimini desteklediğini ortaya koydu. Aynı kişiye göre, bu olgu daha ileriki dönemlerde de yoğunlaştırıldı. Giscard d'Esting'e gelince, en azından 1980'de İslamiyet'e karşı biraz duygusallık taşıyordu ve kendi kabinesinin üyelerinden birine şu şekilde açıklıyordu: "Komünizmle mücadele etmek için ona bir ideolojiyle muhalefet etmemiz gerekir. Batı'da bizim böylesi bir ideolojimiz yok. Bu nedenle İslamiyet'i desteklemeliyiz..." İslamcı hareket, her zaman için kurulu düzenin taraftarı ve işçi sınıfına düşman oldu. Fakat 1979 İran Devrimi'nin şimşeği ona çok farklı bir boyut kazandırıyordu.

1979 İran Devrimi: İslamiyet Bayrağı, Halkın Adalete Susamışlığının Yönünü Değiştiriyor

Batı için Ayetullah Humeyni'nin 1979 Şubat ayında İran'da kazandığı zafer, radikal İslamcı akımların siyasal planda güç kazanmasını ortaya koydu. İşte Batılı medya, "Müslüman gericiliğini" böylece tehdit olarak göstermeye başladı.

Gerçeği söylemek gerekirse, Batılı basının bu davranışında, karanlık dinciliğe karşı olan tiksinmenin ve yoksul kitlelerin siyaset sahnesine aniden girmelerinden ürkmenin payının ne derece olduğunu söylemek zordur.

Çünkü, Humeyni ve onu izleyenlerin rejimi, bu dinsel (teokratik) rejim, kökleri 7'nci yüzyıla uzanan toplumsal idealleri olan din adamlarının elindeydi. Bunlar muhaliflere, özgürlüklere ve toplumsal kurallara uymayanlara karşı barbarca bir baskı uyguluyorlardı. Bu gerici rejim, gerçek bir halk devriminin sonunda ortaya çıktı. Bu devrim kendini, Şah yönetimi altındaki kitlelerin ayaklanmasını izleyen günlerde, onların geri çekilmesi ya da moral bozukluğunun ardından değil, bu ayaklanmanın zaferi ardından ortaya koydu. Bütün bir 1978 yılı boyunca, İran'ı baştan başa kaplayan, tüm şehirlerde kitlesel, kahramanca, çetin gerçek bir hareketlenme gerçekleşti. Hareket, tek bir amaçta merkezileşiyordu: On yıllardan beri halkın sefaleti karşısında ayrıcalıklı toplumsal tabakanın mensubu az sayıda kişinin zenginlikleriyle gösteriş yapması, halka yüksekten bakmaları, sadece ordu ve siyasi polise dayanan rejimin nefret edilen yöneticisi Şah'ın teslim alınması.

Bütün 1978 yılı boyunca, şehirlerdeki halk kitleleri, Şah'ın gitmesini talep etmek için, din adamlarının (mollalar) gözetiminde, orduya ve sıkıyönetime rağmen, sadece bilek gücüyle meydan okuyarak ve binlerce ölü vererek, kendilerini sokağa attılar. Bu defa, işçi sınıfı kendi sırası geldiğinde, daha çok petrol sektöründe yer alanlar ve özellikle de Abadan rafinerisi işçileri, politik olarak Humeyni'nin arkasında, genel hareketin içinde boğulmuş olarak mücadeleye katıldı.

Şah rejimine öldürücü darbeyi, ordunun şehirlerde ve işçi sitelerinde grevcilere müdahale etmesine rağmen, petrol ihracatının felç olması vurdu.

Şah, İran'ı terk etmek zorunda kaldı. Fransa'da sürgünde bulunan Humeyni, ordu şeflerinin gizli onayıyla 1 Şubat 1979'da zaferle İran'a geldi. Fakat Humeyni yanlısı bir hükümeti kurmak için, Ayetullah ve işbirlikçilerinin ne istedikleri ne de hazırladıkları, 3 günlük bir ayaklanma gerekti.

Halkın kızgınlığına birkaç günah keçisi kurban edildi. Fakat köktenciler, rejimin gelecekte ne olacağının görüntüsünü vermiştiler: Yeni bir hapishane. Humeyni'nin baskıcı birlikleri ve ordu, Kuzestan Arapları ve özellikle de Kürtler olmak üzere ulusal azınlıklardan yüzlerce insanı katlettiler. İslamcı hareketin ahlaki düzeni, kendini derhal ortaya koydu: Kadınlar zorunlu olarak örtünmeli, Kuran'da belirtilen çarşaf ve peçeyi kullanmalıydılar.

Humeyni için bu uygulamalar, "İslam Cumhuriyeti"nin kuruluşuna bir geçişti. "Demokrasi", onun için sadece yolsuzluğun eş anlamlısı olan Batılı bir sözcüktü.

Muhaliflerin kitlesel olarak katledilmeleri gecikmeyecekti. Bu andan itibaren her yerde kanunları yapanlar Humeyni'nin "Allah'ın Partisi" Hizbullah'ın kiralık katilleri oldu.

Bununla birlikte Humeyni yanlısı militanlar, "ajan yuvası" diye adlandırdıkları Tahran'daki Amerikan Büyükelçiliği'ni, 4 Kasım 1979'da işgal edip, çalışanlarını rehin alarak Şah'ın New York'tan geri gönderilmesini istediklerinde, Humeyni bir defa daha, kendi ifadesiyle "Büyük Şeytan" diye adlandırdığı ABD'ye kafa tutarak, halkın kitlesel desteğine sahip olduğunu gösterdi.

1980 yılı boyunca süren kriz süresince, 1978'dekine benzer, geniş çoğunluğun hemfikir olduğu Amerikan karşıtı kitle gösterileri İran'ı sarstı.

Humeyni'nin bu meydan okuyuşu, sadece bütün Ortadoğu'da değil, aynı zamanda en geniş anlamıyla Pakistan'dan Cezayir'e, Endonezya ve Filipinler'e kadar bütün Müslüman dünyasında büyük ölçüde yankı yaptı.

Humeyni, halk kitlelerinin sefaletinin gerçek sorumlularından, zenginlikleri elinde bulunduranlardan hesap sorarak değil, propagandasının ilk planına en yoksulları koyarak, yoksul halkta bir hesaplaşma, öç alma duygusu yaratarak hareket ediyordu. Milislerini ve militanlarını yoksullar arasından topladı. Maddi ayrıcalıklara, Batılı örf ve adetleri olan ayrıcalıklı kesimlere, tiksintiyle karışık bir demagojiyle karşı çıkıyordu.

İslam bayrağının kullanımı, çıkışsız bir yol üzerinde daha fazla sosyal adalet için duyulan büyük özlemi kendi hesabına alet etmeye hizmet etti.

Humeyni, en azından ilk aşmada, tahtları için titremeye başlayan, petrol kralları ve özellikle de zengin Emirlerin karşısında, sefalet içindeki insanların büyük savunucusu olarak görülüyordu.

Bu dönemde, Amerikan emperyalizminin silahlı kolu olan Şah Rıza Pehlevi'nin şahlığı yıkılmıştı.

Humeyni, politik öç alma ve hesaplaşma duygusunu körüklüyordu. Yoksul insanlar her defasında Humeyni'nin kendi adlarına ABD'ye kafa tuttuğuna inanabildiler.

Humeyni, hiçbir şekilde anti-emperyalist bir savaş yürütmüyordu. Bu, bugün Saddam Hüseyin için de aynen geçerlidir. Humeyni, sadece diğer milliyetçilere göre, sokağa dökülmüş, yani harekete geçmiş kitlelere dayandığı ölçüde çok daha gözüpek, ama dini baskı engizisyonunun bayrağı altında çok gerici olan milliyetçi bir savaş yürütüyordu. Dram şudur ki, bağrında saygınlık, eşitlik, adalet için bu çok derin özlemleri taşıyan ve bunlar için çok büyük özverilerde bulunabileceklerini gösteren kitlelerin bu devrimci potansiyeli, gericiliğin kara çeteleri tarafından ele geçirildi, örgütlendi.

Herşeyi Açıklamayan Dinci Bir Gelenek

Tabii ki, bu sürecin, az gelişmiş, geri kalmış, güçlü dini geleneklerin bulunduğu bir ülkenin koşullarında bir çeşit kader olduğunu düşünenler bulunabilir. Fakat, bu doğru değildir.

Evet, İran'da dini önyargılar yaygındı ve köklüydü. Buradaki dini kastların tutunmalarının tarihi çok eskilere dayanır. İslamiyetin etkin Sünni koluna karşın azınlıkta olan bu Şii mezhebinden olan din adamları, uzun süre sıkı bir biçimde iktidara ortaklık ettiler. Şiilik devlet dini olarak kabul ediliyordu; ulusal duyguları pekiştirmek ve Osmanlı İmparatorluğu'nun dini lideri, İstanbul halifesinin baskısından kurtulmak için Pers krallarına hizmet etti.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Persler (1934'de İran'a dönüştü) petrollerini kontrol altında bulunduran İngilizlerin egemenliği altına girdiler. İngilizler 1979'da devrilen Şah'ın babası Rıza Han'ın iktidarına patronluk ediyorlardı. Rıza Han, otoritesini din adamlarının geleneksel iktidarının zararına güçlendirdi. Fakat din adamlarının zenginliğini oluşturan toprak mülkiyetine ve vergi toplama haklarına dokunmadı.

Bununla birlikte ekonomik ve sosyal iktidarının genel olarak dokunulmamış olmasına rağmen, savaşı izleyen ve 1960'lara kadar süren dönemde Şii din adamlarının etkisi politik alanda fazla değildi.

İran: İşçi Mücadalelerinin ve Sol Geleneğin Olduğu Bir Ülke

İran'da işçi sınıfı vardı. 1945 ve 1946'daki hoşnutsuzluk, kriz durumu, fakat aynı zamanda da değişim ümidi, bu durumu 1941'de kurulan savaş öncesi Komünist Partisi'nin devamı olan TUDEH'den (kitle partisi) yana döndürdü. TUDEH, ülke çapında ciddi bir biçimde örgütlü tek partiye dönüştü. 400 bin üyeye kadar ulaşan sendikalar kurdu. Özellikle de petrol işçileri arasında etkiliydi.

Bu yıllarda din adamları, üniversiteli küçük burjuva gençliği ellerinde tutacak güce sahip değillerdi. 1951'den 1953'e kadar olan yıllar, İran petrollerinin denetimi için, büyük burjuva Musaddık yönetimindeki milli mücadele yılları oldu. Anglo-Sakson petrol şirketleriyle çatışma şiddetlendiğinde, güçlü bir halk hareketi gelişti ve din adamları, tümüyle Şah'ın ve Amerikalıların kampına girmek için Musaddık'dan bütün desteklerini çektiler.

Din adamları, sadece gerici değil, aynı zamanda mülk sahibi hakim sınıflara, şahlık rejimine bağlı, rejimin kendisi de Amerikan emperyalizmine bağımlı görünüyordu.

Üniversite kampüslerinde Marksizm ve ilerici Üçüncü Dünyacılık modaydı. Stalinist TUDEH iflas etmişti; fakat 1960'lı yıllarda Çin'e, Küba'ya Cezayir'e vb. yönelen sol bir uyanış vardı. Halkın Fedaileri örgütüne gelince kendini Marksist ilan ederek TUDEH'i eleştiriyordu.

Bununla birlikte, Halkın Fedaileri işçi sınıfının bağrında bir çalışma örgütlemekten daha çok, gerilla mücadelesi öneriyorlardı. "Şu biçimde" diye yazıyorlardı: "Baskı atmosferini yok etmek ve halka olanaklı olan kurtuluş yolunun silahlı mücadele olduğunu göstermek için". Onların gözünde, "kitleleri harekete geçirmek için" bir gerilla savaşı gerekirdi. 1971 ve 1977 arasında, bu politika temelinde birçok kahramanlıklar gösterdiler.

Yine 1970'li yıllarda, aydınlar ve öğrenciler temelinde örgütlü başka bir örgüt de gerilla eylemleri yürüttü: Halkın Mücahitleri örgütü. Şiiliği "kitleleri devrime götüren bir esin kaynağı" olarak kabul ederek, kendi açılarından ilerici Müslümanlar olmak istiyorlardı ve kendilerini üniversitelerde Marksist düşüncelere rakip olarak sunuyorlardı. Esin kaynakları Ali Şeriati, kültürlü gençleri İslam'a kazanmayı amaçlıyor ve Müslümanlığı onların gözünde çekici kılmaya çalışıyordu. Bu yaklaşım, din adamlarının modernizme karşı olan nefretlerini paylaşıyor, laik demokrasiyle tüm uzlaşmaları reddediyor, kendini ve radikalizmini, gençleri Marksizm'den çevirmenin bir aracı olarak Şah'a ve ayrıcalıklılara karşı sunuyordu.

Bu akım, Şii din adamlarıyla sol arasında bir köprü temsil etti. Şii din adamları da kendi açılarından bir dönemece girmişlerdi.

Köktenciler, Solun Politik Teslimiyetçiliğini ve Geri Çekilişini Sömürdükleri Zaman...

1960-1970'li yıllar süresince din adamlarının politikası, en azından bunların bir bölümü için gerilla politikası değildiyse de, kendisine karşı giderek daha da patlamaya hazır bir nefret potansiyeli biriktiren Şahlık rejimine karşı Humeyni'nin arkasında "yeniden yer almayı" içeriyordu. Tutuklanıp sürgüne gönderilen Humeyni kahramanlaşıyordu.

Kısacası, krizin ve halk ayaklanmasının yükselmesi sırasında 1977 ve 1978'de, mollalar Tahran'ın güneyindeki gecekondularda, alabildiğine yoğun bir sefilliğin hüküm sürdüğü büyük banliyölerde hazır bulunuyorlar ve militanlık yapıyorlardı. Buralardaki aşağılanmış fakir kadın ve erkeklerden oluşan birlikler, kısa süre sonra, yaşamları pahasına, varlıklarını onurlarını ve gereksinimlerini dayatmak için Tahran şehrine "yürüyeceklerdi".

Mollaların halk kitleleri içinde yaptıkları propagandaya karşı çıkacak ve kitleler ayaklandığında kendilerine din adamlarından farklı bir politika sunacak hiçbir politik güç yoktu.

Gerilla grupları 1977'de kitlelerden tamamen kopuk olduklarının farkına vardılar. Eylemlerini durdurma kararı verdiklerinde, kendilerine Marksist ve ilerici diyen grupların yetersizliği 1978'deki halk ayaklanmasının ateşinin yükseldiği sırada belki de daha kesin bir biçimde bir defa daha doğrulandı. Belli bir süre baskıya maruz kaldılar fakat grup olarak yaşamlarını sürdürdüler. Sürekli ve düzenli olarak yeni üyeler ediniyorlardı ve gizli yayınları vardı. TUDEH'e gelince, sanayileşmiş bölgelerde yeniden kök salıyordu.

Bununla birlikte, 1978'in başındaki ilk protestolardan itibaren, aydınlar ve geleneksel milliyetçi politikacılar farklı bir siyaset önermedikleri gibi, halk kitlelerini etkilemeyi ve örgütlemeyi mollalara bıraktılar. Hem de ilerici Müslümanlar kadar, sol örgütler de Ayetullah'ın portresi arkasında kortejler oluşturarak, hareketin tümüyle dinci yönetiminin peşine takılmasını destekleyen politik bir seçim yaptılar.

Humeyni'yi, "rehber ve sevgili imam", "putların kırıcısı" diye tanımladılar; programlarının Humeyni'nin programıyla çakıştığını ileri sürdüler. Humeyni'yi en körü körüne destekleyen de TUDEH oldu. Fakat Halkın Mücahitleri de aynı siyaseti izledi. Sadece zaferden sonra kendilerini kabul ettirmeyi amaçlayan saygılı eleştirilerde bulunuyorlardı.

Bu, tümüyle politik bir teslimiyet oldu. Sol militanların cesaretlerine diyecek yoktu; fakat politik seçimleri bir felaketti. Sonuç olarak işçi sınıfının çıkarları alanında değil, Humeyni'nin partizanlarının milliyetçi alanında yer aldılar. TUDEH ve diğer sol örgütler öz varlıklarını yitirdiler.

Uluslararası işçi sınıfı programı üzerine kesin ve korkusuzca yerleşmiş devrimci bir politika başarılı olur muydu, olmaz mıydı, bunu bilemeyiz. Fakat her halükarda, kitlelerin bunu kıyaslamaları için hiçbir fırsatları yoktu.

Bu sonuç, İranlı fakir kitlelerin çok pahalıya ödedikleri bir dramdır. Irak'la yapılan savaş, diktatörlüğün istikrarını garantiledi. Sol, dinci milliyetçileri yücelterek toplumsal yaşamın askerileştirilmesine, işçi sınıfına doğrudan saldırılmasına ve bütün muhalefetin yok edilmesine izin verdi. Savaş, burjuvaların ve birçok işi bir arada yürüten işadamlarının, yeni bir ayrıcalıklı kastın ve Şah'ın zamanındakilerin bir kısmının yerini alan yeni fırsatçıların -ki mollalar, bunların arasında son sıralarda yer almamaktadır-, zenginleşmesine izin verdi. Humeyni'nin ve onu izleyenlerin İran'ı, Şah'ın İran'ına ve halkın bir bölümü için daha da kötü olan bir İran'a dönüştü. Emperyalist güçler ise, yaşadıklarımız henüz yaşanmadan önce, İran'da, yeni işler çevirmek için büyük ölçüde yer almış, ayak basmışlardı.

Tabii ki, eğer monarşiyi deviren devrim, kendine ilerici diyen laik milliyetçiler tarafından yönetilseydi, gelişmeler belki de çok farklı bir biçimde bitmeyebilirdi. Dinci metinler adına insan asan, işkence eden, halkın yarısını oluşturan kadınlara karşı ayırımcılık uygulayan, binlerce çocuğu şehit olup cennete gidecekleri vaadiyle kendi ordularına katan, onları yol açmak için mayın tarlalarına süren milliyetçiliğin Humeyni'ci biçimi, milliyetçiliğin olabildiğince en barbar biçimidir.

Polonya 1990: Katolik Kilisesinin Karşı Konulabilir Yükselişi

İran İslam devriminin yankısıyla, bunun sorumlusunun İslamiyet'in doğası olduğu iddiasıyla birçok yazı yazıldı ve lafazanlık yapıldı. Hatta en gericiler tarafından bu konu işlendi ve köktenci İslam, geri kalmış ve fanatik sayılan Müslüman kitlelerin tümüne atfedildi.

Bununla birlikte Humeyni'nin zaferini izleyen yıllarda, 1980'de, Avrupalı Polonya işçi sınıfının, başka bir çağdan kalan dini önyargıların etkisindeki, Lech Walesa adlı, açıkça katolik olduğunu belirten bir liderin peşinden gittiği görüldü.

Bugün, Polonya'da 17 Mayıs 1989'da, Stalinistler hâlâ hükümetteyken kabul edilen bir yasa, kiliseye, tümüyle onun yararına bir hukuki statü tanımaktadır. Bu yasanın girişinde, "kilisenin ulusal kültürün gelişmesine ve temel ahlaki değerlerin (...) güçlendirilmesine yaptığı katkı" selamlanmaktadır.

Böylece kilise, İkinci Dünya Savaşı sonrasından beri istediği yasal statüyü elde etti. Bu durum kiliselerden, şapellerden, papaz okullarından ve yayınevlerinden oluşan güçlü bir altyapıya dayanan, belki de Avrupa'nın en güçlü dini kurumunun gücünü hatırı sayılır bir ölçüde arttırıyordu.

Polonya kilisesinin yöneticileri, "sosyal düzeni, Hıristiyan kilisesinin prensipleri üzerinde oluşturma"ya ve örneğin: "Burada asla yürürlükten kaldırılamayacak, ona ters düşen kurallar oluşturulamayacak olan kutsal kanun söz konusudur" deliliyle anayasada kürtajın yasaklanmasının yer alması isteklerini saklamıyorlardı. Şimdiden, toplumu keyiflerince yönetmeyi istediklerini belirtiyorlardı.

Özellikle Gerici Katolik Bir Hiyerarşi

Polonya Katolik hiyerarşisi çok gericidir; Kardinal Glemp, hiç saklamadığı bir anti Semitizm ile (Yahudi düşmanlığı), aşırı milliyetçilik içeren sağ görüşlerini yaymaktadır. Polonya'da İkinci Dünya Savaşı 6 milyondan fazla ölüme neden olmuştu; bunun yarısı Yahudi idi. Polonya kilisesinin şefi, ancak 1983'de, Varşova gettolarında katledilen Yahudilerin anısına bir dini tören yapmak gerektiğini akıl edebildi. Bu tip acayip gösterilerde bir erdem bulduğumuzdan değil, fakat bu insanlar tarafından örneğin "gerçek bir Polonyalı her zaman için belirli anlamda Katolik olacaktır" diyen Kardinal Glemp tarafından anti Semitizm'in savunulması anlamlıdır. Bu anti Semitizm, özellikle de Auschwitz'e Mont-Carmel tarikatı rahibelerinin manastırını yerleştirme sırasında görüldü. Katolik kilisesi Polonya'daki Yahudi soykırımının anılarını silmek, yok etmek, tarihi izlerini asgari düzeye indirmek için, tarihi değiştirme eğilimindedir.

Kendi deyimiyle "Batı laikliği" ve 18'inci yüzyıl Aydınlanma çağının felsefesi ile Ortaçağ Kilisesinin geleneği adına savaşan Kardinal Glemb, kilise metinlerindeki "bilinç özgürlüğü" sloganına muhalefet etmektedir; çünkü "bilinç özgürlüğü basit olarak ateizmi ve ateizmi geliştirme hakkını belirtir" ve "Kilise, ateistlerin haklarını talep edemez".

Kardinal, tümüyle doğru konuşuyor. Şu anda kilise kendisine resmi bir iktidar gücü garantilemişken, Kardinal, insan haklarının savunusu üzerine açıklamalar yaparak kitleleri kandırmaya çalışmıyor; bunu sadece on beş yıl ya da daha fazla bir süre önce yapıyorlardı. Polonya Kilisesi, savaştan önce, 1930'lu yılların sonunda, Yahudi karşıtı büyük soykırım döneminde, aşırı sağcı albayların Hitler'in yabancı politikasının peşinde gittikleri dönemde, zafer dolu bir dönem yaşadı. Besbelli ki, "milliyetçi-Katolik" yönetici çevreler bunun özlemini duyuyorlar.

Yani, açıkça diyebiliriz ki, Polonya'nın durumu özel bir durumdur. Burada, Katoliklik, milliyetçi duyguların bütünleyicisidir. Bir taraftan Prusyalı Protestanlar, diğer taraftan Rus Ortadokslar tarafından tehdit altında olan Polonya kimliği, kendi farklılığını pekiştirecek özellikleri Katolik mezhebinde buldu. 19'uncu yüzyılın akışı içinde ve iki savaş arasındaki bağımsız Polonya da dahil, Kilisenin ağırlığı güçlendirildi.

Fakat Polonya'da yine de, kiliseye derinden düşman, özgür düşünürler, sol aydınlar akımı olduğu kadar, devrimci bir akım, sosyalist bir akım da bulunuyordu. Katolik papazlar tarafından ezilen fakir köylüler arasında da, gerçek bir din adamları karşıtı akım bulunuyordu. Savaş sonunda oluşan yeni koşullarda birçok insan, böylesine sağa yönelmiş, yönetici sınıflara böylesine bağlanmış bu kilisenin rolünün azalacağına inanıyordu. Eski toprak aristokrasisinin yok edilmesi kadar, sivil yaşamın laikleştirilmesi kiliseye karşı rol oynuyordu.

Fakat Stalinist diktatörlük, ona yeni bir erdem ve dokunulmazlık verdi.

Stalinistler ve Katolik Kilisesi

Stalinistler, bazı gerilim dönemlerine rağmen, genel olarak kilisenin dostluğunu kazanmaya çalıştılar. Kiliseye gelince, o da buna ayak uydurdu. Kilise ikili oynayabilirdi: Bir taraftan kendi maddi bağımsızlığını koruyor; aynı zamanda kendini komünist diktatör tarafından "kuşatılmış bir kale" olarak sunuyordu. Tabii ki, diktatörlük, komünizm adına yapıldığı için, ilerleme kavramı, geniş halk tabakaları içinde sol değerler ve komünizm büyük ölçüde saygınlığını yitirdi.

Bununla birlikte, iktidarın bütün bu ikiyüzlülüğüne, baskı ve zulmüne karşı direnmenin bütün biçimleri, dinci gericiliğin bayrağının arkasında yer almasının koşulları oluştu. Kilise bu anlamda, bu direnmenin şampiyonu olarak ortaya çıktı. Stalinist sorumluların kilise değirmenine su taşıdıklarını saptamak yeterli değildir; papazlar da kendi öz hakları için aktif olarak mücadele ettiler. Yine de tüm bunlar kilisenin 1980'den beri işçi sınıfının şampiyonu gibi ortaya çıkmasını açıklamak için yeterli değildir. Polonya Kilisesi kadar etkili bir kilise, her şeyden önce kırsal kesimlerde etkiliydi ve politik rolü 1970'e kadar marjinal olarak kaldı.

1945'den itibaren Polonya'nın büyük politikası, işçi sınıfının kendi alanındaki müdahaleleriyle damgasını vurarak gelişti. 1956'da en tanınmış işçi lider Godzdik, Komünist Partisi'nin kendi fabrikasında bölge sekreteriydi. 1970'de, Baltık ayaklanmaları sırasında, 1976'daki gibi, Radom'da ve Ursus'da ayaklananların yakın çevrelerinde rahipler yoktu.

Solun ve İşçi Liderlerinin Tamamının Kiliseye Bağlanması

Yine de, bugün, 1980 büyük işçi hareketini ve onun yönetimini ele geçirerek, Solidarnoch (Solidarnoş; Polonya'da mücadeleci Dayanışma Sendikası) içinde piskoposlar ve kardinaller politik ağırlık kazandılar. Polonyalılara atfedilen geleneksel dinciliğe rağmen burada yeni bir şey söz konusuydu.

İşçiler 1956'da, Gomulka'nın peşinden gittiler. 1970 ve 1976'da yönetimsiz kaldılar; 1980'de grevci hareketin başını çekecek bir yönetim kendini sundu. Dayanışma Sendikası'nın yönetiminde din adamlarının etkisi ve kilisenin bunlar aracılığıyla ağırlığını kullandığı biliniyor.

Dinci önyargılar, belki de daha önceki dönemde emekçiler arasında geniş oranda yaygınlaşmıştı ve etkisini artırmıştı. Yeni seçilen Papa'nın Polonyalı olması nedeniyle Stalinist yöneticiler, resmi ilişkilerini normalleştirmişler ve bu da dini önyargıları güçlendirmişti. Kilise de kendi açısından birkaç yıldır sürdürdüğü siyasetini değiştirmiş; emekçilerin yaşam koşullarına eğilmeye ve insan haklarını savunmaya başlamıştı. Öyle görünüyordu ki, tüm bunlar etkili oldu. Fakat temel olgu, Dayanışma Sendikası'nın yönetimine hiçbir alternatif sunulmaması, işçi hareketinin yönetimine başka hiçbir siyasetin aday olmaması, kiliseyle rekabet edilmemesi oldu.

Geçmiş yıllarda, genellikle Stalinist hareketten kopan tanınmış sol militanlar kilisenin yolunu tutmuşlardı. "Öncelikle insan haklarını savunmak gerekir" maskesi altında, siyasi olarak kiliseye tabi oldular. Adam Michnik'in 1977'de yayınlanan "Kilise ve Sol: Polonya Söyleşisi" adlı kitabı bu yaklaşımın sembolü oldu. Michnik kitabında, kiliseyi "inatla zulmedilenlerin tarafında" sunarak, "totalitarizme karşı savaşta, kilise, küçümsenmesi zor bir rol oynadı" ya da "gelecekteki Polonya'yı Katolik kilisesi ve onun toplum üzerindeki çok büyük etkisi olmaksızın hayal etmek imkansızdır" diye açıklamalarda bulunarak, kiliseyi diktatörlük karşısında savunmadığına dair pişmanlık duyduğunu dile getirdi; tüm aydınlar adına kendi öz eleştirisini yapıyordu.

Michnik, iki yıl sonra papanın Polonya'yı ziyareti fırsatıyla tümüyle aydınlandı; fakat buraya kadar gitmeksizin, geçmişte Marksist olarak tanınan Jacek Kuron, 1975-1976'da "ben, son yılların akışı içinde Hıristiyanlığı kabul ettim; bunu bir din olarak değil bir değerler sistemi olarak kabul ediyorum..." dedi.

Burada, budalaca kişisel bir ruh hali ya da yön değiştirme söz konusu değildir. Bir siyasi seçim, bir inkar söz konusudur. Bugün bundan kaçınılmaz olarak kilise yarar sağlamaktadır.

Bir kere daha, sorun kuşkusuz çok sayıda Polonyalı işçinin tanrıya inanması olgusu değildir. Bu, onların 1980 yılı da dahil zorlu bir mücadele sürdürmelerini engellemedi. Çoğu kez, 1980 de dahil, papazların sakin olmaya davetlerinin ötesine geçmeyi bildiler. Sorun, kilise militanlarının, proletaryanın devrimci yönetiminin, yokluğunda kendi güçlerini sağlamlaştırmalarıdır.

Dinci Gericiliğe Karşı Mücadele ve Sınıf Mücadelesi

Görüldüğü gibi, dini gericilik sadece Müslümanlığa özgü bir şey değildir. Bugün Müslümanlığa bunca önem verilmesini sağlayan şey, Muhammed tarafından önerilen dinin özünde varolan şeyler değildir. Bu din, Üçüncü Dünyanın temel dinlerinden biridir ve sadece azgelişmiş ülkelerde gerçekten tutunabilmiştir. Milyonlarca insan için, anti-emperyalist duygularıyla, dini düşünceleri arasında bir karışıklık oluşabilmiştir.

Fakat İsrail'de dinci aşırı sağın ortaya çıkışı gibi, Polonya'daki kilisenin güncel rolü de gerçekte bütün ülkelerde hakim din ne olursa olsun, dinci gericiliğin politik gericiliğe araç olarak hizmet edebileceğini gösterdi.

Henüz yaşanmakta olan Körfez Krizi'nin İslamcı hareketin, gerçekten de kitleler üzerindeki etkilerini cihad önererek geliştirme olanağı verip vermeyeceğini bilmiyoruz. Batılı güçlerin Irak'a karşı müdahalesinin Ortadoğu'nun ve Kuzey Afrika'nın Arap halkları arasında yol açtığı kin duygularını, öç almaya susamışlığı kendi yararlarına toparlama fırsatı verip vermeyeceğini, gelecek aylarda siyasi krizlerin İslamcı hareketlere iktidarı ele geçirmek için kesin bir rol oynama fırsatı verip vermeyeceğini de bilemiyoruz. Fakat, İslamcı hareketlerin olası gelişimi, varolan bir tehlikedir. Bizi doğrudan ilgilendirmektedir; çünkü Fransız işçi sınıfının bağrında Kuzey Afrikalı göçmenler üzerinde örneği Cezayir'in FIS gibi örgütlerinin ağırlığı kendisini hissettirebilir.

Diğer Orta Avrupa ülkelerindeki gerici Katolik akımların Polonya'da geçen olayların görüntüsünü kazanıp kazanmayacakları, Polonya'nın kendi geleceğinin de ne olup olmayacağını da bilmiyoruz. Fakat Katolik kilisesinin, başta Papa olmak üzere, bin yıllık bir tarihin üzerinden atlayarak Papa'nın deyimiyle "azizlerin Avrupası"nı yeniden yaratmayı önerdiğini biliyoruz. Eğer, kriz ve işçi sınıfının gerileme dönemlerinde, en saçma fikirlerin, gericiliğe malzeme oluşturduklarını bilmesek bu duyduklarımız, sadece mizah duygumuzu geliştirebilirdi.

Bugün Fransa'da köktencilik gelişiyor gibi görünse de, sadece sınırlı bir olgudur. Belirli sayıdaki kadrolar, teknisyenler, artistler ani bir uyanışla büyüleyici (karizmatik) denilen hareketlere katılıyorlar. Bu konularda Papa'yı izleyerek, "kürtajı özgürleştiren kanunlar, gerçek bir soykırımın sorumlularıdır" denildiği duyuluyor.

Fakat Nazizmin, yani bu saçma budalaların fikirlerinin Avrupa'nın en medeni, en kültürlü uluslarından birinde geliştiğini hatırlayalım.

Yani, bu tehlikeyle savaşmak gerekmektedir.

İşçi Sınıfının Sesini Duyurmak İçin Çalışmak Gerekiyor

Dinci gericilik ile savaşmak, tabii ki devrimciler için, propagandalarında kitleler, onlar tarafından temsil edildiklerini hissetseler bile dinci düşüncelere hiçbir ödün vermeme anlamına gelir. Bu ayrıca, komünist hareketin geleneğini oluşturan militan materyalizme sadık kalmak anlamına da gelir.

Fakat kazanmak için din karşıtı propaganda yapmanın yeterli olmadığını, öbür dünyaya inanan emekçilerin bu inançlarını laik vaazlarla söküp atamayacağımızı biliyoruz. Bu insanlar dinsel önyargılarına rağmen bizim sınıf kardeşlerimizdir; bu insanları mücadelede yanımıza almalıyız. Buna karşın burjuva özgür düşünürler (birkaç tane kalmış olmalı), Irak'daki askeri müdahale yanlıları bizim düşmanımızdır.

Aynı zamanda, görünüşte en köklü önyargıların, kitleler kendi öz çıkarlarını elde etmek için harekete geçtiklerinde yok olabileceklerini biliyoruz. Fransa'nın 1789-1793 yılları ve 1917 Rusya'sı, dini inançların şaşırtıcı bir biçimde devrim ateşi içinde eriyebildiklerini göstermiştir.

Yani dini gericiliğe karşı mücadele, öncelikle ve herşeyden önce işçi sınıfının kendi sesini duyurması için çalışmaktır. Fransız işçi sınıfı, Arap halk kitlelerini, Ortadoğu'ya silah ve savaş malzemeleri gönderilmesini engelleyerek, eğer savaş sürüyorsa savaşı güçlendirecek yeni askerlerin gönderilmesini engelleyerek, sanayileşmiş ülkelerde müttefiklerinin bulunduğuna ve bunun Allah'a dua etmekten daha sonuç verici olduğuna ikna edebilir. Bu, Arap kitlelerini ikna etmede herşeyden daha önemlidir.

Kuşkusuz şu anda bu noktada değiliz. Enternasyonalistlerin sayılarının çok az olduğu bir geri çekilme dönemi içindeyiz. Fakat 1915'de Zimmerwald'dakiler -içlerinden birinin deyimiyle- "iki arabaya sığacak kadar" azdılar.