KÜBA: KASTRO VE KASTROCULUK (Leon Troçki Çevresinden çevrilmiştir)

Yazdır
25 Ocak 1985

Bu broşür, 25 Ocak 1985'te Leon Troçki Çevresi tarafından düzenlen "Küba:

Kastro ve Kasroculuk" başlıklı toplantıya sunulan metnin çevirisidir.

***

Karayip adalarının en büyüğü olan Küba, ABD sahillerine 180 km. Uzak-

lıktadır. Fransa'nın beşte biri büyüklükte ve 10 milyon nüfusa sahip

Küba, 25 yıl önce (35'inci yıl, çev.) Latin Amerika'nın sömürülen

halklarına, hatta tüm dünyaya büyük bir süpriz yaptı. Çünkü bir yıl önce

gerilla ordusu sayesinde iktidara gelen Kastro ABD'nin yatırımlarının

büyük bir kısmını devletleştirerek bu dev komşusuna açıkca meydan

okumuştu.

Bugün (Ocak 1985) bu karardan 25 yıl, Kastro'nun iktidara gelmesin-

den 26 yıl sonra Küba rejimi ABD emperyalizmine karşı meydan okuyarak

ayakta kalabilmiştir. Fakat Latin Amerika halkları arasında uyandırdığı

umutlardan geriye ne kalmıştır? Geriye fazla birşey kalmamıştır. Çünkü

Fidel Kastro Küba'ya ne bir refah ne de bir özgürlük getirebilmiştir.

Kastro dış siyasetinde SSCB'nin bir müttefikidir ve şeker satıp Küba

ekonomisinin ayakta kalmasını sağlayan mamül ürünleri almaktadır. Fakat

artık Fidel Kastro, Latin Amerika halklarının kurtuluş ümidi olmaktan

çıkmıştır.

1959 yılında Küba, Latin Amerika'da ABD çıkarları açısından Venez-

üella'dan sonra ikinci ülke konumundaydı. ABD sermayesi demiryolu

taşımacılığının, elektrik ve telefon şirketlerinin yüzde 50 ile yüzde

90'ına sahipti. Tüm maden kaynakları ABD şirketlerinin denetimi altın-

daydı. Genellikle bu şirketler bu madenlerin çoğunu da çalıştırmıyordu.

Küba adasının en temel gelir kaynağı şeker kamışıydı. En iyi toprakların

yüzde 25'i ABD sermayesine aitti. 115 şeker rafinerisinden 41'i ABD

şirketlerinindi. İhracat ürünlerinin yüzde 80'ini oluşturan şekerin yüzde

40'ını ABD sermayesi denetliyordu.

Bu durumda Küba ile ABD arasındaki 1934'ten beri yüyürlükte olan

şeker anlaşmasına göre ABD her yıl belirli bir miktar şekeri dünya

fiyatlarından daha pahalıya satın almayı kabul etmesi büyük ölçüde ABD

sermayesine yarıyordu. Çünkü söz konusu miktarın yarısı ABD sermayesi

tarafından üretiliyordu. Fakat bu anlaşmanın karşılığı ise, Küba'nın ABD

ürünlerine kapılarını sonuna kadar açması ve ayrıcalıklı düşük vergi

uygulamaları olmuştur.

1959 yılında Kastro iktidara geldi. Fakat Küba tarihi önceleri de

çok çalkantılı olmuştur. Küba Kristof Kolomb'un adayı'yı keşfettiği 27

Ekim 1492 yılı ile adanın bağımsızlığa kavuştuğu 25 Ekim 1898 yılı

arasındaki 406 yıl boyunca İspanyol sömürgesiydi. Bu süre içinde Küba da

diğer Latin Amerika ülkeleri gibi İspanyol işgalcilerinin (Konkistador)

yağmalarını ve yerli kızılderili halkın soy kırımlarını yaşamıştı. Daha

sonra şeker kamışı üretimi için Afrika'dan yüzbinlerce siyah köle

getirilmişti. Bu süre içinde Kübaya yerleşen İspanyol halkı da İspanyol

boyunduruğuna karşı defalarca isyan etmişlerdi. Bu isyanlar çok kan

akıtılarak bastırıldı.

1898 yılında ise iki kurtuluş savaşı yaşandı. ABD'nin askeri

müdahalesi sonucu olarak Küba İspanyol sömürgesi olmaktan kurtuldu. Fakat

bu defa da 1960 yılına kadar ABD emperyalizminin yarı sömürgesi olmuştu.

ABD, 1920 yılına kadar bir kaç defa adaya askeri müdahalede bulunmuştur.

Bugün bile adanın Guantanamo bölgesinde bir ABD askeri üssü bulunmak-

tadır.

1900 yılından sonra Küba'da genellikle demokratik olmayan bir kaç

seçim ve bir kaç da askeri darbe yaşanmıştır. Bu dönemde işçi mücadele-

leri ve bazı büyük grevler yaşanmıştır (EK'e bakınız). Latin Amerika'da

istisna bir olay Küba'da yaşanmıştır. 1942-1944 yılları arasında

hükümette komünist bakanların görev almıştır. ABD bu işte hiç bir

sakınca görmemiştir.

O zamanlar ülkeyi yöneten Batista isimli bir askerdi. Fidel Kastro

iktidarı bu kişinin elinden almıştır. Bu Batista isimli şahıs Küba'nın

siyasi hayatında yeni birisi değildi. 1933'de basit bir çavuştu. O yıl

"öğrencilerin ve alt rütbeli subayların yaptığı bir darbe sonucu ordu

başkanlığına yükseldi. Bu yeni görevi nedeniyle de işçi grevlerini

bastırdı ve 1940'a kadar perde arkasından iktidarı yönetti. 1940 yılında

başkan seçildi. 1940'ta hükümette komünist bakan atayan ve Küba'nın en

demokratik anayasası gerçekleştiren de o olmuştur (kadınlara oy hakkı

tanındı, halbuki Fransa'da kadınlara oy hakkı 1945 yılında tanınmıştı).

Fakat bu anayasa kısmen uygulandı.

Batista 1944'de seçimlerden sonra iktidarı terk etti, fakat yine de

ordu yöneticileriyle yakın ilişkilerini sürdürdü. 1952'de askeri darbe

sonucu iktidara yeniden geldi.

İşte Fidel Kastro'nun yıktığı rejim, bu Batista rejimi idi. O

zamanlar Batista bir diktatördü. Ve tüm diğer diktatörler gibi çok zengin

olmayı başarmıştı. Devlet, kamu sermayesi, yolsuzluklar, hatta fuhuş ve

kumar Batista'nın kişisel servet edinmesine yaradı. Tabii şunu da eklemek

gerekir ki, Batista'dan önceki yöneticiler de ondan farksız davranmadı-

lar. Batista'nın hakim sınıf üyeleri arasında bir çok siyasi düşmanı

vardı. Fakat bu düşmanlık demokrasi dürtüsüyle değil, kişisel rekabet

sebebiyle idi.

Diktatörlüğe karşı muhalefetin başlangıcı

10 Mart 1952'de Batista öncülüğünde gerçekleştirilen askeri darbe,

darbeden beş yıl önce kurulan muhalefetteki Ortodoks Partisi'nin tüm

ümitlerini yıkmıştı. Ortodoks Parti rejimin ve devletin yolsuzluklarını

teşhir ettiği için çok sevilen bir parti durumuna gelmişti.

Ortodoks Parti kurucusu Eduardo Chibas çok ateşli konuşmaları ve

sonuçta televizyon önünde bir protesto şekli olarak intihar etmesi

gençliği alevlendirmişti. Eğer Batista öncülüğünde darbe olmasaydı 1952

Haziran'ında yapılması kararlaştırılan seçimlerde Ortodoks Parti'nin

iktidara gelmesine kesin gözüyle bakılıyordu.

Ortodoks Parti'nin gençleri, parti yöneticilerinin eylemsizliğinden

bıkıp eylem kararı aldılar. Bu gençlerden biri de Fidel Kastro idi. Eğer

kararlaştırılan seçimler zamanında yapılsaydı, Kastro Ortodoks Parti

adayı olarak seçimlere katılacaktı.

1952'de Kastro 26 yaşında bir avukattı ve mesleğinden kazandığı para

yetersiz olduğu için kötü şartlarda yaşıyordu. Kendi kuşağı muhalif

aydınlarının iyi bir temsilcisiydi. Zengin bir ailenin çocuğu idi.

Babası yolsuzluklarla zengin olmayı başarmış ve Oriente eyaletinde çoğunu

şekerden kazandığı gelirle satın aldığı bir çiftliğe sahipti.

Fidel Kastro ilk öğrenimini kiliseye ait bir kolejde yaptı.

Havana'da hukuk fakültesini okudu. Çok canlı ve heyecanlı olan Kastro,

bazı yönleriyle gangasterliği andıran üniversitedeki siyasi hayata aktif

olarak katılmıştı.

Ortodoks Parti önderleri Chibas'ın intikamını alma hevesiyle

büyümeye başladığında Fidel Kastro partiye üye olup, partinin gençlik

kollarında faaliyet sürdürdü.

Ocak 1953'te Ortodoks Parti'nin gençlik kollarından bir grup rejime

muhalif öğrenciyle eylemler başlattı.

Aynı yılın Pak tatilinde (hiristiyan dini bayramı) bir darbe

girişimi olmuştu. Kastro, Harp Okulu profesörü Dr. Rafael Garcia

Barcena'nın, kurucusu olduğu Milli Devrimci Hareket Partisi üyeleri,

liberal aydınlar ve ögrencilerle birlikte Batista'yı iktidardan indirmek

için Havana yakınlarındaki Kolombiya kışlasına doğru harekete geçtiler.

Profesörün planı orduyu ayaklandırmaktı. Fakat bu girişim başarısızlıkla

sonuçlandı. Darbe girişimine katılanların hepsi tutuklandı ve Milli

Devrimci Hareket dağıldı.

Klasik partilerin eylemsizliğine alternatif olmak amacıyla bir çok

örgüt ortaya çıktı.

Kastro ise, Havana'da küçük eylem gruplarından oluşan bir kaç yüz

genci bir araya getirdi. 26 Temmuz 1953'te bu gençlerden oluşan 160

kişilik bir silahlı güçle adanın diğer ucunda yer alan Oriente eyaletinde

bulunan Büyük Santiago Kışlasının bine yakın asker barınan Moncada

bölümüne saldırıya geçti.

Amaçlanan beklenmedik bir şekilde kışlaya saldırıp mevcut silahlara

el koymaktı. Daha sonra radyo ile halkı ayaklanmaya çağırarak Oriente

eyaletini isyana teşvik etmekti.

Kışlaya yapılan baskın başarısız oldu. Kastro'nun saldırı planı daha

önce kışlaya ulaşmıştı. Yine de saldırıdan vazgeçilmedi. Çatışma

sonucunda 3 subay ve 16 asker öldürüldü.

Buna tepki olarak vahşice baskılar arttı. Santiago şehri kuşatıldı.

Havana'ya kaçmak isteyenler dahil bir çok militan tutuklandı; işkence

gördü; öldürüldü. Hatta esir alınan 68 kişi vahşice katledildi.

Batista bu vahşi cinayetler yoluyla intikam alıyordu. Çünkü Kastro

ordunun 160 üniformasını ele geçirmişti ve gizli servislerin haberi

olmadan 160 kişiyle Havana'dan silahlı olarak adanın en önemli kışlasına

saldırı gerçekleştirmişti.

Uygulanan baskıların vahşeti karşısında Santiago şehri ileri

gelenleri, başta arşevek (dini önder) ve baş savcı olmak üzere baskıları

protesto ettiler ve kimi tutsakların hayatlarını kurtardılar. 20 kadar

taraftarıyla Sierra bölgesine kaçan Kastro, bir kaç gün sonra ihbar

edilmesi sebebiyle tutuklandı. Moncada Kışlasına saldıranların yargılan-

ması Ekim ayında yapıldı. Kastro'nun kendini savunduğu bu davada, adeta

rejimi yargıladı: "Avukatların yaptığı gibi suçlunun serbest bırakıl-

masını talep etmeyeceğim. (...) Başkanın bir katil ve hırsız olduğu bir

ülkede onurlu insanların öldürülmesi ya da cezaevlerine konulması

normaldir. Beni mahkum edebilirsiniz, bunun önemi yoktur; çünkü tarih

beni beraat ettirecektir". Sonuç olarak Kastro 15 hapise mahkum oldu.

Fidel Kastro cezaevinde savunmasını yazı haline getirdi. Rejimi

teşhir ederek programını 5 temel maddede belirtti:

1. 1940 Anayasasının yeniden yürürlüğe girmesi; geçici bir hükümetin

kurulması; adalet sisteminin temizlenmesi;

2. Tüm çiftçiler, ortaklıkla toprağı ekenler ve toprak kiracılarına

işledikleri toprakların 70 hektarını ya da daha azsa tümü mülk olarak

verilecektir; toprak sahipleri devletten tazminat alacaklardır;

3. Ticaret, sanayi ve maden işletmelerinde çalışan memur ve işçilere

kârların yüzde 30'u dağıtılacaktır;

4. Çiftlik sahipleri elde edilen şekerin yüzde 55'i üzerinde hak

iddia edebilecklerdir;

5. Yolsuzlukla elde edilen tüm zengilikler, işçi emekçi kasalarına,

hastanelere, sığınma evlerine ve fakirhanelere verilecektir.

Kastro bir de şunu ekliyordu: "Mücadele biter bitmez bu kanunlar

resmileşecektir ve (...) ardından bir çok temel kanun gelecektir. Örneğin

tarım reformu, eğitim sisteminin tamamen değiştirilmesi, elektrik ve

telefon tröstünün devletleştirilmesi. Bu şirketlerin halktan fazlasıyla

topladıkları paraların iade edilmesi, maliyeden kaçırılan vergilerin

toplanması..."

Aslında bu program 1940 Anayasasının bir özeti idi. Ne daha azı ne

de daha fazlası. Zaten Batista'ya karşı tüm muhalefetin programı da

buydu.

1940 Anayasası'nın metni bazı yönleriyle esnek olduğu için farklı

yorumlara da yol açabiliyordu (özellikle toplumsal kararlarla ilgili

bölümü). Bu nedenle herkes kendi çıkarına göre yorum yapıyordu.

Kastro böyle bir programı somut ve bağlayıcı bir programa tercih

etti. Çünkü somut bir program farklı ittifakları sınırlayabilirdi.

Sonuçta Kastro'nun savunması en geniş programı oluşturmuş oldu.

1954 ve 1955 yıllarında ekonomik iyileşme Batista rejimini

sağlamlaştırır gibi oldu. Ekim 1953'ten beri diktatörlük olağanüstü hali

ve sansürü kaldırdı. 1 Kasım 1954'te seçim yapmayı kararlaştırdı ve bu

seçimleri kazandı. Mayıs 1955'te iktidarını o kadar sağlam görüyordu ki,

tüm siyasi suçluları serbest bıraktı.

Serbest bırakılanlardan ve başarısız 1953 darbesi lideri Garcia

Barcena silahlı mücadeleden vazgeçti. Diğer bazı gruplar da kendiliğinden

silahlı mücadeleyi terk ettiler. Muhalefet dağılacak gibi gözüküyordu.

Fidel Kastro da serbest bırakılmıştı. 1955 Mayıs'ında cezaevinden

çıktığında, Barcena'nın eski taraftarlarından bazıları, örneğin Frank

Pais, Kastro'yu destekledi. Fakat genel siyasi hava legal imkânlara bel

bağlamak yönündeydi. Kastro yalnız kaldığı için ve Batista'nın katilleri

tarafından öldürülmekten korktuğu için Temmuz 1955'te ülke dışına çıkmayı

tercih etti.Fakat ayrılmadan önce eylem gruplarını oluşturan Hareketin

başına Frank Pais'i atadı. Bu Haraket, Kastro'nun Moncado kışlasını ele

geçirme girişim tarihi olan 26 Temmuz nedeniyle 26 Temmuz Hareketi olarak

adlandırıldı.

Küba'da Komünist Parti ve 26 Temmuz Hareketi dışındaki tüm

muhalefet, yeni bir seçim yapılmasını isteyip Batista ile diyalog kurmaya

çalıştı.

Kastro'nun dönüşü

Batista'dan hiçbir taviz elde edilemediği için Aralık 1955'ten itibaren

öğrenciler, şeker işkolunda çalışan işçiler ve askerler arasında yeniden

kıpırdamalar başladı.

Santiago ve Havana Üniversitelerinde yeniden yürüyüşler düzenledi

ve öğrenci hareketi lideri Echevarria, Batista'ya karşı Devrimci Önderlik

adıyla yeni bir silahlı örgüt kurdu.

Aynı zamanda 500 bin şeker işçisi hakları olan ikramiyelerini

alabilmek ve iktidar yanlısı sendikacıları sendika yönetimden uza-

klaştırmak için bir grev başlattılar. Sonuçta grev bastırılacaktır.

Orduda komplolar yeniden başladı. Nisan 1956'da Barcena taraftarı

liberal subaylar, Albay Roman Barquin önderliğinde Colombia askeri

kampını ayaklandırmaya çalıştılar. Fakat ihbar edilip tutuklandılar.

Mayıs 1956'da 100 civarında silahlı adamdan oluşan bir grup

Mantanzas kışlasını ele geçirmeye çalıştı. Bu girişim de başarısızlıkla

sonuçlandı. Sonuç olarak tüm anayasal özgürlükler yeniden askıya alındı.

Bu arada Fidel Kastro, sığındığı Meksika'da, tüm enerjisini birkaç

düzine militandan oluşacak bir grup oluşturmaya harcıyordu.

İmkânlarını kullanıp para ve silah biriktirmeye ve Batista'ya karşı

olan gruplarla ilişkilerini sürdürmeye çalışıyorlardu.

Kastro Eylül 1956'da Mexico şehrinde Devrimci Önderlik grubu lideri

Echevarria ile görüştü ve bir işbirliği anlaşması imzaladı. Eski Başkan

(1948'de seçilmişti) Prio Socarras ile görüştü ve ondan bir kaç onbin

dolar elde etti.

Kastro Küba'daki taraftarı Frank Pais önderliğindeki 26 Temmuz

Hareketi silahlı gruplarıyla ilişki kurdu. -bu sırada sayıları bir kaç

yüzü buluyordu, ve daha çok Santiago bölgesinde konumlanıyorlardı-, ve

Küba'ya bir çıkarma planı yaptı.

Bu çıkarma 30 Kasım 1956'da gerçekleştirilecekti. O gün Frank Pais

ve eylem grupları Santiago şehrini ele geçirip tüm Oriente eyaletini

ayaklandıracaklardı. Mexico'dan gelecek olan Kastro ve taraftarları da

bu ayaklanmayı destekleyeceklerdi.

30 Kasım günü Frank Pais ve askeri üniforma giymiş silahlı 300

taraftarı Santiago şehri genel polis merkezine ve cezaevine saldırıp

siyasi tutukluları serbest bıraktılar. Saldırılarını bir sonraki gün de

devam ettirdiler. Başka bazı resmi binaları, merkezleri ele geçirdiler.

Aynı gün 24 saatlik bir genel grev Santiago şehrinde hayatı durdurdu.

Batista olağanüstü hal ilan edip askeri takviye göndererek şehri yeniden

ele geçirdi. Kastro, Che Guevera ve 82 arkadaşı Granma isimli gemiyle

adaya olaylardan sonra ulaştılar.

Ordu ayaklanmaya katılanların çoğunu katletti. Kastro sağ kalan 15

silahlı taraftarıyla Sierra Maestra bölgesine çekildi.

Gerilla hareketinin başlangıcı

Sierra Maestra bölgesi Küba'nın güneyinde ve en yüksek noktası 2 bin

metre olan sarp ve ıssız dağlarla çevrili bir bölgeydi. Bölge bir kaç

büyük toprak sahibine aitti. Topraklar verimsiz olduğu için tarım

yapılamıyordu. Arada bir yoksul köylüler gelerek izinsiz olarak

yerleşiyorlardı ve sonra da zorla bölge dışına çıkartılıyorlardı. Birde

bölgede dolaşan eşkiyalar vardı. Hatta bunlardan bazıları Kastro'ya

yardım etmiştir.

1956 yılı sonunda ve 1957 yılı başında Batista rejimi daha da

canileşti. Polisin ve ordunun uyguladığı vahşet, özellikle şehirlerde

yaşayan orta tabakalarda diktatörlüğe karşı olan nefreti artırdı. Örneğin

Oriente bölgesinde farklı muhalif gruplara ait 22 genç Noel tatili içinde

polis tarafından katledildiler.

26 Temmuz Hareketi Halk arasında rejimin cinayetlerine karşı

uyanan kin duygularını değerlendirip, Batista rejime karşı olan liberal

burjuva çevrelerini, onların hiç bir siyasetine bağlı olmadan, bir sivil

muhalefet hareketi etrafında toplamaya çalıştı. 26 Temmuz Hareketi işte

bu oluşum yoluyla para ve silah elde etti.

Sierra bölgesinde köylülere karşı uygulanan korkunç baskılar,

köylüleri yavaş yavaş gerilla hareketine doğru itmeye başladı. İlk

başlarda gerilla hareketi müthiş zorluklarla karşılaştı. İhbar edilme

korkusu, tek başına kalma, açlık, susuzluk bir de hiç tanımadıkları bir

bölgede bulunmanın getirdiği zor yaşam koşulları söz konusuydu. Bazı

gerillalar yeniden şehre geri dönmek istediler. Kastro, bu gibi

girişimleri itaatsizlik, firar ve bozgunculuk olarak değerlendirip, ölüm

cezası uyguladı. Küçük silahlı gruplarda bir gelişme olmuyordu. Bazen

gerillaya bir kaç yeni katılım oluyordu. Fakat diğer yandan grubu terk

edenler oluyordu. Kastro ve arkadaşlarının gerilla hareketini baş-

lattıklarından iki ay sonra bile sayıları 20'ye çıkmamıştı.

İlk aylarda ülkenin, Kastro'nun küçük silahlı grubundan haberi bile

yoktu. Hatta Batista, bu silahlı grubu tamamen yok edip, şefini bile

öldürdüğünü iddia ediyordu.

Kastro, sessizliği bozmak için değişik bir yönteme başvurdu.

Sierra'ya Herbert Mathius isimli Amerikan gazetecisini davet etti. 17

Şubat 1957 günü kurnazca bir mizansenle gazeteciye çok büyük silahlı

güçlere sahip olduğu izlenimini verdi ve onunla bir söyleşi yaptı.

New York Times gazetesinde fotoğraflarla birlikte Mathius'un haberi

yayınlanınca büyük etki yarattı. Bu olay Fidel Kastro'yu hem dünyaya

tanıttı hem de Küba'da reklamını yapmış oldu. Bu ise, 26 Temmuz Hareke-

tinin şehirlerdeki gençler arasında taraftar bulmasına yardımcı oldu.

Böylece Kastro'ya ilk destekler gelmeye başladı.

Bundan böyle Kastro gazetecilerle olan ilişkilerini iyi kullandı.

Küba'dan bahsetmek isteyen gazeteciler Sierra Maestra bölgesine uğramaya

başladılar.

Gazetecilerin yaptığı bu tanıtma Kastro için çok önemliydi. Çünkü

Kastro'nun grubu Batista'ya karşı mücadele eden bir çok gruptan sadece

bir tanesiydi. Hatta en küçüklerinden biriydi.

Fidel Kastro Sierra Maestra bölgesine yakın kışlalara bir kaç

başarılı saldırı düzenledi. Fakat 1957 yılında en büyük ve başarılı

saldırıları gerçekleştiren hala, diğer silahlı gruplar idi.

Örneğin Echevarria Devrimci Önderlik grubu ve eski başkan Prio'ya

bağlı bir grup 13 Şubat 1957'de Başkanlık Sarayına karşı silahlı saldırı

düzenlemişlerdi.

50'ye yakın silahlı adamdan oluşan silahlı grupu, beklenmedik bir

şekilde Saraya girdi, fakat diktatörü öldürmeyi başaramadı. Aynı anda

Echevarria önderliğinde bir komando grubu ise bir radyo istaysonunu ele

geçirip Batista'nın öldürüldüğü haberini duyurdu. Bu eylem Echevarria

dahil 50 silahlı militanın öldürülmesiyle sonuçlandı. Fakat yine de

Havana şehrdinde güçlü olan Devrimci Önderlik faaliyetlerine devam etti.

Bir kaç ay sonra, Eylül 1957'de Cienfuegos Deniz Üssündeki bir grup

subay ayaklandı. Aslında plan çok daha büyüktü ve Havana'daki bütün

kışlaları ele geçirmeyi amaçlıyordu. Havana'dakiler hazır olmadıkları

için son anda ayaklanmayı iptal ettiler. Fakat bundan haberdar olmayan

Cienfuegos'daki subaylar ayaklandılar. Sonuçta 300 kişi öldü.

Tüm bu anlatılanlar Kastro'nun Batista'ya karşı mücadele eden tek

önder ve tek güç olduğunu kabul ettirmenin ne kadar zor olduğunu

gösteriyor. Üstelik Kastro'ya bağlı 26 Temmuz Hareketi ses getiren

eylemleri Sierra'da değil "ovalarda" gerçekleştirilmiştir.

Bu durum 30 Temmuz 1957 tarihinde Santiago şehrinin sokak ortasında

Frank Pais'in öldürülmesiyle daha da gelişti. Bu cinayet şehirde müthiş

bir öfke yarattı. Cenaze törenine onbinlerce kişi katıldı. Bu vesileyle

yapılan greve Santiago şehrinde ki patronlar, işçiler ve esnaf yoğun bir

şekilde katıldı.

Grev tüm ülkeye yayıldı ve bir hafta devam etti. Bu ise rejime karşı

hoşnutsuzluğun ne kadar köklü olduğunu ortaya koyuyordu.

Bu durum 26 Temmuz Hareketinin önderlerini, şehirlerde yapılan

eylemlerin en az Sierra'da yapılan eylemler kadar etkili olduğuna ikna

etti.

Zor olan bir büyüme

Fidel Kastro şehirlerdeki 26 Temmuz Hareketini, ona yeteri kadar takviye

göndermediği için suçluyordu. O zamanlar Hareket üzerinde tartışmasız bir

otoritesi yoktu.

Öyleki, Ekim 1957'de Komünist Parti dışındaki Batista karşıtı tüm

güçler Miami şehrinde ortak bir anlaşma imzaladıklarında, 26 Temmuz

Hareketi bu anlaşmayı Kastro'ya danışmadan imzaladı. Hatta onu haberdar

bile etmedi.

Aralık 1957'de Kastro kendini yeterince güçlü hissettiği bir sırada,

bu anlaşmadan çekildi.

Çünkü Aralık 1957'de kendisine karşı gönderilen 300 Batista askerine

önemli kayıplar verdirmişti. Bunu takip eden haftalarda Barbudos

(ispanyolca sakallı anlamına geliyordu) grubunda önemli büyüme oldu.

Disiplinli, rütbelere sahip, iyi eğitilmiş, terfi düzeni olan 300 kişilik

küçük bir ordu oluşturulmuştu. Bu ordu, Sierra'da 5 bin kilometre karelik

bir alanı denetleyebiliyordu. Che Guevera sonraları şunu açıklamıştı: "Bu

kırsal alanlarda ileride oluşacak olan devlet aygıtının temelleri

atılmıştır. şimdiden gerillanın örgütlülüğü, yeni bir düzeni ... yani

minyatür bir hükümetin tüm özelliklerini yaşatıyordu.

Düzeni koruma ve disiplini sağlama çabaları oldukça arttı. Che

cezaevleri olmadığı için onlara ihanet eden köylüleri ve eşkiyaları nasıl

kurşuna dizmek zorunda kaldıklarını açıklamıştır. 1957 yılının sonuna

doğru Batista rejimi tamamen sallantıdaydı. 1 Haziran 1958 yılında yeni

seçimlerin yapılacağı kararı alınmıştı ve Batista seçimlere katılmaya-

cağını, yerini yakınlarına bırakacağını ve kendisinin sadece ordu

yönetimiyle ilgileneceğini açıklamıştı.

1958 yılı rejime karşı bir çok eylemlerle başlamıştı. Sabotajlar,

şeker kamışı tarlalırının yakılması ve ihbarcıların infaz edilmesi

artmıştı.

26 Temmuz Hareketi ve Devrimci Önderlik en aktif iki örgüttü. Şubat

1958 başında Devrimci Önderlik üyesi 15'e yakın militan Miami'den gelerek

Orta Küba bölgesinde yeni bir gerilla hareketi başlattılar.

1958 Şubat'ında Komünist Parti silahlı mücadeleye taraftar olduğunu

ve Kastro'yu desteklediğini açıkladı. Müthiş baskılara hedef olan küçük

militan gruplar gerilla hareketine katılmaya başladılar.

12 Mart günü Batista yeniden sıkıyönetim ilan etti ve yeniden sansür

uygulamasına başladı. Ortaöğrenimde okuyan 75 bin öğrenci grevdeydi.

Öğrenciler ülkeye barış gelene kadar grev yapacaklarını açıkladılar.

1 Haziran'da yapılması kararlaştırılan seçimler Kasım ayına erte-

lendi. Mart 1958'de durum o kadar kötüye gitmişti ki, Katolik kilisesi

yöneticileri şiddete son verilerek bir ulusal birlik hükümetinin

kurulması için çağrıda bulundular. Gelişmelerden rahatsız olan ABD,

Batista'ya karşı silah ambargosu uygulamaya başladı.

Fidel Kastro artık Batista'ya karşı öldürücü bir darbe vurma

zamanının geldiğine karar verdi.

12 Mart günü Sierra'da bir manifesto yayınlayarak halkı genel greve

ve Batista'ya vergi vermemeye çağırdı. Tüm memurlara ve kamu hizmetle-

rinde çalışan kişilerden 5 Nisan'dan önce istifa etmelerini istedi. Görev

başında kalanların hain kabul edileceğini belirtti. Bu manifestonun fazla

bir etkisi olmadı. Fakat yine de 26 pilot ve 7 yüksek mahkeme savcısı

istifa etti.

9 Nisan için genel grev kararı alındı fakat sonuç başarısız oldu.

Aslında 26 Temmuz Hareketi, genel grevi, tarihini gizli tuttukları

silahlı eylemlerini desteklemek amacıyla planladılar. Öyleki, 9 Nisan

genel grev kararı aynı gün sadece saat 11:00'de duyuruldu. Oysa aynı

saatlerde insanlar işlerinin başında çalışıyorlardı. Üstelik Kastrocu

yöneticiler Komünist Partisi'ni genel greve katmak istemediler. Çünkü 26

Temmuz Hareketinin önderlerinin çoğu -özellikle Havana'dakiler- müthiş

komünizme karşıydı.

Şu açıktır ki, 26 Temmuz Hareketi hayatı durdurmak için işçi

sınıfından çok orta sınıflara bel bağlıyordu. Havana'da oluşturulan grev

komitesinin başında iki 26 Temmuz Hareketi önderinin dışında bir

mühendis, bir Sivil Mücadele Derneği şefi, bir Evangelik Kilisesi şefi,

bir Ortodoks hristiyan gazeteci ve bir de tanınmış doktor vardı.

9 Nisan günü gerçekten bazı suikastlar gerçekleştirildi fakat grev

fazla ilgi görmedi. Günün bilancosu onlarca kişinin ölümü oldu. Üstelik

26 Temmuz Hareketi itibar kaybetti. Fakat grevin başarısızlığı Kastro'nun

otoritesini artırdı. Kastro şehirdeki önderleri Sierra'ya çağırdı ve

onları şiddetli bir şekilde eleştirdi. Bu ortamdan yararlanarak hareketi

yeniden şekillendirdi. Fırsatını bulup kendisini Genel Sekreter ve

şehirler dahil tüm silahlı güçlerin kumandanı seçtirdi.

Batista'nın düşüşüne doğru

Batista Nisan grevinin başarısızlığını fırsat bilerek gerilla hareketini

ortadan kaldırmak için Sierra Maestra bölgesine büyük bir askeri harekât

düzenledi.

Mayıs ayı sonunda ordunun yarısıyla, yani 20 bin asker Hava Kuvve-

tleri ve Zırhlı Kuvvetler takviyesiyle Sierra bölgesini kuşatma altına

aldı. Kastro 200 kişiden az olan silahlı güçlerini geri çekti. Denetleye-

bildiği alan her geçen gün daralmaya başladı. Öyleki Haziran sonunda

sadece bir kaç kilometre karelik bölgeyi denetleyebiliyordu. Fakat,

Kastro'ya bağlı güçler 29 Haziran günü bin kişilik bir birliğin etrafını

çevirip, birliği tamamen yok ettiler. Bu şekilde ordunun ilerlemesini

durdurdular. Üstelik bir kaç karşı saldırı daha gerçekleştirerek ordunun

moralini tamamen bozdular.

Kastro radyo aracılığıyla askerlere ve subaylara seslendi. yolsuz-

lukları ve ordu genel kurmayının korkaklığını teşhir etti. Yolsuzluğa

bulaşmış subayların askeri darbesine karşı olduğunu açıkladı ve şunları

söyledi: "Eğer askeri darbe samimi olarak devrimci olan dürüst insanların

eseri olacaksa, adaletli ve yararlı bir barış yapmak mümkündür. Ordu ile

devrim arasında hiç bir çıkar çelişkisi olmamalıdır. Küba'nın sorunu

çözülebilir. Biz orduya değil, baskı rejimine karşıyız."

Ordu Sierra Maestra'da gerillayı yenemediği gibi Oriente eyaletinin

ucundaki Sierra Cristal bölgesinde de gerilla hareketi büyümeye başladı.

Mart ayından itibaren Fidel Kastro kardeşi Raul'u 50 silahlı adamıyla bu

bölgeye göndermişti. Raul bölgede kendinden önce varolan silahlı gruplara

karşı otoritesini kabul ettirdi. Bu bölgede komünist gruplardan

Batista'ya karşı ayaklanan askerlerden oluşan gruplara kadar 500 silahlı

kişi vardı. Böylece Raul Kastro önemli bir silahlı gücün önderliğini elde

ederek, bölgedeki kışlalara karşı saldırılar başlattı.

Öte yandan Fidel Kastro Haziran ayında Batista'nın saldırısıyla

önemli siyasi bir başarı da elde etti. Caracas şehrinde savcı Urrutia ile

bir anlaşma imzalayarak, savcıyı "silahlara sarılmış Küba'nın" Başkanı

olarak kabul etti. Bu savcı bir yıl önce Granma çıkarma hareketinden sağ

kalan tutsakların serbest bırakılmasını istedi ve Fidel Kastro'yu

devrimci güçlerin komutanı olarak kabul etmişti. Urrutia daha sonra da

bazı silahlı grupların Kastro önderliğini kabul etmesine katkıda bulundu.

1958 yazında Fidel Kastro, 1954'te Moncada'da mahkeme önünde yaptığı

siyasi savunmayı metin haline getirip, geniş bir şekilde dağıttı. 1954'te

hiçbir yankı yapmayan bu savunma, bu defa çok geniş yankı uyandırdı.

Kastro'nun tanınmış bir devrimci önder olmasına katkıda bulundu.

Kastro Ağustos 1958'den itibaren, bu sefer 800 silahlı taraftarıyla

tüm ülkede Batista rejimine karşı saldırıya geçti.

3 Kasım günü seçimler yapıldı. Batista'nın adayı kullanılan oyların

yüzde 30'uyla başkan seçildi.

Ordu içinde, Batista'nın yakında geri çekileceği bilindiği için,

moral bozukluğu daha çok artmıştı. Bazı subaylar kendiliklerinden

Kastro'ya sığındılar. Kasım 1958'de Batista'nın denetlediği bölgeler

arasında bağ yoktu. Orta Küba'da Escambray bölgesinde Guevara, Kastro'nun

Sierra'da belirlediği bir kanuna göre toprak reformunu başlatmıştı. Bölge

Valisinin toprakları köylüler arasında ve herkese 30 hektar olmak üzere

paylaştırılmıştı.

Oriente bölgesinin Santiago şehri dışında tümü ayaklananların

elindeydi. Vergileri toplayan, ticaret ve seyahat işlerini düzenleyen

onlardı. Bu konuyla ilgili olarak bir 26 Temmuz Hareketi yöneticisi olan

Karlos Franqui, mülk sahiplerinin tutumunu şöyle açıklıyordu: "Yerli ve

yabancı zenginlere yeni devrimci iktidarla ilişkiye geçmeleri halinde mal

ve can emniyeti, işlerine büyüme garantisi, huzurun sağlanması konusunda

güvence verildi".

Sözü edilen toplumsal ve siyasi gerginlik ortamında, tüm ülkedeki

ekonomik faaliyetlere darbe vurulmuştu. Şirket cirolarında müthiş bir

düşüş yaşanıyordu. Bu nedenle Havana'daki iş çevreleri bu durumun biran

önce son bulmasını istiyorlardı. İçlerinden bir tanesi duygularını şu

şekilde ifade etmiştir: "Batista'yı kimin devireceği önemli değildir;

yeterki birisi bunu yapsın".

ABD de biran önce Batista'nın gitmesinden yanaydı. CIA ise, hükümeti

devirebilecek bir askeri darbe düzenlemek peşindeydi. En sonunda CIA

albay Barquin'i desteklemeye karar verdi. (Barquin, 1956'da Colombia

askeri kampını ayaklandırma girişiminde bulunan ve orduda sevilen bir

subaydı).

Ordu içinde ve yüksek rütbeli subaylar arasında bir çok darbe

hazırlığı yapan kişi vardı. Öyle ki, bazen aynı generaller bir kaç

darbeci grup içinde bile yer alabiliyordu. Bazıları ise, Eylül ayından

itibaren Kastro ile ilişki halindeydiler.

Kastro, sonuna kadar ordunun parçalanmaması için çaba harcadı. 28

Aralık günü general Cantillo ile bir görüşme yaptı. General ordunun 31

Aralık günü ayaklanacağına ve Batista'nın kaçmasını engelleyeceğine dair

söz verdi. Kastro ise şu şartı ileri sürdü: Albay Barquin dahil olmak

üzere hiçbir askeri grup iktidara el koymamalıdır.

Bu arada gerilla hareketinin eylemleri devam ediyordu. Şehirler sıra

ile düşmeye başlamıştı. Batista, şehirlerdeki harekete karşı koyacak gücü

olmadığı için, şehirleri uçaklarla bombalamaya girişti.

31 Aralık akşamı Batista, kendisine yakın olan yüksek rütbeli

subayları ve tanınmış kişileri Colombia askeri kampında düzenlediği, yeni

yıl kutlama gecesine davet etmişti. Oradan bir uçakla 40'a yakın adamı

ve 300-400 milyon dolar ile Saint Dominque'e kaçtı. Kaçmadan önce Yüksek

Mahkeme Başkanı'nı Geçici Başkan ve general Cantillo'yu da Genel Kurmay

Başkanı olarak atadı. Cantillo da ayaklanma planından vazgeçti.

31 Aralık akşamı ve ertesi günün sabahı, rejimin esas destekleyici-

leri de gizli bir şekilde ülkeyi terk ettiler.

Kastro'nun iktidarı ele geçirmesi

Ertesi gün (1 Ocak 1959) Havana sokaklarında bir bayram havası ve

ayaklanma yaşandı. kumarhaneler ve Shell şirketinin genel merkezi tamamen

tahrip edildi. Soygun aracı olan paralı park makineleri ve telefon

kabinleri kırıldı. Silahlı gruplar polis merkezlerini, önemli noktaları,

radyo istasyonlarını ve sendika merkezlerini işgal ettiler. 26 Temmuz

Hareketi, Devrimci Önderlik ve Komünist Parti arasında bir iktidar yarışı

başladı.

Fidel Kastro general Cantillo'nun iktidarını tanımadığını duyurdu

ve silahlı birliklerine saldırılarını sürdürüp Havana'yı ele geçirmeleri

için emir verdi. Diğer yandan halka 2 Ocak'tan itibaren genel greve

çıkarak silahlı birlikleri desteklemeleri çağrısında bulundu. Özellikle

grevi sıkı bir denetim altına alıp, amacını aşmaması için gayret

gösterdi. Tüm 26 Temmuz Hareketi yöneticilerine her yerde belediye

görevlerini üstlenip en sıkı düzeni sağlamaları için emir verdi.

1 Ocak akşamı Santiago şehri askeri komutanı askeri güçleriyle

birlikte Kastro'nun saflarına geçti.

Böylece 1 Ocak 1959'da Kastro mücadeleye gerek kalmadan Santiago

şehrini ele geçirdi. Aynı günün gecesi halka seslenen Kastro, şunları

söyledi: "Hükümetin, ordunun ve deniz kuvvetlerinin merkezi Santiago

olacaktır. Verilecek emirler cumhuriyetin sınırları içinde uygulan-

malıdır. (...) Tüm sendikal haklar; köylülerimizin ve halkımızın

beklediği haklar verilecektir... Halkımızın hiç bir parçasını unutmaya-

cağız. Tüm ülkedeki şeker kamışı hasılatı yapılacaktır ve iyi ücret

ödenecektir".

Böylece Santiago, Küba'nın geçici başşehri oldu. 2 Ocak günü savcı

Urrtia Cumhurbaşkanı ilan edildi.

1 Ocak gecesi serbest bırakılan albay Barquin, Colombia askeri

kampına geldi. Cantillo, yönetimi ona devretti. Fakat Barquin 26 Temmuz

Hareketi'ne karşı gelmeyeceğıni ve Cantillo'yu tutuklayıp Kastro'ya

teslim edeceğini açıkladı söyledi. 2 Ocak günü ise, Barquin, kampın

yönetimini Kastrocu komutan Cienfuegos'a devretti.

Yine 1 Ocak gecesi, Che Guevera önderliğindeki ve Devrimci Önderlik

komutasındaki silahlı birlikler Havana'ya vardılar. Her iki taraf kendi

hesabına şehirdeki önemli noktaları ve daha fazlasını işgal etmeye

başladı. Devrimci Önderlik özel olarak üniversiteye ve Başkanlık

Sarayı'na yerleşti.

2 Ocak günü genel grev neredeyse her tarafa yayılmıştı. Tanınmış

sendika yöneticileri kaçtılar. Komünist Parti ile 26 Temmuz Hareketi

arasında sendika yönetimlerini ele geçirme yarışı başladı. Sonuçta

kazanan Kastro yanlıları oldu.

2 Ocak'tan itibaren Kastro Havana'ya doğru yola çıktı. Yolu

üzerindeki önemli şehirlerden geçerken halk tarafından çoşkuyla

karşılandı. Yolculuk bir hafta sürdü. Bu sürede her yeni şehre girmeden

önce halk tarafından onaylanmasını sağlayan toplantılar düzenlendi.

Gittiği şehirlerde yaptığı atamalarla sivil ve askeri yönetimi yeniden

düzenledi.

Havana şehrinde Devrimci Önderlik taraftarları Başkanlık Sarayı'nı

boşaltmak için bir kaç gün beklediler. Sonunda sarayı Urrtia'ya

bıraktılar. Kurulacak yeni hükümetten pay istediler. Onlara hiç bir söz

verilmediği için yeniden silah yığınağı yapmaya başladılar.

Kastro, Havana'ya 8 Ocak günü vardı. İlk ziyaret ettiği kişi eski

savcı yeni başkan Urrtia oldu. Sonra da Colambia askeri kampına gitti.

Daha sonra televizyondan tüm ülkeye seslenerek herşeyin düzene girmesini

istedi.

Bir de şunları açıkladı: "Bugün halk bayram yaparken, eğlenirken

bizler çok meşgulduk. Bizi karşılamaya gelen halk ne kadar çok kalabalık

ve çoşkuluysa, bizlerin sıkıntıları o oranda fazlaydı. Çünkü tarih ve

Küba halkına karşı olan müthiş sorumluluklarımızı idrak ediyorduk...

Bugün zafer kazanmış olan halkın, bugünkü ve yarınki düşmanları

kimlerdir? Bugünden itibaren Küba Devrimi'nin en kötü düşmanı devrimci-

lerdir. (Kastro özel olarak Devrimci önderlik'e atıf yaparak, onlardan

silah bırakmalarını ister).

"... Silahlar alındıkları kışlalara iade edilmelidir. Eğer halk

düşmanları karşımıza yeniden çıkarsa, o zaman silahlar yeniden çıkabilir.

Şimdi kimsenin özel silah bulundurmaya hakkı yoktur..."

Kastro'nun söylevi greve son verme çağırsıyla bitecektir: "Bugünden

itibaren devrim şenlikleri bitmiştir; yarın herhangi bir iş günü gibi

işbaşı yapılmalıdır."

Yeni rejimin kuruluşu

Artık diktatörlük yıkılmıştı. Geçici Hükümet başkent Havana'ya yerleş-

mişti. Kastro halktan işbaşı yapmasını istedi.

Kurulan ilk hükümet, yaklaşık 15 ay sonra yapılacak olan seçimlere

kadar geçici görevleri yerine getirmekle ve 1940 Küba Anayasası'na göre

parlamenter bir sistem hazırlamakla yükümlüydü. Bu hükümeti ne Küba

burjuvazisini ne de ABD burjuvazisini korkutacak nitelikte değildi.

Hükümette yer alan kişilerin çoğunluğu eski partilerin ileri

gelenleriydi ve hatta kilit noktalarda bulunan kişilerdi. Örneğin geçici

Başkan (savcı) Urrutia ılımlı bir liberaldi. Başbakan Miro Cardona meşhur

bir avukattı. İş çevrelerinin en büyük avukatlarından biri olarak ve ABD

yanlısı bir siyasetçiydi.

Dışişleri Bakanı Agramonte ise, 1952 cumhurbaşkanı seçimlerinde

Ortodoks Parti adayı idi.

Maliye Bakanı Rufo Lopes Fresquet Batista rejimi öncesi hükümetlerde

bankaları geliştirmek için görev almıştı. Adalet Bakanı iş çevrelerine

bağlıydı ve Ortodoks Partisi üyesiydi.

Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Sosyal

Hizmetler Bakanlığı ve bunun gibi bir çok önemli görevlerde yer alan

kişilerdi. Agramonte (1952 seçimlerinin Ortodoks Parti başkan adayı),

eğer seçimler yapılsaydı Batista ile bir hükümet kurabilirlerdi.

Bazı önemli görevler ise genç oldukları için daha önceleri diğer

hükümetlere katılma olanağı olmayan kişilere verilmişti. Bu gençler

tutucu burjuvaziyi endişelendirmeyecek gençlerden seçilmiştir.

Bakanlık görevi alan kişilerin hemen hemen hepsi MNR'e- Batista'ya

muhalif olan askerlerin oluşturduğu ve 1955'te Kastro'ya katılan bir

hareket- üye idi. İçlerinden bazıları gerilla hareketini son aylarda

destek vermişti. Büyük çoğunluğu müthiş komünist düşmanıydı.

Esas silahlı mücadeleyi yöneten Fidel ve Raul Kastro, Che Guevara

bakanlıklarda görev almadılar. Yine de belirleyici olan onlardı.

Ayaklanmayı yöneten ve silahlı güçlerin komutanı olan Fidel Kastro,

ülkeyi fiilen yöneten kişiydi. Halka göre, zaferi sağlayan kişiydi. Bu

yeni hükümete katılan muhalif çeşitli siyasi güçleri birarada tutabileck

tek kişi de Fidel Kastro idi.

Diktatörlüğün yıkılmasıyla birlikte yeni Küba yöneticilerinin görevi

bozulmuş ve sarsılmış devlet aygıtlarını yeniden rayına oturtmaktı. Hedef

bu aygıtların sürekliliğini sağlamaktı. Devlet yönetiminde mümkün

olduğunca az değişiklik yapılma yoluna gidildi. Örneğin Maliye Ba-

kanlığı'nda eski görevlilerin üçte ikisi görevlerini sürdürmeye devam

ettiler.

Merkez Bankası ve Kalkınma Bankası Genel Müdürlükleri Başkan Prio

döneminde Genel Müdür olan kişilere verilmişti. Yolsuzluklara karışan

kişiler firar ettiklerinde onların yerine mümkün mertebe liberaller

atanıyordu. Mümkün olmadığında 26 Temmuz Hareketi üyelerinden biri

atanıyordu.

Adalet mekanizmasında pek bir değişiklik olmadı. Batista'nın

savcıları Kastro yönetiminde de savcılık görevlerini sürdürdüler.

Tabii buna ek olarak Batista rejiminde cinayet işleyen ve işkence

yapan kişilerden hesap sormak için Kastro ordusunun üyelerinden oluşan

devrimci mahkemeler kurulmuştu.

Bir çok diplomat görev başındaydı; sadece bazıları yer değiştirdi.

Aslında en hassas iki politik sorun polisin ve ordunun yeniden

düzenlenmesiydi.

Polis sorunu oldukça basit halledildi. Diktatörlüğün yıkılmasıyla

polis aygıtı dağılmamıştı. Batista dönemindeki tutuklama ve işkencelerden

sorumlu bazı üst görevliler intikam alınmasından korktukları için

kaçtılar veya saklandılar. Bazıları ise Kastro'nun ordusu tarafından

tutuklanmıştı. Genellikle bu kişilerin yerine 26 Temmuz Hareketi üyeleri

getirildi. Polisin denetimi görevi Kastro'nun eski şöförü getirildi.

Fakat bir çok eski rejimin polisi görevine devam etti. Sadece bazılarının

yerleri değiştirildi.

Orduya gelince; durum biraz daha zordu. Batista ordusy genelde

militanlara, gerillaya ve köylülere karşı baskı için kullanmaktaydı. Ordu

diktatörlüğün sembolüydü. Ordu bölünüp çökmüştü. Fakat tüm askeri

yetkililer Batista ile birlikte kaçmamıştı. Bir de Kastro'nun bin kişiye

yakın silahlı güçten oluşan bir ordusu vardı. Bu güçle, eski ordudan

askerleri biraraya getirerek yeni bir ordu kuruldu. Gerek ülke çapında

gerek yerel seviyede askeri sorumluluklar Kastro'ya yakın kişilere

verilmişti. Buna rağmen Kastro Batista rejimindeki bir çok askeri kadroyu

yeni rejime katmak için çaba gösterdi.

Donanma gücüne hiç dokunulmadı. Çünkü son anda donanma ayaklanmaya

katılmıştı. Batista dönemine karşı çıkan ve ordudan atılan kadrolar

yeniden göreve alındı. Albay Barquin Harp Akademisinin başına getirildi.

Onun yaveri ise, Tankçı Birliklerin başına getirildi.

Bu yeni ordu dünyadaki diğer burjuva orduları gibi bir düzene ve

yönetime sahipti. Ordu ne askerlerin ne de halkın bir denetimi olmadan

yani emir-komuta zinciri dahilinde yönetiliyordu.

Bu yeni devlet aygıtlarının oluşumu çok çabuk oldu. Aynı çabuklukla

ekonomi de eskisi gibi işlemeye devam etti.

Batista ve adamları hazineyi talan edip ülkeyi terk ettiler. Ülkenin

dış borcu bir milyar 200 milyon doları geçiyordu. Bütçe açığı 800 milyon

doları buluyordu. Hazine ve sosyal sigorta, emekli sandığı kasaları

tamamen boştu. 1958 yılının son aylarında sermaye müthiş bir şekilde

yurtdışına kaçtı. Hatta Batista hükümeti şeker rekoltesinin önemli bir

kısmını hasattan önce satmıştı. Tabii iç savaş yayılmadı ve uzun sürmedi;

fazla tahribat yapmadı. Üstelik ilk başlarda Küba hakim sınıfları, büyük

toprak sahipleri, sanayiciler ve hatta Küba'daki ABD'li sermaye çevreleri

Kastro ile işbirliğini kabul etmişti.

Kastro ise onlara istedikleri garantileri veriyordu. İşçi sınıfını

ve köylüleri çalışmaya davet ediyordu. Taleplerinin hemen yerine

getirilmesini isteyenlere ise, hükümetin kararlarını beklemeleri gerek-

tiği söyleniyordu.

İlk bunalımlar ve Mayıs 1959 Toprak Reformu

Fakat olaylar o kadar basit değildi. Çünkü bir yandan hakim sınıflar

Kastro'nun sözleriyle yetinmeyip güvence istiyorlardı. Diğer yandan

halkın isteklerine cevap verme zorunluluğu vardı. Dikatatörlük çok feci

yaşanmıştı. Bu nedenle halk adaletin yerine getirilmesini istiyordu.

Halkın harakete geçip, hesap sormasını engellemek için ordu ve Kastro

olağanüstü mahkemeler kurmaya başladılar. Böylece yeni rejim ilk

buhranını yaşamış oldu.

13 Şubat 1959 günü başbakan Miro Cardona istifa etti. Başbakanlığa

Kastro geldi ve hemen toplumsal kararları duyurdu. Fakat kitleden gelen

baskılar devam etti. 3 Mart günü Batista'nın askeri hava gücüne ait, bazı

pilotlar yargılandı. Mahkeme, Kastro'ya meydan okumak için pilotları

serbest bıraktı. Kastro ise karşılık olarak yargı kararını bozdu.

Bu gerilim sadece Küba'da yaşanmıyordu. ABD yöneticileri Kastro'yu

devlet başkanı olarak tanımadılar. Amerikan gazetecileri tarafından

ABD'ye davet edilen Kastro, en önemli bakanlarıyla birlikte ABD'ye gitti.

Orada bir sürü antikomünist açıklamada bulundu. Önemli siyasi kişiler ve

hatta CIA başkanı ile görüştü. 23 Nisan günü bir basın toplantısı

sırasında şunu söyledi: "Küba'da ne faşizmin ne Peronizmin ne de

komünizmin izi olmayan gerçek bir demokrasi kurmak isteriyoruz". Fakat

yine de onu kimse ciddiye almıyordu.

Kastro ABD'den Kanada'ya Arjantin'e ve Brezilya'ya geçti. Fakat hem

ekonomik hem de siyasi yönden aldığı sonuçlar çok cılızdı. Kastro için

durum gerçekten kötüydü. Çünkü bunlara ek bir de şeker fiyatları 1944'den

bu yana en düşük seviyede bulunuyordu.

Fakat Kastro bu eleştiriler ve baskılara boyun eğmedi. Kastro,

kırlardaki toplumsal durumu pekiştirmek için, hiç olmazsa fakir

köylülüğün bir kısmını kendine kazanmak ve tarımı geliştirmek için tarım

reformunu gerçekleştirmek gerekliliğini duyuyordu. 17 Mayıs 1959'da

toprak reformu kararı açıklandı.

Aslında toprak reformu ılımlı bir reformdu. Fakat mülk sahipleri ve

ABD yöneticileri büyük yaygara kopartıp bunu bir provakasyon kabul

ettiler. Bu reform 1940 Anayasasına dayanarak genelde işlenen toprakların

402 hektarı; pirinç ve şeker ekim alanlarının da 1342 hektarı geçmemesini

öngörüyordu. Bu reformu kararlaştıranlara göre reform, ekonomik

canlanmayı sağlayacaktı ve tarımdaki kapitalist çıkarlara yararlıydı.

Aslında reformun hedefi ekilmeyen tarım alanlarıydı.

Üstelik bu reforma göre hükümet gerekli gördüğünde kârlı bir şekilde

işlenen daha büyük tarım alanlarını da koruyabilirdi. Bir de toprakları

ellerinden alınan kişilere, yirmi yıllık yüzde 4.5 faizle bonolarla

tazminat öngörülüyordu.

Bu şekilde elde edilen topraklar farklı şekilde köylülere verile-

cekti. Yani topraklar ya topraksız köylülere 20 hektarlık büyüklükler

şeklinde; dağıtılacaktı; ya da 150 bin civarında tahmin edilen küçük

çiftçi ile toprağı işgal ederek işleyen kişilere dağıtılacaktı. bir de

toprağı kooperatifler şeklinde ortak işleyen köylülere verilecekti. Hatta

bazı topraklar devletin doğrudan denetimine geçecekti. Spekülasyonu

engellemek içinse dağıtılan toprakların devlet izni olmadan satılamaması

kararı alındı.

Tekrarlamak gerekirse böyle bir reform ABD emperyalizminin farklı

nedenlerle teşvik ettiği toprak reformlarına benziyor. Çünkü büyük

çiftliklere hiç dokunmuyordu. Hatta dünya uzmanları bonolara önerilen

faizin toprak sahipleri için daha kârlı olduğunu tespit ettiler.

Kastro'nun sistemi, general Mac Artur'un Japonya'da uygulattığı toprak

reformundan daha da kârlıydı.

Diğer yönden ise, Kübalı yöneticiler toprak reformunun radikalleş-

memesi için tedbirler aldılar. Reformu köylüler değil hükümet yetkilileri

gerçekleştirecekti. Topraklara el koyacak olan orduydu, dağıtımı yapacak;

üretimi kooparatifler şeklinde düzenleyecek olan ise, Ulusal Toprak

Reformu Enstitüsü (INRA) idi.

Reformun bütün ılımlılığına rağmen, Küba ve Amerikan gerici sınıf

çevreleri, Kastro karşıtı yaygara kopardılar. Reform ilan edilir edilmez

New York borsasındaki şeker şirketleri hisselerinde büyük bir düşüş oldu.

Tüm Küba'da reform karşıtı büyük bir kampanya başlatıldı. Büyük toprak

sahipleri, özel radyolar aracılığıyla ve para karşılığında yayın yaparak

hoşnutsuz olan kişileri kendi saflarına katmaya çalıştılar. En son darbe

ABD'den geldi: ABD Küba yöneticilerini istediği gibi toprak reformu

yapabileceğini hatta yabancı mülk sahiplerinin mülklerine el koyabilme

hakkı olduğunu belirtti. Fakat buna karşılık olarak Küba'nın vereceği

tazminatların yetersiz olduğunu ve tazminatların (hiç değilse büyük bir

kısmını) peşin ödemesi gerektiğini belirti.

ABD'nin bu tavrı "Aba altından sopa göstermekti". Buna rağmen Kastro

teslim olmadı.

Ordu, Camagüey bölgesinde 130 büyük çiftliğe el koydu. Bir de ABD

şirketlerine ait toprakların 1042 hektardan fazla olanlarını kamu-

laştırdı. Kastro bu tutumuyla hem Küba yöneticilerine hem de Amerikan

Hükümetine tehditler karşısında boyun eğmeyeceğini belirtmiş oldu.

Faka ABD'nin baskıları kötü sonuçlar doğuruyordu. Üstelik bu tavır,

ilk başta yeni rejimi destekleyen toplumsal ve siyasal güçlerin bundan

böyle tutum değiştirmesine ve rejime karşı çıkmalarına yol açtı. Sonuçta

bir çok siyasi bunalım yaşandı. Haziran sonunda ve Temmuz başında bazı

liberal görüşlü kişiler mevkilerinden istifa ettiler. Bunlardan biri de

Hava Kuvvetleri Komutanı idi. Kastro onların yerine kendi yakınlarını

atadı.

17 Temmuz 1959'ta büyük bir hükümet bunalımı yaşandı. Kastro, Başkan

Urrutia'nın engeller yarattığı gerekçesiyle görevinden istifa etti.

Başkan Urrutia istifa edene kadar görevine geri dönmeyi kabul etmeyeceği-

ni açıkladı. Kastro bunalıma karşı 26 Temmuz günü ülkenin her yanından

gelen büyük bir kitleyle, Havana'da dev bir yürüyüş düzenledi. Böylece

Kastro kendisini halka onaylatmış oldu. Fakat bunalım devam etti.

Camagüey bölgesi sorumlusu Hubert Matos 19 Ekim günü görevinden

istifa etti. Bir kaç gün sonra da Ulusal Banka Müdürü istifa etti. Üçüncü

bir hükümet değişikliğinden sonra Che Guevara, INRA ile Ulusal Banka'nın

başına getirildi. Bu ortamda ciddi bir şekilde ABD'nin silahlı müdahalesi

gündeme geldi. Kastro ordu önderliğinde silahlı milisler oluşturdu.

Sözünü ettiğimiz bu istifalar sanayi, büyük toprak sahibi, mühendis

ve aydın çevrelerine bağlı kişilerin yeni rejimden uzaklaşmasına yol

açtı.

Ardından bir çok küçük, orta ve büyük burjuva ABD'ye kaçmaya

başladı. ABD yöneticileri tehditlerini artırarak devam ettirdiler.

ABD yöneticileri, Küba'nın şekerini satabilmesi için kendisine

mahkum olduğunu, aksi halde Küba'nın batacağını umuyordular. Kastro ve

Che Guevara'nın Amerika, Asya ve Afrika ülkelerine yaptıkları ziyaret-

lerin çok cılız sonuçlar verdiğini biliyorlardı. Bu nedenle Kastro'ya diz

çöktürebileceklerini, hiç değilse hizaya getirebileceklerini umuyorlardı.

ABD tazminat konusunda uzlaşmaya yanaşmadı. Küba'ya her yıl yüksek

fiyatlarla aldığı şekeri artık almamakla tehdit etti.

ABD baskılarını ve tehditlerini artırıyor, Kastro direniyor

Kastro ABD'nin baskılarına ve ekonomiyi batırma tehditlerine karşı,

1960'ların başında SSCB ile ilişkiye geçti. 1960 yılında yapılan anlaş-

maya göre, SSCB Küba'dan o yıl 425 bin ton, gelecek her yıl ise, bir

milyon ton şeker alacaktı. Üstelik SSCB, Küba'ya yüzde ikibuçuk faizle

12 yıllığına 100 milyon Sterlin vermeyi kabul etmişti. Ek olarak Küba'nın

ihtiyacı olan petrol ve temel ürünleri sağlamayı kabul etti. Küba bunlara

karşı meyve, meyve suyu ve sanayide kullanılmak üzere tarımsal hammadde

vermeyi kabul etti. Küba'nın kısa bir sürede sanayileşmesi için Sovyet

malzemesinin ve teknisyenlerinin gönderilmesi kararlaştırıldı.

Bu anlaşmalarda karşılıklı siyasi tavizler verilmedi. Her iki taraf

da bu yönde bir istekte bulunmadı.

SSCB ile bu iktisadi yakınlaşmayı fırsat bilen ABD, büyük bir

skandal yarattı. Küba'daki ABD yöneticileri ve Kübalı komünizm karşıtı

yöneticiler saldırıya geçtiler.

Mart 1959'ta Maliye Bakanı istifa etti. Bu istifa bir çok bakan ve

bürokratın istifasına vesile oldu.

Bu arada Başkan Eisenhower CIA'nın talimatlarına uygun olarak Kübalı

göçmenlerin silahlandırılıp eğitilmesini onayladı.

ABD basını sıkça ve açık bir şekilde Kastro karşıtlarının yakında

Küba'ya çıkartma yapacaklarından sözediyordu. Eğer bu çıkarma başarılı

olursa ABD askerlerinin onlara yardım ederek yeni bir hükümet kurulabi-

leceğini açıklıyorlardı.

20 Nisan 1960 günü ilk Sovyet bandralı petrol tankeri Küba'ya geldi.

ABD ertesi gün Küba'ya tüm yardımı kesti. Bir kaç ABD'li şirket Sovyet

petrolünü rafine etmeyeceklerini duyurdu. Kastro da tepki olarak bu

rafinelere el koydu.

ABD Küba'nın bu rafinerileri çalıştıramayacağını ümit ediyordu.

Fakat Küba rafinerileri çalıştırmayı başardı. ABD de saldırılarını bir

üst aşamaya çıkardı. ABD Senatosu Başkan Eisenhower'in önerisine

dayanarak Küba'dan bundan böyle şeker alımı konusundaki ayrıcalıklı

anlaşmayı iptal ettiğini ve iki ülke arasındaki anlaşmalara uymayacağını

açıkladı. Ayrıca 700 bin ton daha az şeker alacağını bildirdi.

Kastro buna cevap olarak adadaki ABD şirketlerinden bir bölümünü

daha (telefon, elektrik ve şeker şirketini) kamulaştırdı; toprak

reformunu da hızlandırmaya karar verdi. Önceleri toprak reformu çok yavaş

gitmişti; ilk 10 ay böyle geçti. Birara (Ocak 1960) hızlanmıştı. Fakat

hükümet yetkilileri şeker rekoltesine balta vurmamak için reformu

frenlemişlerdi.

Aslında toprak reformunun genelleştirilmesi ancak Haziran ayında

mümkün oldu. Toprakların kamulaştırılmasına karşı büyük toprak sahipleri

ve ABD şirketleri büyük tepki gösterdiler.

Kastro'nun boyun eğmediğini gören ABD yöneticileri saldırıları bir

üst seviyeye daha çıkarttılar.

13 Ekim 1960 günü ABD ilaç ve belirli yiyecek ürünleri dışında

karşı tüm ürünlerde Küba'ya ambargo uygulaması kararı aldı.

Küba hükümeti cevap olarak yeni fabrikalara el koydu.

Bu aylar boyunca her geçen gün, sanayi alanından sermaye ve teknis-

yen kaçışı arttı. Hükümet de aynı oranda kamulaştırmayı artırdı. Sonuçta

şu ortaya çıktı: İşbirliğini kabul etmiş gibi görünen sanayiciler,

kapitalistler, Ocak 1959'dan itibaren ülkenin zenginliklerini giderek

daha çok talan edip yatırımlarda bulunmadılar; sermayelerini yabancı

ülkelere kaçırdılar.

Bir başarısız girişim: Domuzlar Körfezi çıkartması

Gittikçe yoğun şekilde bir askeri çıkartmadan sözediliyordu. Kennedy'nin

yeni iktidarı sebebiyle Kastro ABD'ye karşı bir iyi niyet tavrı

göstererek silahlı milisleri dağıttı. Fakat ABD baskılarını sürdürdü.

Ekonomik ambargo ülkedeki temel ihtiyaç maddelerinin kıt olmasına

yolaçtı.

CIA Kastro rejiminin yıprandığını tahmin ediyordu. Buna dayanarak

Kübalı mültecilerin Domuzlar Körfezi'ne çıkması harekatını düzenledi.

Çıkarmanın amacı önce "kurtarılmış bölge" oluşturmak, sonra da tüm halkı

ayaklandırmaktı.

Çıkarma 16 Nisan 1961 günü başladı. Fakat bu girişime karşı ani

cevap verildi. Kastro tüm ülkeye çağrıda bulunup düşmana karşı "ölümüne"

bir mücadele çağrısında bulundu. Ordu ve polisi kullanarak muhaliflere

savaş açarak iki günde 100 bin kişiyi tutuklattı. Aynı zamanda Domuzlar

Körfezine ülkenin her yanından gelen silahlı milisler göndererek çıkarma

yapanları püskürttü. Çıkarma çabası bir süre devam etti.

Bu çıkarma girişimi, ABD yöneticilerinin beklentilerine zıt sonuçlar

verdi. ABD yöneticileri CIA'nın başarılı bir çıkarma yapacağını ve sonra

da askeri bir müdahalede bulunacaklarını ümit ediyorlardı.

Fakat bu başarısız girişim bütün dünyaya şunu gösterdi: Basit bir

silahlı müdahaleyle Kastro rejimi yıkılamaz; bunu gerçekleştirmek için

çok pahalıya mal olacak ve tüm halka karşı zorlu bir savaş vermek

gereklidir.

Bugün (1985'de) 25 yıl sonra Kastro rejimi Küba'nın bağımsızlığından

buyana gelen tüm diğer rejimlere göre en istikrarlı rejim özelliğini

ispatlamıştır.

Kastro iktidar mücadelesini demokrasi ve belirli bir toplumsal

eşitlik için başlatmıştı. Latin Amerika'da Kastro'dan önce bu amaca

ulaşmaya çalışan başkaları da olmuştu. Fakat iktidarı aldıklarında hem

yerli hakim sınıfların hem de Amerikan emperyalizminin çıkarlarını

savunmayı "gerekli" buldular.

Sonuç

Kastro'nun önemi kendi açısından halk kitlelerine sadık kalmasından

gelmektedir. Halka toprak reformu vaad etti ve ABD'nin tüm baskılarına

rağmen 1960'ta teslim olmadı. Ama herşeye rağmen ABD ile anlaşma

taraftarıydı. Bu nedenle ilk başlarda ABD'lilerin mülklerine dokun-

mamıştır. Fakat zaman içinde aksini yapmaya mecbur kaldı. Böyle dav-

randığı için de, kendi arkadaşları dahil 1959 hükümetinde yer alanların

hepsi Kastro'yu terk etti. ABD'nin Küba'ya uyguladığı ambargo nedeniyle

zor ve kötü şartlarda yaşanan bir ülkeye dönüştü. Fakat bütün bunlara

rağmen diğer bir çok Latin Amerika ülkesinde halkın büyük çoğunluğu zor

şartlarda yaşıyor ve feci bir sefalet içerisinde ölüyordu. Şehirlerdeki

küçük burjuvazi Batı ülkelerindeki gibi bir yaşam sürdürüyordu. Her ne

kadar burjuvazi az sayıdaki insandan oluşsa da, sefalet okyanusunda

iğrenç bir zenginlik görüntüsü oluşturuyordu.

Hayır! Kübalı kitleler; köylüler ve vasıfsız işçiler Arjantin,

Brezilya, Peru ve hatta tüm Latin Amerika ülkelerindeki fakirlerden daha

iyi yaşıyorlar; en azından yoksulluğu paylaşıyorlar.

Tabii ki, Küba'da da eşitsizlikler vardır. Her ne kadar da sonradan

görme bir tabaka oluşmuşsa da, eşitsizlikler o kadar iğrenç değildir.

Sonuçta daha az çarpıcı ve diğer Latin Amerika ülkelerinden daha az

iğrençtir.

Yani genelde Küba toplumu çok fakirdir; bir çok doktor, avukat,

mühendis, teknisyen ve vasıflı işçi, ülkelerinden 180 kilometre uzakta

olan kapitalist cennete (ABD'ye) gitmeyi tercih ettiler. Kastro'nun önemi

bütün baskılara rağmen teslim olmamasıdır. Her ne kadar bu siyaseti

Küba'yı daha da fakirleştirmiş olsa bile.

Bu açıdan Fidel Kastro'ya ve rejimine yapacak bir eleştirimiz

yoktur. Kastro, halkının daha iyi yaşaması için çalışmıştır. Devrimi

ihraç etme iddiasında bulunmamıştır. Devrimi diğer Latin Amerika

ülkelerine yaymaya çalışmamıştır. Hatta ABD'ye karşı ciddi olarak meydan

okumaya kalkmamıştır.

Kastro, 1967 yılında Latin Amerika ülkelerindeki gerilla mücadele-

sini övmüştür. Fakat bundaki amacı Latin Amerika ülkelerindeki Sovyet

yanlısı Komünist Partilerini eleştirmektir. Çünkü o sıralar Küba ile SSCB

arasındaki ilişkiler iyi değildi. nitekim bu destek Küba'nın gerilla

hareketine maddi yardım yapacak kadar ileri gitmedi. Üstelik bu tavrı

uzun sürmemiştir. Kısa bir süre sonra SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleriyle

yeniden iyi ilişkiler kurmuştur. Hatta 1968'de, Küba'yı tanıyan Latin

Amerika ülkelerinin yönetimleriyle dostluklar kurmuştur. Bu gibi iyi

ilişkileri gençlerini Üç Kültür Meydanı'nda kurşuna dizen Meksika ile

sınırlamayıp, ABD karşıtı askerlerin darbesiyle iktidara gelen Peru

hükümetiyle de kurmuştur.

Kastro enternasyonalist olduğuna dair iddalarda bulunmadı. Kastro

ne enternasyonal ne de işçi sınıfı adına konuşuyordu. Eğer belirli bir

süreden buyana kendisine komünist diyorsa, bunun nedeni Stalinist tek

ülkede sosyalizm anlayışını kendisine ve rejimine uygun bulduğundan

dolayıdır. Kastro'yu Kastro olduğu için eleştiremeyiz. Fakat şunu

kesinlikle söyleyebiliriz: Kastro dünya proletaryasının ve komünizmin

saflarında değildir.

Kuşkusuz, 1917 devrimcileri de başarısız olmuşlardır. Çünkü devrim-

den sonra ortaya çıkan toplum sosyalizmden çok uzaktır. Fakat buna rağmen

1917 kışında Petrograd ve Moskova'da iktidarı ele geçirenlerle 1959'da

Küba'da iktidara gelen Kastro ve çevresindekiler arasında temelden

farklılıklar vardır.

Kastro ve etrafındakiler kendilerini Kübalı, yurtsever ve komünizm

karşıtı olarak ifade ediyorlardı. Kapitalizmi devam ettirip sömürüyü daha

insancıl bir şekilde sürdürmeyi amaçlıyorlardı. Fakat kesinlikle ne Küba

toplumunu ne de dünyayı temelden değiştirmek istiyorlardı. Eğer ülkenin

ekonomisini tamamen devletleştirdilerse, bunun sebebi olayların onları

mecbur etmesidir, kendi tercihleri değildir.

Rus devrimcileri, Rus milliyetçileri değillerdi. Onların mücadelesi

sadece Rusya ile sınırlı değildi. Aksine, onlar Rusya'yı cahil, geri

kalmış bir ülke olarak görüyorlardı. Bu geri kalmışlığın onları geriye

doğru götüreceğini çok iyi bildikleri için iktidarı bir kaç aydan fazla

ellerinde tutamayacaklarını tahmin ediyorlardı. Rus devriminin kaderini

Avrupa'da; özellikle en çok sanayileşmiş ve işçi sınıfına sahip Alma-

nya'da meydana gelecek bir devrime bel bağlamışlardı. Kendilerini Rus

devrimiyle sınırlamıyorlardı. Öyle ki, kendilerini dünya devriminin önde

giden basit bir öncü olarak görüyorlardı. İktidara gelir gelmez ilk

yaptıkları çağrı tümdünya proletaryasına, özel olarak savaş halinde

oldukları komşu ülke Almanya'nın proletaryasına seslenmek oldu. Onlara

göre tek bir gerçek vardır: "Proletaryanın vatanı yoktur". Onların tek

bir parolası vardı "Bütün ülkelerin işçileri, birleşin". İşte bu çok

basit bir kaç kelime ve deyim, Avrupa'da ve tüm dünyada yüzyılın en büyük

devrimci hareketini doğurdu.

İşte, -hatta- halkın desteğine sahip olan milliyetçi devrimci bir

hareketle, proleter devrimci hareket arasındaki fark budur: Liberal ve

milliyetçi siyasetler burjuva ideolojisini aşamaz ve proleter devrimcile-

rin ideolojisi olamaz.

Eğer 1959 Küba devrimi bir proleter devrim olsaydı, hakim sınıfların

ve emperyalizmin Kastro'ya beslediği kin daha fazla olmayacaktı. Eğer ABD

Küba'ya ciddi olarak müdahale etmediyse, bu Kastro'nun komünist olmaması

sebebiyle değildir (ABD komünist olmayan bir çok rejime müdahale

etmiştir). Müdahale etmemelerinin sebebi şudur: Domuzlar Körfezi

harekâtından sonra Kastro'nun diğer bir çok önder gibi halkını terk

etmeyip sonuna kadar mücadale etmeye kararlı olduğunu görmüş olmalarıdır.

Fakat, Küba'da bir proleter devrim gerçekleşseydi ve bu devrim tüm

Latin Amerika proleterlerine, tüm Kuzey ve Güney Amerika siyah halka -

ABD'deki siyah hareketin ülkeyi sarsmasından bir kaç yıl önce- seslenmiş

olsaydı; hem tüm Amerika kıtasında hem de dünyada bir çok şey değişebi-

lirdi. Küçük bir halk bile büyük devrimlerin başlangıcı olabilir: çünkü

devrim her zaman bir yerden başlamak zorundadır.

Malesef kitleler, çoğu zaman devrimi bölgeleriyle sınırlı tutan ve

devrimi ileriye götürmek istemeyen önderliklere güvenmektedir.

EK - 1952'ye kadar Küba işçi hareketi: Küba işçi sınıfının 50 yıllık mücadelesi

Kastro'nun zaferi Küba işçi sınıfının rolünü, tarihini ve mücadelesini

ikinci plana itti. Hatta onları tahrip etti. Öyle ki, bir çok kişiye göre

Küba halkının mücadele tarihi milliyetçi önderlerin ABD'nin boyunduruğun-

dan kurtulmak için verdikleri mücadeleyle eş anlamdadır.

Halbuki Küba işçi sınıfı, 19'uncu yüzyılın sonundan itibaren

toplumsal ve siyasi mücadelelerde ön planda yer almıştır. İşçi sınıfı

binlerce işçi ve militanın katıldığı etkili örgütler yaratmıştır.

Fakat bu örgütlerin önderleri, özel olarak Küba Komünist Partisi'nin

önderleri, işçi sınıfına yerine getirebileceği görevleri gerçekleştirme

imkânı tanımadılar.

Köleliğin resmen kaldırıldığı tarih olan 1880'e kadar Küba'da fazla

sayıda ücretli işçi yoktu. 1860'lı yıllarda, 500 civarındaki tütün

işletmelerinde yaklaşık 13 bin işçi çalışıyordu. Bu işçiler, Avrupa'dan

gelen işçilerin katkısıyla yardımlaşma dernekleri kurarak örgütlendiler.

Hatta bazı grevler gerçekleştirdiler. Köleliğin kalkması, büyük şeker

kamışı çiftliklerinde çalışan yüzbinlerce köleyi proleter yaptı. Şekerden

başka bir kaç daha az önemli diyebileceğimiz sanayinin gelişmesiyle,

kalabalık bir işçi sınıfı doğdu. Bu ise, örgütlenme faaliyetlerine

girişen militanların ortaya çıkmasına yol açtı.

Havana şehrinde marksist fikirler 1886 yılına doğru Enrique Roig'in

yayınladığı Üreten isimli gazete ile duyulmaya başladı. Cienfuegos

şehrinde İşçi isimli bir gazete vardı.

İlk işçi kurultayı 1887 yılında; ikincisi 1892 yılında ve tüm

ülkeden gelen binden fazla temsilcinin katılımıyla yapılmıştır.

Bu dönemde yaşanan ve iz bırakan en önemli grev 1901 yılında

düzenlenen "çıraklar grevi" olmuştur. Bu grev çıraklara uygulanan

cezalara ve patronların İspanyol kökenli işçilere karşı uyguladığı

ayrıcalıkları protesto etmek için yapılmıştı. Grev geniş bir çevreye

yayılmıştır. Sonunda barikatların kurulduğu bir mücadele yaşanmış, altı

ölü ve yüzlerce yaralı verilmiştir.

İşçi sınıfına karşı uygulanan baskılara rağmen 1904'te Küba da bir

işçi partisi kuruldu. 1905 yılında Sosyalist İşçi Partisi adını aldı ve

1906 yılında II.Enternasyonal'e üye oldu. Fakat ilk başlarda Küba işçi

sınıfını etkileyen II.Enternasyonal'in fikirlerinden çok, İspanya'dan

gelen anarko-sendikalist fikirler olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve onu takip eden yıllarda Küba

ekonomisi önemli değişiklikler yaşamıştır. ABD yatırımları, özel olarak

şeker ve maden işkolunda artmıştır. Bu durum Küba'da burjuvazinin

zenginleşmesine, küçük burjuvazinin çoğalmasına olanak sağlamıştır. Buna

paralel olarak işçi sınıfı da, hem sayı hem de örgütlenme açısından

ilerleme kaydetmiştir. 1915 yılında devrimci sendika militanları

önderliğinde ülke çapında işçi kurultayı düzenlenmiştir. 1920 yılında bir

anarko sendikacı olan Arturo Lopez önderliğinde Havana İşçi Federasyonu

kurulmuştur. 1925 Şubat'ında Arturo Lopez Küba Ulusal İşçi Konfedarasyo-

nu'nu kurmuştur.

Aynı tarihlerde (Mayıs 1925), Kübalı ve ABD'li kapitalistler, işçi

ve öğrenci eylemlerine son vermek için, "güçlü bir kişi" dedikleri

general Machado'ya baş vurdular. Bu general Kübalı büyük şirketle de

ortaklığı olan bir işadamı idi.

General Machado şunu açıklamıştır: "Seçilirsem", "Ben başta olduğum

süre içinde hiç bir grev 15 dakikadan fazla sürmeyecektir". Bu açıklama

işçi sınıfına karşı açık bir savaş ilanıydı. Bu meydan okuma hiç işe

yaramadı. Çünkü onun diktatörlüğü sırasında bir çok grev oldu ve genelde

bir çeyrekten daha fazla sürdü. Fakat her grev korkunç baskılara hedef

oldu.

Machado iktidara yerleştikten bir kaç hafta sonra, 16 ve 17 Temmuz

1925'te Küba Komünist Partisi (KKP) kuruldu. Kısa zamanda Küba'nın en

güçlü işçi partisi oldu. Hatta tüm Latin Amerika Komünist Partileri

arasında en güçlü parti haline geldi.

KP'nin en tanınmış önderlerinden Mella, öğrenci hareketinden

geliyordu. Yine öğrenci hareketinden gelen ve çok tanınmış bir şair olan

Ruben Martinez Viella, tanınmış bir KP lideriydi.

Bu en önemli iki önder, Küba KP'nin kurucularının sosyal kökenini

yansıtıyordu. Çünkü KP'nin çoğunluğu burjuva ve küçük burjuva aydınlardan

oluşuyordu.

Küba KP'si, III.Enternasyonal'in ısrarları üzerine işçi sınıfını

kazanmak için çalışmalara girişti.

1926-1927 yıllarında liman, demiryolu, şeker işkollarında grevler

düzenlendi. Fakat hepsi şiddetle bastırıldı. Anarşist önder Arturo Lopez

dahil olmak üzere bir kısım işçi önderi katledildi. Yüzlerce işçi sürgün

edildi. Küba KP'si bu şartlar altında bile varlığını sürdürdü.

KP şeker işkolunda örgütlenmek için faaliyet başlattı. Bu görevi

üstlenen militanların işi oldukça zordu. Çünkü şeker fabrikaları ve

çiftlikleri işçiler için birer toplama kampıydı.

KP aydınlar arasındaki etkinliğini geliştirmek için gayretlerine

devam etti. Bir de büyük çiftliklerin çevresindeki yoksul köylüler

arasında faaliyet düzenledi. Genelde büyük çiftlik sahipleri çevrelerin-

deki küçük toprak sahibi köylülerin de topraklarına el koymaya çalışıyor-

lardı.

1929 yılında Küba işçi sınıfı toplumda azınlıkta ise de (nüfusun

yüzde 16.4'ü), sayıca önemliydi. Yarısı tarım işçisi olmak üzere 600 bin

işçi vardı. 1929-1933 dünya bunalımı yıllarında, şekerin ortalama fiyatı

yarı yarıya düşmüştü. İşçi sınıfı bu düşüşten etkilendi. Yüzde 57 düşüş

halkı da çok kötü şekilde etkiledi.

Dünyadaki tüm ülkelerde işçi sınıfının karşılaştığı bela aynı idi.

Bu nedenle Latin Amerika Sendikaları Konfedarasyonu 30 Mart 1930'da bir

günlük "işsizlik eylemi" düzenledi. Bu vesileyle Küba'da en önemli

sendika olan ve KP'li militanlar tarafından yönetilen Ulusal İşçi

Konfedarasyonu bu eyleme hazırlıklı olarak katıldı. General Machado'nun

ilk tepkisi sendikayı yasaklamak oldu. Buna karşı sendika genel grev

kararı aldı. 20 Mart grevine 200 bin kişi katıldı. Bu eylem Machado

diktatörlüğünü sarsan siyasi bir grev oldu.

Grev işçi sınıfı için bir başlangıç oldu. İşçi sınıfı diğer sosyal

sınıfları da peşinden sürükleyerek Machado'ya karşı mücadeleyi başlattı.

19 Nisan 1930 günü Havana'daki Merkez Park'ta 50 bin kişi diktatörlüğe

karşı yürüyüş düzenledi. 30 Eylül'de öğrenciler de sokağa döküldü.

Diktatör Machado tepki olarak üniversiteleri kapattı.

İşçi hareketine ve işçi örgütlerine karşı uygulanan baskılara

rağmen, bu kara yıllarda, 1931-1932'de grevler tramvay işletmesi, tütün

fabrikaları ve şeker sanayinde devam etti. Hem işçi sınıfı hem de KP

diktatörlüge rağmen ayakta kalabildi. KP açlığa karşı uzun yürüyüşler

düzenledi. 1932 yılında ise, ülke çapında şeker işçileri sendikası

kuruldu.

1933 yılı grev dalgasıyla başladı ve Ağustos ayında genel bir

hareket olarak doruk noktasına ulaştı.

2 Ağustos günü Havana'da bir otobüs garajına bağlı işçiler greve

çıktılar. İki gün sonra tüm başşehirdeki taşımacılık hizmetleri durmuştu.

6 Ağustos günü grev tüm ülkeye yayıldı. 7 Ağustos günü Machado'nun istifa

ettiğine inanan halk sevinç çığlıklarıyla sokağa döküldü ve hükümet

binasına doğru yürüyüşü geçti. Polis ateş açarak halkın önünü kesti.

Onlarca ölü ve yaralı oldu.

Komünist militanlar bir merkezi grev komitesi oluşturdular. Halkın

kurşunlanmasından bir gün sonra general Machado görüşme önerisinde

bulundu. Merkezi grev komitesi öneriyi kabul etti ve isteklerini sadece

ulaşım işçilerinin talepleriyle sınırlı tuttu. KP yönetimi, hem merkezi

grev komitesi hem de sendika adına Machado ile anlaşma imzalayarak 11

Ağustos günü öğleden sonra işbaşı yapılmasını kabul etti. Bu anlaşma bir

işe yaramadı. Çünkü grev her yerde devam ediyordu. Machado orduya

başvurdu. Fakat subaylar generallerini desteklemedi. Machado ülkeyi terk

etmek zorunda kaldı. Halk tekrar sokağa döküldü ve bir kaç gün boyunca

diktatörün adamlarına karşı eylemler gerçekleştirdi. Bazı polisler ve

iğrenç polikacılar halk tarafından linç edildiler.

KP Ağustos 1933'te Machado ile anlaşarak grevin olanaklarını sonuna

kadar kullanmaya karşı çıktığı için, hem siyasi yönden hem de moral

yönünden işçi sınıfının elini ayağını bağlamış oldu. Böylece Machado'ya

muhalif olan burjuva politikacıların iktidara gelmesine fırsat verdi.

İhanete uğrayan işçi sınıfı, meydanı ikinci derecedeki ordu

yöneticilerine ve öğrencilere terk etti. 3 Eylül gecesi, subaylar tek

kurşun bile atmadan kışlaları ele geçirdiler. Bu subayların başında

Batista adında bir çavuş bulunuyordu... Sonuç olarak ABD emperyalizmine

karşıtlığıyla tanınan radikal görünümlü bir profesör olan Grau San Martin

başkanlığında bir hükümet kuruldu.

Grau San Martin hükümeti sosyal barışı yeniden sağlayabilmek için

belirli tavizler verdi. Sekiz saatlik iş günü, şeker kamışı kesen işçiler

için günlük asgari ücret verilmesi, sendikal hakların tanınması, sanayi

ve ticaret işkollarında çalışanların en az yüzde 50'sinin o yöre

halkından oluşması; Platt Kararnamesi'nin (1) kaldırılması gibi kararlar

alındı. Grau San Martin toprak reformu yapacağına da söz verdi.

Fakat hükümet hemen gerçek yüzünü gösterdi. 29 Eylül günü Meksika'da

öldürülen KP lideri Mella'nın cesedinin külleri geldiği gün cinayeti

protesto etmek için yürüyüş düzenleyen kitlelerin üzerine otomatik

silahlarla ateş açıldı.

Grau San Martin hükümetinin ilk ayında devrimci harekette bir

gerileme yaşanırken, KP, maceracı bir şekilde grevler düzenleyip, bu

grevlere "sovyetler" ismini verdi. Her ne kadar işçi sınıfı mücadeleci

konumunu terk etmemiş olsa da, artık çok geçti. Çünkü hareket gerileme

sürecine girmişti.

Bu sözde "sovyetler" den 36 tane oluşturuldu. En tanınmışı Mabay

"Sovyeti" idi. KP militanları Mabay'da silahlı milisler olarak örgütlen-

diler ve hükümetin onlara karşı gönderdiği topçu birliğini geri

püskürttüler. Ayrıca silahlı sivil kişilerin ve patron adamlarının

çiftliklerdeki hayvanları geri alma çabalarını engellediler.

Fakat KP, III.Enternasyonal yöneticilerinin emirlerine uyarak 1934

baharından itibaren siyaset değiştirdi. Bu sefer de birleşik cephe

iddiasıyla milliyetçi burjuvalarla -bazıları kendilerine radikal diyordu-, teslimiyet siyaseti uyguladılar.

Mart 1935'te Batista'ya karşı tüm muhalefetin düzenlediği grev

başarısızlıkla sonuçlandı. O zamanlar Batista sadece ordunun başında idi

(resmen Başkan olma tarihi 1940 yılıdır). Ama gerçekte, görevlendirdiği

bir Başkan'ın arkasına saklanarak iktidarı yönetiyordu. Komünist Parti

Batista'ya şu sözlerle karşı çıkıyordu: "Batista emperyalizme hizmet eden

bir vatan hainidir... Mart ayındaki genel grevi ateş ve kanla boğmuştur.

Üniversiteleri kışlaya çevirmiştir. İşçi sendikalarını ve bürolarını

dağıtmıştır. Doktorlar Federasyonunu ezmiştir. Özgürlük ve demokrasi için

mücadele eden üç binden fazla erkek, kadın ve çocuk hapishanelere

konulmuştur".

Fakat Komünist Parti kısa sürede Batista hakkında fikir değiştirdi.

1938 yılında Batista'nın -Roosevelt gibi- işçi örgütlerine yakınlaşarak

yeni bir anayasa ve demokratik hakların yeniden tanınması yönünde görüş

açıklaması, hain ve katil Batista'nın demokrat ilan edilmesine yetmiştir.

böylece KP Havana da ilk defa resmen tanındı. Batista'nın girişimiyle

yeni işçi konfedarasyonu (Küba İşçilerinin Konfederasyonu) oluşturuldu.

Yönetimdeki sandalyeler KP tarafından işgal edildi. En azından ilk başta

durum buydu. O zamanlar KP'nin genel sekreteri Batista hakkında şunları

açıklamıştı: "Batista'nın aile kökenini göz önünde bulundurmalıyız...

Küba çıkarları için and içmiş eski bir askerdir, onbaşı ve çavuşlarla

görüşmeye devam ediyor. Ben şuna inanıyorum: Eylül 1933'te bu kişiyi

iktidara iten devrimci hareket idi. Hareket, onun ve olaylara katılan

diğerlerinin üzerindeki etkisini hiç yitirmemiştir".

Batista Kasım 1938 yılında Washington'da düzenlenen 1918 Barış

Anlaşması'nın yirminci yılını kutlama törenlerinden geri döndüğünde KP

Batista için muhteşem bir karşılama düzenledi. KP Genel Sekreteri ve

Batista Başkanlık Sarayı'nın balkonunda yan yana yer aldı. KP genel

sekreteri açıkca şunları söyledi: "(...) Hiç çekinmeden şunu söyleyebili-

riz: Devrimci hareketin şu andaki temel görevi demokratik bir program

etrafında milli birlik için mücadele etmektir. Nazizmin ve faşizmin

ilerlemesi; İspanya'da Alman-İtalyan zaferi; Roma-Berlin-Tokyo ekseni

Amerika'ya karşı bir tehlike oluşturuyor. Bu tehlikelere karşı, Küba bir

devlet olarak dünyadaki diğer demokratik hükümetlerle ve özel olarak ABD

ile sıkı işbirliği içinde olmalıdır".

Artık bundan böyle Küba KP'si faşizme karşı mücadele bahanesiyle

Batista ile işbirliği yapmaya başladı.

KP, 1939 yılında anayasa ile ilgili seçimlere katılabilmek için Juan

Marienello'nun yönettiği Devrimci Birlik Partisi ile birleşti. Bu parti

radikal aydınlar ve orta sınıflara ait kişiler tarafından oluşturuldu.

İki parti 1940 yılında Devrimci Küba Birliği adı altında birleşir. Yeni

bir parti oluşturdular. Bu yeni partinin başkanı Juan Marinello oldu.

Böylece yeni bir stalinist parti kuruldu.

Temmuz 1940'da Batista Başkan adayı oldu. ve adaylığı içinde KP'nin

de bulunduğu "Sosyalist Demokratik Koalisyon" tarafından desteklendi.

1940-1944 yılları arasında Küba KP'si ABD KP'sini taklit ederek

Batista'nın iktidarını destekledi. ABD KP'si Earl Browder önderliğinde

iğrenç Roosevelt hükümetini desteklemişti. Batista 1942'de Küba KP'sine

teşekkür olarak iki bakanlık verdi.

KP, 1944'te başkanlığı Grau San Martin'in seçilmesinden sonra da

siyasetini değiştirmedi. Örneğin Şubat 1945'te Havana'da verilen bir

yemeğe patron örgütleri ve CTC sendikasının en üst seviyedeki yöneticile-

ri davet edilmişti. Davetliler arasında KP yöneticilerinden Lazaro Pena

da vardı. Bu vesileyle sınıf işbirliği şerefine kadeh kaldılar. Yeni

Başkan KP yöneticisinin söylediklerinden o kadar çok gurur duyuyordu ki,

sonuç metni "Patronlar ile işçiler arasında işbirliği" adı altında

yayınlandı.

Fakat soğuk savaş döneminin başlamasıyla birlikte Küba KP'sinin

durumu da çabuk değişti. 1947 baharından itibaren Grau San Martin

Hükümeti sendikalardaki komünist militanlara saldırmaya başladı. Hükümet

zor kullanarak sendika merkezlerini işgal etti. Seçilmiş yöneticileri

görevden aldı ve yerlerine yeni yöneticiler atadı. İşçiler tepki olarak

aidat ödemediler. Hükümet aidat ödemeyi zorunlu kıldı. Buna paralel

olarak işçi militanlar öldürülmeye başlandı.

Öyle ki, 1947 yılı sonunda Küba KP'si Küba İşçi Konfedarasyonunda

azınlık durumuna düştü. 1942 yılında 87 bin üyesi olan KP, on yıl sonra

1952'de yani Batista'nın askeri darbesinin hemen öncesinde ancak 20 bin

üyeye sahipti. Bu rakam bile Kastro'nun Barbudoslarının (sakallılar)

oynadığı rolü oynayabilirdi. Fakat KP böyle bir siyaseti uygulayabilmek

için gerekli olan yeteneklere sahip değildi. Gerektiği gibi radikal

davranarak ayaklanma yoluna başvuranlar milliyetçi küçük burjuvalar oldu.

Küba KP'si böyle birşeye cesaret edemedi... Herneyse. KP'nin yöneticileri

Kastro'dan daha fazla bir proleter siyasete sahip değildi. Çünkü KP

tabanının proleter olmasına rağmen yönetim değildi. KP yönetimi

proletaryanın saflarında değildi.

(1) Platt Kararnamesi: 1901 Anayasasında yer alan ve "Küba, bağımsızlığı-

nı korumak, hükümetin güvenliğini, mal, mülk ve kişisel özgürlükleri

sağlamak için ABD'ye müdahale hakkı tanır" gibi bir maddeyi içeren

kararname.