Lutte Ouvriere 40'ıncı Kongre Metinleri - Aralık 2010
Dünya ekonomik krizi hem uluslararası ilişkileri hem de devletlerin ülke içinde yaptıkları siyasetleri gittikçe daha çok etkiliyor.
Krizin yarattığı sorunları göğüslemede, hakim güç olan ABD ile diğer büyük güçler arasındaki ilişkiler, açıkça çatışmalar ve kabuğa çekilme biçiminde değil, görüşmeler şeklinde oluyor. Ancak büyük ayinler şeklinde yapılan G7, G8 veya G20 zirvelerinin perde arkasında uluslararası ilişkilerin gittikçe sertleştiğini görmek için fazla araştırmaya gerek yok. Emperyalist güçler, 2008-2009'da dünya banka sistemini kurtarmak için dayanışmada bulunmuş olsalar da, krizin daha kötüye gittiği bir küresel ekonomide büyük kapitalist gruplar ve ülkeler arasındaki rekabet giderek kızışıyor.
Mevcut kriz, kapitalist ekonomiyi, yani "orman kanununu" körüklediği için emperyalist ülkeler ile geri kalmış ülkeler arasındaki uçurumu daha da büyütüyor.
İktisadi yayınlar ve büyük basın, krize karşı direnenler, örnek olarak genellikle "gelişmekte" olan ülkeleri gösteriyor. Esas olarak Brezilya, Hindistan ve özellikle de Çin gibi yarım düzineye yakın ülke, ülke içi brüt üretimleri ve nüfuslarının büyüklüğüne rağmen, şu ve bu şekilde geri kalmış 150 civarındaki ülkeye karşı özel bir durumları oldukları ortada. Bu sözü edilen 150 civarındaki ülke, genellikle Meksika'dan, Endonezya ve Güney Afrika'ya kadar krizden en çok etkilenen ülkeler, finans sistemine en çok uyum sağlamış olanlardır.
İstatistiklere göre, krizden en az etkilenenler olarak en az kalkınmış ülkeler görülüyor. İşte, istatistiklerin yalan söylediği buradan da görülüyor. Rakamların soğukluğu sosyal ve insani gerçeklikleri göz önünde bulundurmuyor. Yoksul bir ülkede GSMH'nın gerilemesi anlamlıdır. Ama pirinç, mısır veya buğday fiyatındaki yüzde birkaç puanlık artış zaten gıda yetersizliğine maruz kalan kitleleri açlığa sürükleyebilir.
Sanayileşmiş ülkelere gelince, finans krizinden etkilenmeleri, ülkeden ülkeye çok daha kötü olabiliyor. Özellikle de kısa bir dönem önce ekonomik mucize gerçekleştirdikleri iddia eden bazı küçük ülkeler için düşüş, feci oldu.
Örneğin geçmişte, dünyada en yüksek hayat seviyesine sahip olan ülkelerden biri diye örnek gösterilen İzlanda, bugün iflas durumunda. İzlanda yanar dağlarının çokluğuyla ünlü olmasına rağmen esas tahribatı yapan yanar dağları değil, dünyadaki finans fırtınası oldu!
İrlanda'nın da ekonomik büyümesi yıllar boyunca örnek olarak gösterildi ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelen büyük bir emek göçü yaşamıştı. O da şimdi borç batağına saplanmış durumda.
Estonya, Letonya ve Litvanya'yı gazeteciler, "Baltık kaplanları" olarak adlandırıyorlardı. Kaplanlık bir tarafa, şimdi bu ülkeler yerinden kıpırdayamıyor bile!
Bu sözü edilen ülkelerin ekonomileri küçük olduğundan ve ekonomileri belirli alanlarda uzmanlaşmış olduğundan dolayı, bir rol oynayabilmişlerdi. Geçmiş yıllarda GSMH'larının görünürdeki büyümesi esas olarak Batılı ve Japon büyük yatırımlarından kaynaklanıyordu. Bu yatırımlar durmaya ve gerilemeye başlayınca, işsizlik fırladı ve ekonomi geriledi. Ek olarak, diğer Batılı ülkelerin bankalarına bağımlı oldukları için mali kriz onları çok etkiledi.
Ama daha büyük ve ekonomik alanı daha geniş olan İspanya bile krizin yarattığı fırtınaya yakalandı. Geçmiş yıllarda bu ülkede görüldüğü iddia edilen ekonomik büyüme temel olarak emlak sektörüne bağlıydı. Bu sektörde maddi büyüme yaşanmış olsa da, esas şişme emlak spekülasyonu nedeniyle oldu. Finans krizi, spekülasyon nedeniyle şişen fiyatları çökertti. Maddi üretime gelince; yarım kalan bir sürü bina iskeleti ortada duruyor.
Bütün Avrupa ve de dünyadaki sanayileşmiş ülkelerin hükümetlerinin ortak bir siyaseti var: Kemer sıkma kararları uyguluyorlar. Öyle ki iktidardaki hükümetin siyasi etiketi ne olarsa olsun hiç değişmiyor. Burjuvazi, bütün ülkelerde, kendisine hizmet edenlerden, devletin kapitalistler sınıfına yardım için aldığı borcun bedelini, kitlelere ödetmelerini dayatıyor.
İngiltere'de uygulanan kemer sıkma siyaseti
Bütün büyük Avrupa ülkeleri arasında, krizden önce, finans sektörüne en çok bağımlı ülke İngiltere idi. En pahalı banka sistemini kurtarma operasyonunun İşçi Partisi hükümeti tarafından uygulanmasının nedeni bundan. İngiliz devleti, ülkenin en büyük beş bankasından üçünü satın alıp kurtardı ve borcunda ani bir fırlama oldu. Şimdi bu borcun yıllık bedeli, devlet bütçesinin yüzde 10'nu yutuyor ve cari bütçe açığı ise GSMH'nın yüzde 13'üne tırmandı.
İşçi Partisi hükümeti, krizin ilk başlarından itibaren kemer sıkma önlemleri alarak hem sosyal yardım alanlarının sayısını hem de kamu sektördeki personel sayısını azalttı. İşsizliğin aniden fırlamasına paralel olarak yarım gün çalışanların (bugün bu oran çalışanların yüzde 28'ine çıktı) ve de kaçak çalışanların sayısında artış var. 2015 yılına kadar kamu harcamalarında her yıl 65 milyar avroluk bir kesinti uygulanacak.
İşte bütün bu uygulamalar, İşçi Partisi'ne oy veren kitleler arasında bir hoşnutsuzluğa yol açtı. 7 Mayıs'taki seçimde bu hoşnutsuzluk, Muhafazakar Parti'nin küçük Liberal Demokrat Partisi ile koalisyon yaparak iktidara gelmesiyle sonuçlandı.
Başa yeni geçen David Cameron hükümeti, ondan önceki hükümetin başlattığı kemer sıkma siyasetini daha da artırarak devam ettiriyor. Özellikle kamu harcamalarında 93 milyar avroluk bir kesinti yapıp KDV'yi artırmayı öngörüyor.
Bu kemer sıkma planı, daha çok en yoksul kitlelere dokunacak. Zaten çok yetersiz olan emeklilik ödenekleri ve sosyal yardımlar önemli ölçülerde azaltılacak ve sosyal yardım alanları daha da sınırlandırılacak. Kamu sektöründe 460 bin kişilik istihdam azaltılacak ve ücretler dondurulacak, özel sektörde de 460 bin civarında istihdam azaltması olacak. Genellikle yoksul kitlelerin yararlandığı bazı kamu hizmetlerine son verilecek veya en iyi durumda ücretli hale getirilecek.
Diğer yandan, İşçi Patisi'nin yüzde 33'ten yüzde 28'e indirdiği kâr üzerindeki vergi yüzde 24'e indirilip Avrupa'daki büyük ülkeler arasında en alt seviyeye varacak. Böylece şimdiye kadar krizi fırsat bilip tensikat ve ücret indirimi yoluyla önemli ölçüde bundan yararlanan İngiliz sermayesi, ek olarak bu yeni kemer sıkma planından da yararlanıp devletin ve tüm toplumun sırtından asalak yaşantısını daha da geliştirerek devam ettirecek.
Cameron hükümeti, işçi sınıfına yapılan bu alçakça saldırıları "canlanmanın tek motoru özel sektör olabilir" diye savunuyor. Kamu finans sektöründe yapılan bu temizlik sonucu kredilerle ilgili zorlukların kalkacağı ve özel şirketlerin yok ettiği bir milyonluk istihdam sahasını yeniden açacağını iddia ediyor. Birçok burjuva uzmanı bile tehlike sinyalleri verip bu kemer sıkma planı nedeniyle kitlelerin satın alma gücünde ve kamu yatırımlarındaki ani kısıntının, iddia edilenlerin tam aksine ekonomik faaliyetleri daha da azaltacağı konusunda uyarıda bulunuyor. Buna ek olarak, İngiliz banka sisteminin, Merkez Bankası yöneticilerinin de vurgu yaptığı gibi çarpık olduğu ve hatta banka sistemini iyileştirmek için 60 milyar avroluk ek destek gerektiğini söyleyenler de var. Cameron hükümeti bu parayı tabii ki şu veya bu şekilde yine emekçilerin cebinden alacak.
Kemer sıkma Avrupa'nın diğer ülkelerinde de var
Avrupa'da kemer sıkma planı uygulamayan hiçbir hükümet kalmadı. Aralarında, finans çevrelerine ve IMF'ye en sert kemer sıkma planını sunarak ve o meşhur "AAA notunu" koruyabilmek ve de boyunlarına geçirmiş oldukları borç ipiyle boğulmamak için yarış halindeler.
Örneğin Romanya'nın kemer sıkma planı İngiltere'ninkinden geri kalmıyor: Kamu çalışanlarının ücretleri yüzde 25 kısılıp on üçüncü maaş şeklinde verilen bir aylık ücret tutarındaki ikramiye kaldırılacak, işsizlik ve emeklilik ödenekleri yüzde 15 azalacak, 2010'dan itibaren kamuda çalışan sayısında 100 bin kişilik azaltma olacak, kamu sağlık ve eğitim harcamalarında kısıntı yapılacak ve ek olarak da KDV yüzde 19'dan yüzde 24'e çıkarılacak. Ülkenin zenginliklerinin dörtte birini ellerine geçiren 300 yeni zengin, dünya milyarderleri sıralamasında daha üst sıralara geçebilecek. Ancak emekçiler, ücretlerinin yarısını kaybettiler. Kredi ile ev alanların evlerini kaybetme tehlikesi var. İlkokul öğretmenleri ve sağlık sektöründe çalışanlar, satın alma güçleri eridiğinden Batı'ya doğru göçe başladı. Şimdiden 1.300 ilkokulu kapatıldı ve 2011'de 1.700 tane daha kapatılacak. Öyle ki yeniden okuma yazma bilmeyenlerin sayısı artacak!
Avrupa'nın yoksul olmayan ülkelerinde, Romanya'da olduğu gibi hastaneye gitmeden para verip kendi ilaçlarını almak durumuna daha gelinmedi. Ancak sağlık hizmetlerinden yararlanmak için gittikçe daha çok para harcamak gerekiyor ve artan sayıda yoksul, sağlık hizmetlerinden yeteri kadar yararlanamıyor. Farklı ülkelerdeki kemer sıkma kararları, şekilsel olarak farklı görünse de özü ve etkileri bütün ülkelerde, ülkenin seviye farkına rağmen zaman içerisinde benzeşiyor ve feci.
Bütün ülkeler, kamu çalışanlarının sayısını azaltıyor. İngiltere, İspanya, Romanya, Portekiz, Macaristan ve Yunanistan başta olmak üzere birçok ülkede KDV, 2 ile 5 puan arttırıldı. İrlanda, ücretlerden kesilen dayanışma vergisini yüzde üçten yüzde ona çıkaracak. Şu anda Fransa, Almanya veya Polonya, kamu çalışanlarının ücretlerini azaltma kararı almamış olsa da, zaten önümüzdeki 2, 3 veya 4 yıl içerisinde ücretlere zam yapmama kararları yüzünden fiili bir düşüş olacak. İspanya, yeni doğan çocuklar için verdiği 2 bin 500 avroluk ikramiyeyi iptal edecek. Almanya ise ailelere verilen çocuk yardımı parasını azaltacak ve hatta yoksulluk ödeneği alanlarınkini tamamen kesecek!
Kimi hükümetler, konut yardımlarını, kimi aile, kimileri işsizlik ödeneklerini azaltıyor, kimileri emeklilik aylıklarını donduruyor. Ama bütün önlemler aynı doğrultuda: Yoksullardan alıp zenginlere aktarıyor.
Amerika Birleşik Devletleri
Emlak krizi, ABD'de patlak verip 2008'de finans krizine yol açtı. Diğer ülkelerde olduğu gibi ve hatta daha yoğun bir şekilde krizin bedeli, ABD'de de kitlelere ödetildi ve Wall Street'deki durum aniden iyileşti.
Emlak krizinin ardından, yüz binlerce insan evlerinden kovuldu çünkü borçlu oldukları banka, evlerine el koydu. İşsizlik İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en yüksek seviyeye tırmandı ve aynı şekilde işsiz kalma süresi de uzadı. Le Monde gazetesi son sayılarından birinde yarı işsizlik diye bir durumdan bahsetti: "ABD'de işsizlik oranı yüzde 9,6 olmasına rağmen tam gün çalışamayanların oranı yüzde 17,6'dır (...) 308 milyon nüfuslu ABD'de direk veya dolaylı olarak 42 milyon Amerikalı, tam günlük iş bulamamaktan etkileniyor" diye yazdı. Ülkede sosyal yardım ve olanaklar kırpıldığı için nüfusun önemli kesimi yoksulluğa itildi.
Televizyonda Las Vegas'ın lüks binalarının önünde yoksulların, karınlarını doyurabilmek amacıyla, bir çorba için oluşturdukları kuyruklar ve kısa bir zaman önce cennet olarak gösterilen ABD'de, Nevada çölündeki yüzlerce karavanda yaşayan kısa bir süre önce o meşhur orta sınıftan kadın ve erkek görüntüleri gayet anlamlı.
İktidara ilk geldiği günlerde ABD'deki yoksullar için bir ümit olarak tanıtılan Obama, krizin etkileri karşısında bir şey yapmaktan acizliğinin bedelini son seçimde ödedi. Bir yandan Demokrat Parti ara seçimde çok geriledi ve diğer yandan gerici akımlar güçleniyor.
ABD, kapitalizmin başını çeken bir ülke ve işte bu nedenle krizden en çok etkilenen ülke. ABD'de, her yerde olduğu gibi ve hatta daha fazla, kriz, sınıf çelişkilerini kızıştırdı. Bir yanda Wall Street yeniden eski kâr oranlarını yakaladığı ve hatta aştığı için bayram ederken, diğer yanda emekçi sınıflar yoksulluğa sürükleniyor. Ülkede işsizler için fazla sosyal yardım imkanı yok, işsizlik yardımı gülünç denecek kadar az ve de gittikçe artan sayıda insan, sağlık olanaklarından yararlanamadığı gibi, okul masrafları fazla olduğu için çocuklarını okula bile gönderemiyor. Dünyanın en büyük ve en zengin kapitalist ülkesi olan ABD bütün vatandaşlarına bir iş, normal bir yaşam olanağı sunamıyor ve kitlelerin büyüyen bir kısmı, yoksulluğa sürükleniyor.
ABD bütün dünya ülkelerinden yararlanmaya devam ediyor. Hakimiyeti, ekonomik olduğu gibi siyasi ve de askeridir. Bunu silah sektöründen de görmek mümkün. Dünyanın iki bloğa bölünüşünün sona ermesine, ABD askeri harcaması 1998'den sonra da artırmaya devam etti. 1998 ile 2008 döneminde dünya silahlanma oranı ortalama yüzde 47 arttı. Bu artışın esas kaynağını ABD'nin silah artışları oluşturuyor, çünkü ABD harici dünya ortalaması yüzde 41 iken ABD'nin ortalaması ise yüzde 67'dir. ABD'nin silah harcamaları, ondan sonra gelen en büyük 23 ülkenin silah harcamalarının toplamına erişiyor.
ABD'nin askeri bütçesi, dünyanın en büyüğü ve bu nedenle dünyanın en büyük silah tüccarıdır. Dünyanın en büyük 6 silah tüccarından 5 tanesi ABD'ye aittir: Boeing, Lockheed Martin, Northrop Grumman, General Dynamics, Raytheon.
Silah sanayisinin öneminin artması ve özellikle de Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra daha da büyümesi, dünyanın iki bloğa bölünmüşlüğün son bulmasından sonra, sonsuz barış gelmese de en azından askeri harcamalarda çok önemli düşüşün yaşanacağı hayaline kapılan pasifistlerin ümitlerini boşa çıkardı.
ABD'de GSMH'nın soğuk savaş dönemlerine göre bile daha büyük bir kısmının askeri masraflara harcamasının nedeni, El-Kaide'nin birkaç yüz teröristinin tehditlerinden dolayı olmadığı kesin. Bu kriz ortamında, ekonomik açıdan bakıldığında sanayi ve finans grupları, kârı garantili olan askeri bütçelere her zamandan çok daha fazla ihtiyaç duyuyor. Askeri bütçeler, büyük sermayenin asalaklığının bir ifadesi.
Ek olarak hem ABD burjuvazisinin siyasi ve askeri yöneticileri hem de daha küçük emperyalist meslektaşları, düzenlerinin bir yanar dağ üzerinde olduğunun iyice bilincindeler. Emperyalizmin dünya üzerindeki hakimiyeti, tepkilere ve isyanlara yol açmaya devam edecek.
Nasıl ki sömürgecilik döneminde tüccarlar, askerler (ek olarak da papazlar) olmadan yapamıyorlardı, finans sermayesi de ordular, askeri üsler, füzeler, nükleer ve nükleer olmayan bombalar olmadan yapamıyor.
Obama, vaatlerle Nobel Barış Ödülü aldı, ama buna rağmen ABD askeri olarak işgal ettiği ülkelerden (özellikle Irak ve Afganistan'dan) çekilmedi ve İsrail-Filistin sorununun çözüm yolunu arpa boyu kısaltamadı.
Irak'ta sadece istikrarsızlık istikrarlaştı
Obama, Irak'ta "askeri operasyonlar bitecek, ülke hakimiyetine kavuşacak" diye vaatlerde bulunmuş, askeri birliklerin bir kısmı ülkeden çekmiş olsa da, askeri işgal bitmedi. Washington sözünde durup 2011 yılı sonuna kadar geriye kalan 50 bin askerini çekse bile, Irak'a yine ABD'nin kurduğu askeri hava üstlerinin ve ABD askerlerinin yerine, bölgedeki Batılı tröstlerin, özellikle de petrol tröstlerinin çıkarlarını savunmak için paralı askerlerden oluşacak "ileri karakollar" yerleştirilecek.
Kitleler için askeri saldırı ve 7 yıllık işgalin kötü ekonomik ve sosyal etkileri devam ediyor. Bombalarla yıkılan alt yapının yerine yenileri yapılmadı ve geri kalanlar, Saddam Hüseyin rejiminin devlet aygıtının yıkılmasından sonra kendi hallerine terk edildi. Durum o seviyeye geldi ki geçen yaz on binlerce öfkeli insan, farklı büyük şehirlerde polisin bütün baskısına rağmen sokağa dökülüp elektrik yokluğunu protesto ettiler. Birkaç petrol işletmesinin dışında ülkenin ekonomisi can çekişiyor. İşsizlik diz boyu ve kitlelerin büyük çoğunluğu acınacak durumda. Milyonlarca insan, evlerini terk etti, büyük kentlerde üst üstte yaşıyor. Irak savaşı, yüz binlerce insanın hayatına mal oldu, sağ kalan kitleler de onlarca yıl geriye giden yaşam şartlarında çırpınıyor.
Bu toplumsal kargaşa, işgal yüzünden oluşan siyasi kargaşayı sürdürüp daha da kötüye götürüyor ve her ay yüzlerce insan, bombalı terörist saldırılarda öldürülüyor.
Kendi aralarında acımasız kanlı bir iç savaş sürdürmüş bazı silahlı milisler şimdi işgal güçleri tarafından oluşturulan yeni kurumlarda siyasi sürece dahil edildiler. Ancak bu, düşman milisler arasındaki sürtüşmelerin bittiği ve silahlarını rakiplerine karşı kullanmaktan vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. Örneğin eski Başbakan Maliki'ye bağlı ölüm komandoları ve gizli cezaevleri ile patlak veren haberler, bunu doğruluyor. Öldürücü terörist saldırıların devam etmesinin de gösterdiği gibi çoğu zaman bu saldırıları gerçekleştirenlerin, devlet aygıtındaki üst makamların desteğini aldığını gösteriyor.
Şu da bir gerçek; milis güçleri aslında sadece üniformalarını değiştirdiler. İşgal güçlerinin Saddam Hüseyin rejiminin kolluk güçlerinin yerini almak için oluşturdukları yeni kolluk güçlerinin önemli bir bölümü bu sözü edilen milislerden geliyor. Sayısı şimdiden 660 bini bulan bu yeni ordu, farklı birliklere göre şu veya bu eski bir milisin etkisi altında olup eski zıtlıkları sürdürüyor.
Farklı siyasi güç odaklarının çekişmelerini gidermek için oluşturulan yeni siyasi kurumlar, bunu gerçekleştiremediği gibi geçen yıl, çekişmeler yüzünden çalışamadılar. Örneğin 7 Mart seçiminden sonra, bu farklı güç odakları ne yeni bir hükümet oluşturmak ne de bir başbakan seçebilmek için anlaşabildi. Güç odakları, bitmeyen pazarlıkları sürdürürken kitleler, sorunlarıyla ilgilenebilecek bir hükümet bekliyorlardı!
8 ay süren bir felç döneminden sonra, siyasi krize bir çözüm görüntüsü bile ancak İran'ın müdahalesi sonucu verilebilmiş gibi görülüyor. Çünkü İran, etkisini kullanarak, farklı Şii çevreleri birleştirip Kürt partileri ile birlikte Meclis'te bir çoğunluk oluşturdu.
İran'ın Irak'ta oynadığı bu rol yeni değil. Geçmişte en büyük iki Şii milis gücünün siyasi kuruluşlara katılmasını ve de ardından bir sürü küçük Şii oluşumların da buraya dahil olmasını ve böylece 2005'te ABD'nin de desteğiyle Şii partilerin iktidara gelmesi ve son seçime kadar iktidarda kalmasını sağlamış olan, yine İran'dı.
İşte bu yolla, ABD emperyalizmi ile İran rejimi arasında bölgede bir çeşit iş bölümü olduğu görülüyor. Etrafındaki ülkelerde istikrar olmasında İran'ın çıkarı var ve Irak'ta bunun gerçekleşebilmesine katkıda bulunma olanaklarına sahip. Irak ordusunun ülkedeki istikrarı sağlaması ve özellikle de kitleleri denetim altında tutabilmesi için ordunun esas temelini oluşturan Şii oluşumlar arasındaki kavgaların son bulması gerekiyor. Bu konuda Washington'un yaptırım gücü yok ama İran'ın böyle bir gücü vardır.
Washington şimdiye kadar dolaylı olarak yapılan bu iş bölümünün artık bundan böyle planlı ve de daha çok ABD emperyalizmine yarayacak şekilde yapılmasını istiyor. Ama işte sorun tam da burada, çünkü İran rejimi, kitle desteğine sahip olduğu için emperyalizmin baskılarına direnebilecek bir konumda olup önemli bir karşılık almadan taviz vermeye yanaşmıyor. Washington ile Tahran arasındaki sözlü sataşmaların ve de nükleer silah bahaneleriyle İran'a karşı uygulanan ekonomik yaptırımların esas nedeni de budur. ABD nükleer silah konusunda ikiyüzlü davranıyor, çünkü hem ABD nükleer silahlara sahip hem de İran'ın etrafı nükleer silahlara sahip ülkelerle çevrili.
Afganistan'da bataklığa saplanma
Batılı güçler, Afganistan'da bataklığa saplanmaya devam ediyor. Savaş 9 yıldan beri sürüyor ve 2009'da işgale karşı mücadele önemli ölçüde büyümüştü. Bu yıl da gelişmeye devam etti. NATO işgal güçleri arasındaki ölü sayısının artması bunun bir belirtisi: Örneğin 2008 ile 2009 arasında ölü sayısı yüzde 60 artmıştı ve tahminler bu rakamın 2010'da yeniden yüzde 50 civarında arttığını belirtiyor.
Batılı askeri genelkurmayların büyük askeri olanakları seferber edip askeri mücadelenin yoğun olduğu bölgelerdeki direnişi ezme siyasetleri başarısız oldu. Örneğin bu yıl ülkenin orta bölgelerinde bulunan Helmand ve Kandahar'da büyük operasyonlar sonuç vermediği gibi direnişçilerin "pasifleştirilmiş" diye belirtilen bölgenin göbeğinde bir sürü büyük suikast eylemleri yapmalarını engelleyemedi. Bu büyük askeri operasyonlar esnasında, köylere saldırılar düzenlendi ve bu saldırılarda silahlı direniş yapan güçler fazla zayiat vermediği gibi esas köylü halka zarar verildiği için işgal güçlerine karşı nefret daha da büyüdü.
Halkın nefreti, son otuz yılda yapılan iki yabancı askeri işgal başta olmak üzere savaşın yol açtığı acılar nedeniyle yoğunlaştı. Zaten 2001'deki emperyalist işgalden önce Afganistan en yoksul ülkeler arasındaydı. Batılı askeri işgal, yoksulluğu had safhaya çıkardı. Şimdi Afganistan, Birleşmiş Milletler'in Dünya Gıda Programı listesinin sonunda yer alan Afrika'nın Sahra bölgesinin güneyindeki ülkelerin de altına düşüp en son sırada.
Bu feci yoksulluğa kukla Başkan Karzai rejimi etrafında odaklaşmış çıkar gruplarının yolsuzlukları ekleniyor. Karzai rejimi, ancak Batılı askeri güçlerin desteği ve seçimde yapılan yolsuzluklarla ayakta durabiliyor. Seçim yolsuzluklarına rağmen, 18 Eylül'de yapılan genel seçimde sistem çöktü. Katılım çok azdı. Bu durum, iktidara hakim olan ve işgal güçlerinin desteğiyle asalak bir yaşam süren çevrelere karşı duyulan nefreti yansıtıyor.
Yabancı askeri işgal güçleri hiçbir bölgede iyi karşılanmadıkları gibi artık sorunların esas sorumluları olarak görülüyorlar. Bu nedenle silahlı direniş güçlerine katılım artıyor. Öyle ki artık bu şartlarda Batılı askeri güçlerin askeri bir zafer olanağı kalmadı. Batılı askeri güçler, sadece daha çok fazla asker ve olanaklar seferber edilirse askeri bir zafere ulaşabilir. Ancak böyle bir müdahale, özellikle ABD kamuoyu başta olmak üzere, Batılı kamuoyu tarafından kabul edilmez.
Emperyalist liderler, saplandıkları bu bataklıktan çıkmak istiyor. Çünkü bu savaş onlara, ekonomik yönden çok pahalıya mal oluyor ve siyasi yönden kendi kamuoylarına karşı sorun yaratıyor. Obama, ABD askerlerinin 2012'den sonra kademeli olarak çekilmesinden söz etti. Ama Afganistan'da, ABD'den sonra en büyük askeri güce sahip İngiliz ordusu genelkurmay başkanı, böyle bir şeyin 2015'den önce mümkün olacağını sanmadığını duyurdu.
Emperyalizmin bu konuda karşılaştığı en büyük sorunlarından biri, karşısında görüşme yoluyla siyasi bir çözüme gidebileceği ciddi bir muhatabın bulunmaması. Çünkü farklı hükümetlerin iddia ettikleri gibi "Talibanlardan" oluşan ve silahlı direniş güçlerini temsil edebilecek bir gücün varlığı hayal. Silahlı direniş en az 5 büyük farklı güçten ve de bir sürü yerel küçük güçlerden oluşuyor ve bunlar da, kendi başlarına buyruk. Üstelik bu küçük silahlı güçlerin bazıları, direniş gücünden çok eşkıya.
Direnişçilerin ortak hedefleri yok. Tek ortak yönleri, 1980'li yıllarda CIA tarafından Sovyet işgaline karşı mücadele etmek için desteklenmiş olmalarıdır. İçlerinden bazıları ülke çapında iddiaları olup merkezi iktidara aday. Bazılarının ise iddiası sadece etnik kökenle sınırlı olup, etki alanı olarak addettikleri bölgelerde hakimiyet kurmak isteğiyle sınırlı.
Emperyalist yöneticiler, Afgan savaş ağaları ile görüşme yapmayı uzun zamandan beri istiyor. Zaten son Karzai hükümeti, bu gibi çabaların bir sonucu. Bazı savaş ağaları ile anlaşma yapılıp onları hükümete kattılar ve de silahlı güçleri, yeni Afgan ordusuna katıldı. Ama işbirliğini kabul edenlerin zaten itibarı kalmamıştı ve itibarı olanlar da işgal güçleriyle işbirliği yapıp onlara bağlı hale geldikleri için itibarlarını kısa bir sürede yitirdiler.
ABD yöneticileri, birkaç yıldan beri Suudi Arabistan'ın yardımıyla eski Taliban yöneticilerinin bir kısmını kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Ancak ya bu kişilerin hiçbir etkisi kalmadı ya da etkili olanlarla yapılan pazarlık başarısız oldu, çünkü istekleri abartılı görüldü.
Afganistan'ın coğrafi yapısı ve de etnik oluşumu, bölgede bir kilit konum oluşturuyor.
Afganistan'ın sınırlarının, Britanya İmparatorluğu ile Çarlık İmparatorluğu arasındaki rekabet sonucu belirlenmesi, Batıda İran, Kuzeyde eski Sovyet Cumhuriyetleri ve Güneyde Pakistan ile olan sınırları nedeniyle etnik gruplara bölündü. Ek olarak da Afganistan içerisinde de farklı dilleri olan ve de İslam dinini farklı şekilde yorumlayan ve komşu ülkelerle aynı inançları paylaşan çok farklı etnik grup bulunuyor. İşte bu nedenlerle Afganistan her an patlayabilecek etnik bir barut fıçısı ve de üstelik Afganistan'daki bir istikrarsızlık, otomatik olarak farklı etnik gruplar yoluyla komşu ülkelere sıçrama potansiyeline sahip.
Tüm bunlara ek olarak Afganistan bölgenin büyük güçleri olan İran, Hindistan ve Pakistan'ın sınırlarının ortasında olup bu güçlerin etki alanı çekişmelerinin hedefi. Çünkü Afganistan'daki her çatışmada bu üç güç her zaman taraf olmuştur.
Savaşın Pakistan'a yayılışı
Afganistan'daki istikrarsızlığın komşu ülkelere yayılmasına en çarpıcı örnek Pakistan'dır. ABD emperyalizminin soğuk savaş döneminde bölgedeki orta direği olan Pakistan'ın gizli servisi ISI, Afganistan'da Sovyetlere karşı olan gerilla hareketini oluşturmak ve silahlandırmak için CIA'in taşeronluğunu üstlenmişti. Böylece Pakistan bir taşla iki kuş vurdu: ABD'nin verdiği para ve silah sayesinde Pakistan, kendi ülkesindeki göçmen Afgan kamplarından yetiştirip silahla donattığı güçleri Hindistan'daki Kaşmir bölgesini ele geçirmek için oraya da gönderip Hint ordusuna karşı kullandı. Yine aynı ISI, Körfez ülkelerinin verdiği parayı kullanıp Taliban'ın silahlı güçlerinin oluşmasına aracılık etmişti. Pakistan'daki hem askeri hem de sivil milliyetçi çevreler, köktenci İslamcı hareketleri siyasi bir araç olarak ve hatta Afganistan'ın Paştun bölgesinin Pakistan'a ilhakını sağlamak için kullanmanın çok doğal olduğunu savundu.
2001 yılındaki işgalden sonra Pakistan, Batılı askeri güçlerin lojistik üssü haline geldi. İşte bu ortamda, o zamana kadar fazla bir güç oluşturmayan İslamcı partiler, resmi partilerin ABD emperyalizmine yaptığı uşaklığı kullanarak, Afganistan işgaline karşı çıkıp bir hayli güçlendiler. Bu dönemde Pakistan'da iktidara gelen rejimlerin hepsi, kitlelerin yoksulluğa sürülmesine karşı bir şey yapmadıkları gibi, kendileri yolsuzluk batağına saplandılar ve bu durum, İslamcı partileri daha da güçlendirdi.
Bugün Pakistan ile Afganistan'ın sınır bölgelerinin bir kısmı, İslamcı partilerin silahlı güçlerinin denetimi altında ve bazı bölgelerde kendi algıladıkları biçimde şeriat iktidarı uyguluyorlar. Bunu İslamabad rejiminin resmi onayı ile yapıyorlar. Üstelik Pakistanlı İslamcı grupların etki alanı bu sözü edilen bölgelerin de ötesinde yayıldı. Çünkü Afganistan sınırına yakın bölgelerden, açlıktan kaçan önemli sayıda insan Karaçi gibi büyük kentlere göç edip yerleşti. Özellikle son yıllarda farklı İslamcı tarikatlar arasındaki rekabet yüzünden, hükümetin amblemi olan veya Afganistan'daki askerlerin ihtiyaçlarını taşıyan konvoylara karşı yılın ilk 8 ayında körü körüne yapılan suikast sonucu, binden fazla insan öldürüldü.
Bu kanlı bilançoya rağmen, son bir yıldan fazla bir sürede pilotsuz uçakların ve ABD askeri helikopterlerin Afgan silahlı güçlerinin üslerine karşı yaptıklarını iddia ettikleri bombardımanın artması, İslamcı partilerin desteğini daha da arttırıyor. Ek olarak bu yaz selde, 8 milyon insanın evsiz barksız kalmasına karşın hiçbir ciddi önlem almayan devlete karşı açığı bir ölçüde olsa da kapatan İslamcı partiler, daha da güçlendi. Örneğin selin ilk günlerinde Başbakan Fransa'nın Normandiya bölgesindeki sarayında sefa sürmeye devam ederken, halkın yardımına koşup devletin açığını kapatan İslamcı partiler oldu.
Pakistan'daki istikrarsızlığın giderek artması iç sorunlardan kaynaklanmasa da Afganistan'daki durum, sorunların daha çok büyümesine katkıda bulunuyor. Afganistan'daki kargaşa büyümeye devam ederse, Afganistan'dan 6 kat daha büyük bir nüfusa sahip olan ve emperyalizmin bölgedeki en büyük dayanağı olan Pakistan'da da kargaşa aynı şekilde büyüyecek.
İşte bu tehlike karşısında ABD yöneticileri, mümkün olan bütün desteği almaya çalışıyor. Örneğin Hindistan, uzun zamandan beri destekliyor ve güven ilişkilerine sahip oldukları Tacik kökenli savaş ağalarının ABD'ye destek vermesini sağlıyor. Ancak bu destek sınırlı. Emperyalizm, tıpkı Irak için olduğu gibi Afganistan için de İran'ın desteğini almaya çalışabilir. İran rejimi, Şii olmasına rağmen Taliban rejimine karşı savaşan Sunni Tacik ve Peştun milislerine maddi destek verip silahlandırmaktan çekinmedi. Bugün Tahran rejimi, işgale karşı silahlı mücadele veren güçlerin en önemlilerinden ve tarihi lideri, 2001'den beri İran'a sığınmış Gülbettin Hikmetkar olan bir grupla ilişkilerini gizlemiyor. Üstelik Hikmetkar, İran'daki bir milyondan fazla göçmen Afgan arasında büyük yedek destek güçlere sahip. Bunlara ek olarak ABD medyasında, Karzai kaynaklı sızdırılan ve skandal yaratan haberlere göre İran, çok uzun zamandan beri emperyalizmin Afganistan'da başa getirdiği rejime önemli miktarda mali yardım yapıyor.
Emperyalizm, Afganistan'da somut bir çözümün gerçekleşmesinden önce, böyle bir şeyin olup olamayacağı da kesin değil, bugün sürdürdüğü siyaseti devam ettirip ülkede silahlı direniş yapan Afgan gruplara ve onlar üzerinden bütün kitlelere emperyalizmin istediği düzene karşı geldikleri için büyük bir bedel ödettirecek.
İsrail-Filistin: Gösteriş için yapılan görüşmeler bitiyor
Ortadoğu'da, ABD diplomasisinin yoğunlaşma izlenimi sonucu, İsrail yöneticileri ile Filistin yetkilileri arasındaki gösteriş için yapılan görüşmeler, tahmin edileceği gibi başarısızlıkla sonuçlandı. İsrail yöneticileri, hiçbir zaman gerçekten ciddi olarak "görüşme" isteği göstermedi. ABD için stratejik önemdeki bu bölgede İsrail, ABD'nin güvenilir en büyük desteği, onun çıkarlarını savunan bir jandarma ve bu nedenle de ABD sonuna kadar destekliyor.
Obama yönetimi, Netanyahu hükümeti üzerinde hafif bir baskı ile Batı Şeria'da 6 ay boyunca yeni yerleşimin durdurulması gibi göstermelik karar elde etti. Bu gerçekten göstermelik, çünkü esas yerleşim bölgesi, Doğu Kudüs'tür ve şimdiye kadar buraya 200 bin İsrailli yerleştirildi. Üstelik süre de bitti.
Aslında Batı Şeria'da "vahşi" yerleşim, aralıksız devam etti. Çünkü Netanyahu hükümeti bu konuyu görmezlikten geldi ve bazen de suç ortaklığı yaparak Arap düşmanı aşırı milliyetçi sağın gönlünü aldı. Durum artık o seviyeye de ki şimdi asgari bir toprak bütünlüğü olan bir Filistin devleti kurmak olanaksız hale geldi.
Artık İsrail devleti, Filistinlilere karşı oluşturduğu rejimin ırkçı bir rejimden farklı olmadığını saklamıyor bile ve durum tamamen çıkmaza girdi.
Yoksulluk ve silahlı çatışmalara batmış Afrika ve Haiti
Bazı iktisatçıların GSMH ile ilgili gerçek dışı büyüme rakamlarını ileri sürerek krizin Afrika'da fazla tahribata yol açmadığı iddialarına rağmen Afrika, dünyanın en yoksul kıtası olmaya devam ediyor. Afrika, yüzyıllar boyunca kölelik ticaretinden, sömürgecilik döneminden, sözde bağımsız ama eski sömürgeci güçlere bağımlı iktidarlar döneminde yaşadığı talana ek olarak bugün silahlı çatışmaların gazabına uğruyor.
Çatışmalar, bazen direk olarak kıtanın doğal zenginliklerini talan eden kapitalist grupların rekabetine bağlı. Böyle olmadığında bile sömürgeci güçlerin geçmişte ektikleri etnik düşmanlık tohumlarından kaynaklanıyor.
Liberya veya Sierra Leone gibi geçmişte yıllar boyunca, tüyler ürpertici iç savaşlar yaşandıktan sonra görüntüde bir sükunet hakim olan batıda Batı Sahra, doğuda Somali, Sudan, Kongo'ya ve daha başkalarına kadar birçok ülkede iç savaş hiç durmadı.
Şimdi başka ülkeler, şu veya bu seviyede çok vahim çatışmaya sürüklendi. Örneğin Sahel bölgesindeki Moritanya, Mali veya Nijer'de silahlı gruplar oluşup silahlı çatışma başladı. Bu silahlı ve köktenci grupların, komşu Cezayir'in gizli servislerinden veya eski sömürgeci güç Fransa'dan ne derecede kaynaklanıp desteklendiği tam olarak bilinmiyor.
Silahlı çatışmalara, çetelere ulusal ordular da ekleniyor. Çatışmaların en tüyler ürpertici yönlerinden biri, çoğu zaman düşman silahlı güçler arasında sınırlı kalmayıp kitlelerde panik yaratmak için sivillerin öldürülmesidir: Kadınlara tecavüz ediliyor, insanlar feci şekilde yaralanıyor ve köyler ürünlerle birlikte yakılıyor.
Sürekli devam eden çatışma, büyük bir yoksulluğa yol açıyor. Çatışmalarda ölenlere çatışmaların yol açtığı açlık, hastalık ve sakatlık sonucu ölenler ekleniyor.
Siyah Afrika'nın ekonomik olarak en güçlü iki ülkesi Güney Afrika ve Nijerya ekonomik krizin etkisi altında.
Nijerya'nın çok büyük petrol rezervi var ve petrol fiyatı yüksek olunca önemli gelir sağlıyor. Ancak petrol fiyatındaki istikrarsızlıktan etkileniyor. Örneğin bugün petrolün varil fiyatı 80 dolar. Ancak 2008'de, sadece bir yıl içerisinde en yüksek fiyatı 145 ve en düşük fiyatı 40 dolar olmak üzere önemli bir fark göstermişti!
Nijerya etnik açıdan mozaik bir ülke olup dini ve etnik bir sürü çatışmaya sahne oluyor. Bunlara ek olarak petrol bölgelerinde, petrol tröstlerine karşı, talanlarına ve özellikle de Nijer deltasında doğal hayatı tahrip edip yerli halkı geleneksel ekonomik faaliyetlerinde yoksun bırakmalarına karşı çıkan silahlı direniş hareketleri bulunuyor. Petrol tröstlerinin talanına bir de merkezi iktidarın yaptığı vurgun ekleniyor.
Güney Afrika'ya gelince, bu ülke Afrika'nın en sanayileşmiş ülkesi olup yöneticileri hem diplomasi hem de askeri alanda, kıtada liderlik rolü üstlenmek istiyor. Örneğin bu aralar kıtanın güneyinde (Mozambik, Komarlarda, Zimbabve, Lesotho'da) ve aynı zamanda Orta Afrika'da (Kongo Demokratik Cumhuriyeti) ve hatta bir ara Fildişi Sahili'nde arabulucu ve kavga edenleri ayırma, görevini üstleniyorlar.
Ancak "savaş" denmese de Güney Afrika'da da, yoğun şiddet olayları yaşıyor. Bu bir sosyal savaş olup her yıl yaklaşık 50 bin insan öldürülüyor. Güney Afrika, Brezilya gibi dünyanın en eşitsiz ülkelerinden biri. Ülke için "gökkuşağı" sıfatı kullanılıyor olsa da bu, renkler arasında eşitlik olmadığını hiç de saklayamıyor.
Güney Afrika'da ırkçı rejime son verilmiş olsa da, siyah kitlelerin büyük çoğunluğu yine sefalet içerisinde ve ırkçı rejiminin ekonomik alt yapısı büyük ölçüde aynen devam ediyor. Ülkede yaşayan sömürülenler sınıfı, imtiyazlı beyazların arasına artık bazı siyah imtiyazlıların da katıldığı acı gerçeğini görme şansına sahipler.
Afrika kıtasında en büyük sömürge alanına sahip olan Fransız emperyalizmi etki alanlarını korumak için çaba gösteriyor. Fransız ordusunun askeri üsleri, eski sömürgelerinde dağınık şekilde varlıklarını sürdürüp bazen gizli bazen açıkça, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti'nde olduğu gibi askeri müdahalede bulunuyor. Hatta Fildişi Sahili'ndeki son olaylarının perde arkasındaydı.
Fildişi Sahili'nde on yıl önce yapılan cumhurbaşkanı seçimi kanlı bitmişti. Beş yıl önce yeni seçim yapılması kararı alınmasına rağmen, seçim yapılmadı ve böylece Laurent Gbagbo'nun cumhurbaşkanlığı süresi, fiilen 5 yıl uzadı. Bu yıl yapılan cumhurbaşkanı seçiminin ilk turunda olay yaşanmadı ve 28 Kasım'da yapılacak ikinci tura, ilk iki sırada yer alan Gbagbo ve Houplouet- Boigny'nin başbakanlığını yapmış olan Alassane Ouattara katılacak. (İkinci turu yüzde 54 oy ile Ouattara kazandı ve rakibi Gbagbo sonuçları kabul etmediği için bugün ülke iç savaş eşiğine geldi ÇN)
(...)
İkinci tur yapılsa bile birkaç yıldan beri ikiye bölünmüş olan Fildişi Sahili'nin yeniden birleşeceği kesin değil. Ülkenin ikiye bölünmesinden sonra ordu da ikiye bölünmüştü ve bölünmüşlük tam olarak giderilemedi. (...)
Ülkenin ikiye bölünmesi, kitlelerin yaşamını daha da kötüleştirdi. Seçime katılımın çok yoğun olmasının nedeni, savaş durumuna ve Kuzey ile Güney olarak ikiye bölünmüşlüğe son verme umududur. Bu umudun gerçekleştirileceğine dair hiçbir garanti yok. (...)
Haiti, 12 Ocak 2010 depreminden önce de Batı yarımküresinin en yoksul ülkesiydi. Depremin yol açtığı 200 binden fazla ölü ve Başkent Port- au -Prince'ın ve de başka birkaç kentin yerle bir olmasından dolayı durum daha da kötüleşti.
Depremin bu kadar çok ölüme yol açmasının nedeni yoksulluk. Ancak büyük emperyalist ülkelerin 12 Ocak'tan bu yana takındıkları tavır, gerçekten isyan ettirici. Başta ABD ve Fransa olmak üzere Haiti'nin hakimi tavrındaki ülkeler, vaatlerini yerine getirmediler. Başkentin yeniden inşa edilmesi için neredeyse hiçbir şey yapılmadı ve hayatta kalan 800 bin kişi çadırlarda, barakalarda veya meydanlarda insanlık dışı şartlarda yaşıyor. Bölgedeki kasırgalar, zaten normal zamanlarda çok can alıyordu, şimdi ise özellikle çadırlarda yaşayanlar için durum daha da feci olacak.
İşte bu şartlarda, Kasım sonunda yapılması kararlaştırılan seçim gerçekten bir karagöz oyununa benziyor.
Avrupa Birliği: Batı'daki emperyalist bölge ile Doğu'daki hakimiyet altındaki bölge
Sene başında ortaya çıkan Yunan krizine gelince Avrupa'nın emperyalist güçleri, uzun süre tereddüt ettikten sonra Yunan devletini iflastan kurmaya karar verdiler. Ama bu olay Avro bölgesinin ve hatta bütün Avrupa Birliği'nin ne kadar kırılgan olduğunu ve de sözde bir bütün olduğu iddia edilen Avrupa Birliği içerisindeki güç dengeleri konusunda bir aydınlanma sağladı.
Yunan devletine, daha doğrusu onun borçlu olduğu bankalar için en nihayet verilen milyarlara karşılık olarak Avrupa'nın büyük güçleri, Yunanistan'ı tamamen, borçlu olduğu en zenginlerin, boyunduruğu altına aldılar. Yunan hükümeti, ekonomik ve mali siyasetinin burjuvazinin uluslararası kuruluşları ve Almanya başta olmak üzere, Avrupa'nın büyük güçlerinin denetimi altına alınmasını kabul etmek zorunda kaldı.
Avrupa Birliği'nin, eşit 27 ülke tarafından oluşturulduğu görüntüsünün gerçek olmadığı artık daha açık. Bu birliğin perde arkasında, büyüklüklerine göre hem devletler arasında, hem de nüfuzlarına ve ekonomik güçlerine göre ve özellikle de Avrupa'nın emperyalist Batısı ve tarihi olarak onun arka bahçesi olup Batılı güçlerin rekabet alanı olan Doğu Avrupa ile eşitsizlik var.
Avrupa Birliği'ne yeni katılan eski Halk Demokrasisi ülkeler (Slovenya ve Slovakya gibi avro bölgesine katılanlar da) ekonomik ve siyasi olarak da hakimiyet altında. Bir dereceye kadar Polonya hariç, sözü edilen bu yarı kalkınmış ülkeler, ekonomik krizin feci etkileri altında kaldı. Örneğin işsizlik hat safhada, dış borç sadece devlet ile sınırlı olmayıp kitleleri de çok zor duruma düşürdü ve avro ile borçlanıldığı ve de Macaristan forinti, Romanya lösü ve Bulgar levi avroya göre çok değer kaybettiğinden dolayı, borcun ödenebilmesi çok zor.
Krizin siyasi yansımaları, Batı Avrupa'da bile kendini gösteriyor. Örneğin aşırı sağ bir hayli güçleniyor (Hollanda'da), Belçika'da olduğu gibi iki etnik grup arasındaki gerginlik giderek artıyor ve bu durum, Doğu Avrupa ülkelerinde daha belirgin. Doğu Avrupa en az son bir yüzyıldan bu yana, hatta daha uzun bir zamandan beri, büyük güçler arasındaki rekabetin oyun alanı haline geldi. Bütün bu bölge birkaç defa paylaşıldı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Versay Anlaşmaları temelinde bölgenin coğrafi haritası tamamen değişip bir sürü yeni devlet oluşturuldu, bazılarının sınırları zafer kazanmış büyük güçler tarafından değiştirildi.
İkinci Dünya Savaşı arifesinde ve Almanya'da, Hitler'in ön plana çıkmasıyla bölge yeniden paylaşıldı ve Hitler'in yenilmesinden sonra bölgede üçüncü bir paylaşım yaşandı.
Bu sözü edilen paylaşımlarda Doğu Avrupa ülkeleri, belirleyici olmayıp maşa gibi kullanıldılar. Polonya gibi bazı devletler duruma göre var oldur, yok oldu veya sınırları yüzlerce kilometre uzadı veya kısaldı. Sınırlar değiştiriliyor ama sınır içerisindeki kitlelere ne fikirleri soruluyor, ne istekleri ne de çıkarları göz önünde bulunduruldu.
Birçok bölgede insanlar, 50 yıl içerisinde dört beş defa vatandaşlık değiştirdi. Bu insanlar, farklı etnik kökenlerine rağmen iç içe yaşıyor ve birbirlerine bağlıydılar. Bölünmeler, bir sürü kinin oluşmasına yol açtı. Sınırların değişimiyle oluşan azınlıkların istekleri ve düşmanlıkları, uzun zaman Sovyetler Birliği döneminde şu veya bu şekilde bastırıldı. Ancak Sovyetler Birliği'nin dağılmasından ve farklı rejimlerin oluşturulmasından sonra, hepsi yeniden ortaya çıktı.
Kriz ve ekonomik durumun kötüleşmeye yol açması, hükümetlerin de körüklemesiyle milliyetçi demagojilerle, ülkelerin karşılıklı olarak açıkça veya dolaylı yollarla öne sürdükleri toprak istekleriyle veya kendi ülkesindeki bir halka yaranmak için demagoji yapmaları komşu ülkelerdeki milliyetçiliğin körüklenmesine yol açıyor.
İşte bütün bunların sonucu olarak, sadece gerici fikirler gelişmiyor popülist aşırı sağcı fikirler de güçleniyor. Örneğin Macaristan'daki son seçimi sağ, rakibi olan ve yolsuzluk batağına saptanmış Sosyalist Parti karşısında çok rahat kazandı ve üstelik aşırı sağ Jobbik hareketi çok güçlendi. Jobbik hareketi, sadece yeni mecliste koltuk kazanmakla sınırlı kalmayıp komando güçleri oluşturup Romanlara olduğu gibi, azınlıklara karşı saldırı düzenliyor.
Şu ana kadar tüm bunlar daha çok lafla sınırlı bir çatışmaydı. Ancak komşu eski Yugoslavya'da halkların içi içe yaşayıp bir birleriyle uyumlu geçinmelerinde çıkarları olmalarına rağmen, nasıl bir birlerine karşı düşman kılındıklarını gördük.
Medvedev ve Putin'in Rusyası
Son zamanlarda, uluslararası piyasalarda hammadde fiyatlarının artması nedeniyle Rus devleti bütçesinde bir iyileşme oldu, çünkü 2008'den bu yana, devletin döviz rezervinden alıp büyük banka ve şirketlerin desteklenmesinden dolayı oluşan açık biraz kapanıyor. Bu şirket ve bankalar, spekülasyon yapmak veya son yirmi yıldan beri yapılmayan alt yapıyı yapmak için Batılı finans kuruluşlarından önemli miktarlarda borç almışlardı.
Rus devleti, 1999'daki çöküş nedeniyle iflas eşiğine gelmesinin ardından durumunu iyileştirip, o zamandan bu yana çok büyük miktarda rezerv oluşturmakla övünmesine rağmen özel şirketlerin ve kamu kuruluşlarının borcu gittikçe arttığı için rezervi yine hızla erimeye başladı (bu yılın bütçe açığı 61,5 milyar avro).
Bu borç iki farklı yolla yapıldı: 1991'de Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra Rusya'nın dünya pazarına yeniden katılması, 1999'da Rus devletinin borçlanma amacıyla çıkardığı tahviller üzerinden yapılan uluslararası spekülasyon; Rus sermayedarlarının dünya pazarındaki "finans ürünlerini" spekülasyon amaçlı olarak satın almaları ve de Batılı finans kuruluşlarının Rus şirketlerinin borçları üzerine yaptıkları spekülasyon.
Finans yoluyla yapılan talana ek olarak, Rusya ile gelişmiş ülkeler arasında yapılan ve gittikçe daha eşitsizleşen ticaret ilişkileri var. Artık Rus pazarında, büyük ölçüde ABD'li ve Batılı büyük şirketler her çeşit ürünü serbestçe satıyorlar. Ancak Rusya, dünya pazarına sadece çok az katma değeri olan ara ürünler satıyor.
1980 yılından itibaren akaryakıt başta olmak üzere hammadde ürünlerinin ihracattaki payı sürekli artıyor: Örneğin Brejnev döneminde yüzde 55 olan bu pay bugün yüzde 80'e tırmandı. Bu ise Rusya'yı tamamen uluslararası finans pazarına bağımlı kılıyor.
Bağımlılık, bürokrasi ve oluşan cılız yerli burjuvazi tarafından Rus ekonomisinin, nasıl geriletilip talan edildiğini ve sonuçta dünya sermayesine bağımlı kılındığını gösteriyor.
Üst düzey Rus yöneticiler, bağımlılığın sonuçlarından rahatsız olduklarından dolayı ekonomiyi "modernleştirme" programı başlattılar. Medvedev bunun amacının yabancılara karşı "utanç verici bağımlılığa" son vermek olduğunu söyledi. Başbakan Putin ise "sanayileşmenin yıkılmasının" ülkeyi "uluslararası iş bölümü listesinde aşağıya doğru götürdüğünü" kabul etti.
Büyük emperyalist güçlere göre gerileme, sanayi felaketine yol açıyor. Örneğin günlük iktisat gazetesi Vedomosti, Rusya'da madeni ürünlerin ve inşaatlardaki madeni girdilerin fiyatlarının dünyanın en yükseği olduğunu ve ülkenin en önemli gelir kaynağı olan gazın çıkarılma maliyetinin 2000 ile 2009 arasında 7 kat arttığını yazdı.
"Modernleşme" etrafında yapılan siyasi ve medya kampanyalarına ve harcanan önemli imkanlara rağmen, sonuç alınamıyor. Sadece kamu sektöründe devletin denetimi altında olan ve ekonominin iskeletini oluşturan sanayi-finans KİT'lerinde bazı küçük ilerlemeler görülüyor. Çünkü kişisel açıdan bakıldığında ne bürokrasinin ne "yeni zenginlerin" ne de bürokrasiyle iç içe geçmiş iş çevrelerinin çoğu zaman "modernleşmeden" çıkarları var.
İşte burada, bürokrasinin temel çelişkisini görüyoruz. 1920'li yıllarda devrimci dalga gerilemeye başlayıp Sovyet Rusya tek başına kalınca devlet, bürokrasinin eline geçti ve bürokrasi, burjuvazi gibi üretim araçlarının özel mülkiyeti ile organik bağı olmadığı için artı ürüne direk el atamadı ve asalak bir şekilde gelişti.
İşte bu temel çelişki nedeniyle, Stalin'den sonra bürokrasinin üst yöneticilerinin, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov dönemlerinde olduğu gibi, düzenin ortak çıkarları için mutlaka gerekli diye iddia ettikleri "reformlar" hep başarısız oldu. Çünkü bürokratların büyük çoğunluğu bundan bir şey kazanmayacağı gibi birçok şey kaybedecekti.
Yine son 20 yıl içerisinde Rusya'da her şey kapitalist sermaye yaklaşımıyla yapıldığı iddiasına rağmen, Rus şirketleri, hiçbir ciddi üretim yatırımı yapmadı. Sadece daha önceki yatırımlardan yararlanmakla yetiniyorlar.
Bu konudaki en son çarpıcı örneği, Moskova belediye bakanı Lujkov'un görevinden alınması vesilesiyle gördük. Lujkov'un eşi Baturina, ülkenin en zengin kadını oldu, çünkü eşi başkenti elinde bulunduran hizbin başında olması sayrsinde, Baturina'ın şirketi BTP'ye başkentin büyük inşaat ihalelerini veriyordu.
Diğer yanda kitleler, 2008'den sonra daha çok artan işsizlik, ücretlerin dondurulmasına rağmen enflasyonun (yüzde 9 ile 10 arasında) gelişmiş ülkelerden çok daha yüksek olmasından dolayı zor günler yaşıyor. Ek olarak hükümet, SSCB döneminden kalma kamu hizmeti bütçelerinde önemli kısıtlama yapıyor.
Şu ana kadar zirvedeki yöneticilere karşı belirli ve sınırlı bölgesel, sosyal protesto eylemleri oldu. Ama siyasi içerikli eylemler çok ender görüldü. Son yıllarda, iktidardan bağımsız sendika oluşturma hareketleri oldu, ama bunlar çok sınırlı kaldı.
İşte bu göreceli istikrarlı iktidar ortamında yöneticiler, saflarında, özellikle de yürütme organlarının başında olan Başkan Medvedev ile onu başa getiren eski başkan ve şimdiki Başbakan Putin arasında bir kamplaşma görülüyor. Bu iki yönetici etrafından farklı iki yönetici çevre, çıkar farklıkları nedeniyle kamuoyu önünde zıtlaşmaya başladı. Tabii yine de hem Medevedev hem de Putin birbirlerine karşı aday olmayacaklarını söylemeye devam ediyor.
Çin: Dünyanın (çok kötü ücret alan) atölyesi
Bazı yorumcular, 2010 yılının ikinci üç çeyreği GSMH karşılaşmalarına dayanarak Çin'i ilk defa Japonya'yı geçtiğini ileri sürerek, Çin'in bundan böyle dünyanın ikinci büyük ekonomisi olduğu şeklinde yorumlar yaptı. Hatta Çin'in yıllık ekonomik büyümesinin yüzde 10 olduğunu ileri sürerek, çok yakında Çin'in dünyaya hakim olacağını iddia ediyorlar. Ancak bu karşılaştırmalar gerçekte, Japonya'ya göre nüfusu on kat daha büyük olan Çin'in kocaman bir ülke olarak, geri kalmış olduğunu gösteriyor. Örneğin Çin'in GSMH'sı, ABD'ninkine göre 3 katta daha az. Oysa nüfusu, ABD'ye göre 4 kat daha büyük. "Satın alma gücüne göre" yapılan karşılaştırmalarda ise kişi başına GSMH açısından Çin'de gelir, Japonya'ya göre 5 kat ve ABD'ye göre 7 kat daha az. Buna karşın 19'uncu yüzyılın başlarına kadar Çin'in kalkınma seviyesi Avrupa ve ABD'ye kıyasla daha düşük değildi. Çin sömürgeleştirilip emperyalist hakimiyet altına geçince talan edildi ve geriledi. Bugün Çin, yine emperyalist ülkelere ve çokuluslu şirketlerine ucuz iş gücü satan, geri kalmış bir ülke.
ABD'de hükümet ve Kongre üyeleri, gürültü koparıp Çin'e, parasının değerini arttırıp pazarını dışa daha çok açması için baskı yapıyor. ABD, yuanın değerinin kasıtlı olarak düşük tutulduğunu iddia ediyor. Yuan, diğer paralara dönüştürülemiyor ve değerini Çin devleti belirlediği için "dalgalanmıyor" ve bu nedenle değeri düşük olduğu için zengin ülkelerin ticaret açıklarının kaynağını oluşturuyormuş. Üstelik Batılı şirketlerin Çin'e taşınmasına ve işsizliğin artmasına neden oluyor ve de ekonomik canlanmayı engelliyormuş! Bu saldırılar, 1980'li yıllarda Japonya hedef gösterilip, dünyanın en büyük ekonomik gücü olacağını iddia edip, Batılı siyasetçilerin, Japonya'yı günah keçisi olarak gösterip söylediklerini hatırlatıyor. Bu söylenenler, bir yönüyle 2008'den sonra gelişmeye başlayan korumacı önlemlerin yarattığı gerginlikleri ortaya koyuyor. Aslında daha çok, Batılı kamuoyunu sakinleştirmeyi hedeflediğini gösteriyor.
ABD'deki ara seçim, 2 Kasım'da yapıldı: Orada da Çin'i günah keçisi olarak göstermek işe yaradı. Yuanın değerinin düşük olması tabii ki Çin şirketlerinin ucuza ürün satmasına olanak veriyor, ancak bu durum, Çin'de üretim yapan Batılı şirketlere yarıyor. Çin'in ihracatının en az yüzde 55'i iPod veya Apple'ın iPhone'u, elektronik ve bilgisayar, beyaz eşya, özellikle de tekstil, ayakkabı veya oyuncak gibi Batılı şirketlerin ürettiği ürünlerden oluşuyor. Eğer yuan değer kazanırsa bu ürünler, Batı pazarında aynı oranlarda zamlanacak. Emperyalizm genel olarak, Çin devletinin uyguladığı ekonomi politikasından kazançlı. Çin, emperyalizmin emrine çok ucuz ve istediği gibi sömürebileceği bir işgücü sunuyor. Tüm bunlara ek olarak da Çin devletinin büyük miktardaki döviz rezervi (Haziran sonunda 2 trilyon 454 milyar dolar, yani 1trilyon 933 milyar avro) ABD'nin mali açığını kapatmaya yarıyor.
Daha da önemlisi, Çin devleti kapılarını emperyalist sermayeye açarak ve kendi burjuvazisinin zenginleşmesi için yarattığı olanaklarla ekonomide önemli bir rol oynuyor. Çin devleti, geçmişte ve bugün, ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmeseydi, şimdi ne kendi ne de emperyalist burjuvazi, bugünkü zenginliğini elde edemeyecekti. Ek olarak Çin devleti, komünist etiketini kullanarak baskıcı rejimi sayesinde emekçi kitlelerin sömürülmesi için gerekli siyasi şartları yerine getiriyor.
Çin'deki döviz rezervleri, Çin işçi sınıfının aşırı sömürüsüyle elde edildi. Çin'de ulusal gelirden ücretlere giden payın ve tüketimin azalması hiç de şaşırtıcı değil: Çin'in son 30 yılda gerçekleştirdiği "dışa açılma" yerli burjuvazinin hem de emperyalist ülkelerdeki burjuvaların daha çok artı değere el koymalarına yaradı. Amerikan Forbes dergisinin verdiği rakamlara göre Çin'deki en zengin 400 kişinin serveti 2008'de 173 milyar dolardan 2009'da 314 milyar dolara fırladı. Batının göklere çıkardığı Çin'in büyümesi, ülkenin kapitalist üretim düzenine girip on milyonlarca yoksulun kırlardan gelip, tıpkı Batıda sanayi devrimi başlarındaki şartlarda olduğu gibi kentlerin etraflarında konaklayarak inşaatlarda ve fabrikalarda çalışmasıyla gerçekleşti. Emekçiler, grev yoluyla, örneğin Haziran'daki Kanton kenti yakınındaki Honda fabrikasında veya Toyota'da (Tianjin'de), hem ücret zammı hem de çalışma şartlarının iyileştirilmesini gündeme getirdi. Grevlerin bazıları, zaferle sonuçlandı. Perles Irmağı deltası bölgesinde (Hong Kong, Şenzen, Kanton şehirlerindeki) ortalama her gün, bin kişi üzerinde çalışanı olan bir fabrikada grev var. Bu grevler, hem diktatörlük rejiminin, hem de patronlara bağlı olan yasal, tek resmi sendikanın baskılarına rağmen gerçekleşiyor. Bu da gelecek için ümit vaat ediyor: Muazzam bir güce sahip olan Çin işçi sınıfı, utanç verici bir şekilde Çin ve yabancı burjuvazinin sömürüsüne uğramanın ardından harekete geçip kendi çıkarlarını savunup, kendi isteklerini gündeme getirip siyasi olarak müdahalede bulunabilir. Çünkü gelecekte, grevin de ötesinde, belirleyici olacak olan, şu anda hakkında fazla bilgi sahibi olmadığımız Çin işçilerinin sınıfsal ve siyasi bilincidir.
Çin'in ihracat kapasitesi ve elinde bulundurduğu dolar miktarları göz önünde bulundurulduğunda, ABD seviyesine ulaştığı gibi moda haline gelmiş açıklamalar sadece sansasyon yaratmaya yarıyor. Tabii ki ABD ile Çin'in birbirlerine mahkum oldukları gerçektir.
Genel olarak bakıldığında, dünya ülkeleri, şimdi, her zamankinden daha fazla birbirlerine bağımlı. ABD'de emlak krizi şeklinde başlayan kriz, bütün dünyaya yayıldı. Ardından krizin farklı aşamaları, farklı boyutlarda olsa da, bütün dünyayı sardı. Aptallar bunu "kapitalist küreselleşmenin" bir etkisi olarak görüyor. Sorun küreselleşme değil, kapitalizmdir.
Zaten 1929'da ekonomi o kadar çok küreselleşmişti ki kriz, bütün yeryüzüne yayılıp dünya krizine dönüşmüştü. O dönemde emperyalist burjuvazi, krizden kurtulmak için kendi içine kapanıp koruyucu yöntemler denedi.
Ancak burjuvazi, siyasi yöneticileri ve iktisatçıları, koruyucu önlemlerle içe kapanmanın bir çare olmadığını gördüler. Burjuvazi bugün bazı koruyucu yöntemlere başvursa da, hepsi ağız birliği yapmış gibi içe kapanmanın bir çözüm olmadığını söyleyip bunun belleklerine yerleştiğini gösteriyorlar. Ancak gelecek, ülkelerin içlerine kapanmasının, şu veya bu seviyelerde, nasıl yeni felaketlere yol açacağını gösterecek.
Küreselleşmenin önüne geçilemez. Bu, insan toplumunun doğal gidişatıdır. Küreselleşmeyi sadece büyük bir felaket, örneğin nükleer bir savaş geriye götürebilir. Böyle bir şey ise tüm insanlık için hem bu alanda hem de diğer bütün alanlarda müthiş bir gerileme olur. İnsanlığın yeniden barbarlık dönemine dönmeyeceğine dair bir güvence yok.
Küreselleşme komünistler için, insanlığın kapitalizmden kurtulup daha üstün bir toplum, yani üretim araçlarını özel mülkiyetten kurtarılıp, ne pazarın ne de kârın olmadığı ve de toplumun bilinçli bir şekilde üretime hakim olduğu bir düzen.
Ekonomik ilerlemenin temel olgularından biri, iş bölümünün dünya ölçeğinde gerçekleştirilmiş olmasıdır. Yeryüzümüz uzun zamandan beri, doğal zenginliğin farklı bölgelere yayılmış olduğu tek bir ekonomidir. Bütün ürünler, örneğin Çin'de üretilen basit oyuncaklar bile dünyanın farklı bölgelerinden gelen maddeler ile üretilip Fransız, ABD veya diğer pazarlarda satılıyor. Emekçilerin ortak katkılarıyla veya başka şekilde söylemek gerekirse, farklı uluslardan oluşan emekçilerin katkılarıyla üretiliyor. İşte bu ortak üretim, bilinçli ve denetimli bir şekilde düzenlenmeli.
Komünizme giden yol, kaçınılmaz bir şekilde çok köklü toplumsal değişikliklerden, özellikle de kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesinden ve aynı zamanda aynı önemde olan enternasyonalizmden geçer. Yani bütün ülkelerin birlikte, ancak bu defa bilinçli bir şekilde, hareket etmesiyle mümkün. Bu da dünyada bütün devletlerin ve farklı milliyetlerin arasındaki çelişkilerin barbarlığın geçmişte kalmış bir hatıraya dönüştüğü seviyeye kadar sürer.
Bütün bunlardan çıkarılacak aktif sonuç, işçi sınıfının burjuva düzenini yıkabilmesi için hem kendi öz partisine hem de bu partilerin dünya çapında oluşturacakları devrimci komünist enternasyonale ihtiyacı olduğudur. (Kasım 2010)