Yeni bir mali kriz tehdidi

4 Şubbat 2016

* * * * * * *

Lutte Ouvriere 45. Kongre metinleri (Lutte de classe n° 174)

* * * * * * *

Yeni bir mali kriz tehdidi

5 Ocak 2016 tarihli Les Echos gazetesi: "Çin'de yeni bir borsa çöküşü hayaleti yeniden gündeme geldi... Shangay borsası aniden %7'lik bir düşüşle güne başladı ve hemen işlemler durduruldu. Ardından da bütün dünya borsalarını düşüşe sürükledi" diye yazdı.

Haftalık L'Expansion dergisinin Ocak 2016 başlığı ise "2016: Yeniden kriz. Çin'de durum kötü, balonlar yeniden oluştu, bölgesel siyasi krizler. Ekonomik canlanma neden bir hayal" idi.

Hatta boyalı basına ait Le Parisien gazetesi bile 6 Ocak günü; "Dünya ekonomisi çürüdü, yeni bir kriz bizi tehdit ediyor" diye yazıp şunu ekledi: "2008 emlak krizinden gerekli dersler çıkarılmadı. Asya borsalarındaki istikrarsızlık ile ABD'de faiz oranlarının yükseltilmesi haberleri çok büyük endişelere yol açıyor." Bütün Ocak ayı boyunca yorumlar bu yönde devam etti.

1 Şubat'ta ise Les Echos, büyük bir finans bankası olan Natixis'in baş iktisatçısı Patrick Artus ile yaptığı mülakatı yayınladı ve "Önümüzdeki kriz çok şiddetli olacak" diye yazdı.

Kapitalist düzenin önde gelen iktisatçılarının hemfikir olmadıkları konu; şişmiş balonun hangi iktisadi alanda patlayacağı. Tahviller, hisse senetleri, kaya gazı, Çin'deki emlak sektöründe mi, yoksa ABD'nin otomobil piyasasında mı patlayacak? Mali kriz, Brezilya'nın veya istikrarsızlaşan başka bir büyük ekonominin iflası sonucu mu patlayacak? Kimileri Çin'i suçluyor, kimileri ise Patrıck Artus'ün kitabında başlık olarak yazdığı "Merkez Bankalarının çılgınlığı"nı. Çoğunluğu, Artus'ün kitabının alt başlığı olan "Gelecek kriz çok daha feci olacak" öngörüsünü paylaşıyor.

Tüm iktisatçılar, krizin temel nedenini biliyor ve neredeyse hepsi bunu teşhir ediyor. Büyük emperyalist güçler, 2008 banka krizinden sonra, başta ABD Merkez Bankası (FED), ardından İngiltere Merkez Bankası, Japonya Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası (AMB), bankaları kurtarmak için çok büyük seviyede karşılıksız para bastı. Merkez Bankaları, para basarak bankaların ve finans kuruluşlarının elindeki sorunlu hisse senetlerini ve kredilerini satın aldılar. 2008 krizinin hemen ardından Merkez Bankaları, zor durumdaki bankalardan değeri kalmamış hisse senetlerini ve özellikle ödenmesi olanak dışı olan kredileri satın almak için devasa miktarda para bastı.

Yine aynı dönemde Merkez Bankaları, uyguladıkları faiz oranlarını, yani özel bankalara uyguladıkları kredi oranlarını o kadar düşürdüler ki neredeyse faiz sıfıra indi. Yani sonuç olarak mali sektör, neredeyse bedava ve sınırsız miktarda kredi alma olanağına kavuşmuştu.

Son zamanlarda moda olan bir deyim var: "quantitative easing", yani esnek para basımı. Özcesi eskiden Merkez Bankalarının uyguladığı, duruma göre karşılıksız para basma siyasetine geri dönüş oldu.

2008 yılından bu yana piyasaya 6 trilyon 674 milyar dolar sürüldü. Bu miktar Fransa ile Almanya'nın GSMH'sının toplamına eşit.

OECD ülkelerinin yani bütün sanayileşmiş ülkelerin, piyasadaki para hacmi son yedi yılda üç katı arttı. Diğer yanda, meta ve hizmet üretimi hiç artmadı ve bu nedenle de devasa miktarda artan para, pazarlardaki ürünlerin dolaşımı için kullanılmıyor. Merkez Bankalarının 1990'lı yılların sonunda bastıkları para hacmi, dünya GSMH'sının %6'sı civarındaydı. Bugün ise bu oran %30'u civarına tırmandı. Artık dünyadaki borçlanma oranları 1946 civarı, yani savaş sonrası dönemdeki seviyeyi de geçti. Hatta bu kadar bile değildi...

Finans grupları, büyük bankalar, sigorta şirketleri, emeklilik kasaları, spekülatif fonlar, hedge fonlarının, kasalarında devasa miktarda para var ve bu parayla işlem yapıp sürekli daha çok para kazanmak için fırsat arıyorlar. Ancak para miktarları arttıkça, üretim yatırımlarına giden para azalıyor. Eğer üretilecek olan artı ürün, pazarda satılıp ek kazanç getirmeyecekse, o zaman neden yeni fabrikalar kurulsun, neden yeni üretim araçları üretilsin? Onlarca yıldan beri kapitalizm temel çelişkileri ile karşı karşıya; üretim olanakları sınırsız bir şekilde artıyor ama diğer yandan daha fazla ya da yeni ürünlerin pazarda satılma olanağı, yani satın alma gücü artmıyor.

Para hacmi arttıkça, burjuva iktisatçılarının deyimiyle yatırımcıların çekinceleri de giderek artıyor. Ekonomik konulara değinen tüm yazılarda bunu görmek mümkün. Onlar, hangi mali ürünün, çok küçük oranda, birazcık dahi olsa da, ne kadar çok kazanç getirebileceğine odaklı. En küçücük belirti, en küçük haber (gerçek olsun veya olmasın), herhangi bir Merkez Bankası sorumlusunun en küçük duyurusu, üretim sektöründeki en küçücük kıpırdanma, sosyal veya siyasi alandaki en küçük kriz belirtisi milyarları, hemen farklı yönlere doğru harekete geçiyor.

Kapitalist ekonomi, son suretle uçuruma doğru giden bir trene benziyor. Tren sürücüsü ve personel bunu çok iyi görüyor, ancak lokomotifi durduramıyorlar. Yolcular, imdat çığlığı atıyor. Kimse de bir şey yapamıyor. Bunun nedeni çok basit. Çünkü bu trenin ne fren sistemi ne de onun felakete gitmesini önleyecek bir imkan var.

Siyasi yöneticiler, tıpkı papağan gibi, "ekonominin yeniden canlanması için para bolluğu siyaseti mutlaka gerekli" lafını tekrarlayıp durdular. 2008 krizinden bu yana ekonomi hiçbir şekilde canlanmadı. Daha doğrusu, sadece mali sektörde canlandı. Piyasaya sürülen devasa miktardaki para, temel olarak mali işlemler için kullanıldı. İnişli çıkışlı olsa da, genel olarak CAC 40 (Fransa borsa endeksi) gibi borsa endeksleri büyüdü. Aynı zamanda da üretime giden yatırımlarda azalma oldu. Örneğin avro bölgesinde 2007'den bu yana üretim alanına giden yatırımlar %15 geriledi.

Mali sistem artık tatmin olamayan bir uyuşturucu bağımlısı gibi Merkez Bankalarının bol keseden verdiği bedava kredinin bağımlısı oldu ve bu kredi, üretim alanlarına yatırım olarak gitmiyor. Ama ne yapmalı? Çare olarak uyuşturucu niteliğindeki bu para için faiz oranları mı arttırılsın? O zaman da düzen çöker. Yani çare yok...

ABD Merkez Bankası, geçen yıl boyunca faiz oranlarının artırılmasında sürekli bir tereddüt yaşadı. Acaba bu durumda, mali piyasalarda yeniden büyük panik yaşanır mı diye hep korktu ve en nihayet 2008 mali krizinden bu yana ilk defa küçük bir faiz artışı yaptı. Artış da çok sınırlı oldu, çünkü faiz oranı %0.25'ten %0.50'ye çıktı. Yani mali çevrelere verilen krediler neredeyse bedava olmaya devam ediyor.

Avrupa Merkez Bankası'na gelince, o tereddüt bile etmiyor. Uyuşturucu oranını daha da arttırıyor! Başkanı Draghi, para politikası konusunda "hiçbir sınırları olmadığını", yani karşılıksız para basmaya devam edeceklerini duyurdu.

BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) fırtınaya yakalandı

Art arda gelen çalkantılar sonucunda sermaye hareketleri daha da şiddetleniyor. Tek bir örnek vermek gerekirse; gelişmekte olan ekonomiler diye adlandırılan ülkelere doğru önce devasa miktarda sermaye akışı yaşandı ve şimdi devasa miktarda kaçış başladı. 2008 mali krizini takip eden yıllarda büyük kazanç peşinde olan sermaye Hindistan, Rusya, Brezilya, Endonezya, Türkiye ve özellikle Çin'e akın etti. 27 Ocak 2016 tarihli Le Monde gazetesi Çin'i örnek vererek, Çin'in rezervlerinin 2002 yılında 220 milyar dolar iken 2014 yazında 4 triyon dolara tırmandığı yazıyor. Yani yaklaşık 20 katına çıktı. Ancak 2014 yazı, artık dönüm noktası oldu. Brezilya, Rusya ve Çin'deki ekonomik durgunluk nedeniyle korkmaya başlayan mali çevreler, aynı hızla bu ülkeleri terk etmeye başladı. BRICS diye bilinen bu ülkeleri terk eden mali sermaye miktarının aylık 300 ile 400 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor! Çıkan sermaye çok büyük olduğundan, bu işlemler sonucu söz konusu olan ülkenin borsasında çökmeler oluyor veya para birimleri değer kaybına uğruyor. Bu şekildeki sermaye bu kez de gittiği yerde daha büyük vurgun (spekülasyon) balonu oluşturuyor.

Sermayenin bu şekilde yer değiştirmesi sonucu Brezilya'nın Real'i çöktü ve Rusya'nın Ruble'si sarsıldı. Aynı zamanda Çin'in Yuan'ı tehdit altında. Para piyasalarındaki sarsıntılar uluslar arası ticareti etkiliyor ve sonunda da üretim etkileniyor. Tüm bunların sonucu olarak, zora düşen gelişmekte olan ülkelerdeki para birimleri ile oynayarak, düşüşü fırsat bilerek yeni vurgun (spekülasyon) ortamları oluşuyor. Çin yöneticilerinin, benzeri diğer yöneticilere göre, para birimlerini vurgunlara (spekülasyon) karşı korumak için çok daha önemli olanakları olmasına rağmen tek yaptıkları şey yayın organları olan Halkın Günlüğü gazetesinde vurgun uzmanı Georges Soros'u teşhir etmekti. Hatırlatmada yarar var, bu vurguncu, 1992'de İngiltere hükümetini, para birimi Sterlin'i devalüe edip Avrupa Para Sisteminden çekilmeye zorlamıştı.

Ocak 2014'den bu yana, Çin hariç, "gelişmekte olan" diye adlandırılan tüm ülkelerin para birimleri, dolar karşısında, ortalama %30 civarında değer kaybetti. Bu ülkeler için bu durumun sonucu, ithal ettikleri ürünlerin fiyatının aynı oranda pahalılaşması demek. Diğer yandan bu ülkeler, dünya pazarının olumsuz durumu nedeniyle, bu açığı kapatabilmek için ihracatlarını arttıramıyor. Tüm bunların sonucu olarak, bu ülkelerdeki yoksul kitleler daha da yoksullaşıyor. Burjuva aydınları, laf kalabalığı yapıp bir sürü yeni deyimler üretse de gerçek değişmiyor. Yani bu ülkeler, en büyükleri de dahil emperyalist ülkelerin büyük sermayesinin dayatmalarına, para babalarının spekülasyonlarına ve bundan doğan sonuçlara boyun eğiyor.

Şu aralar mali çevrelerin en büyük endişesi Çin'dir. Bu durum bir açıdan çelişkili görülüyor. Çünkü Çin ekonomisinin yıllık resmi büyüme oranı %7 civarlarında. Böyle bir rakamı Fransa, Almanya veya ABD yöneticileri rüyalarında bile göremiyor.

Büyüme rakamının biraz abartılı olduğunu kabul edip ikiye ve hatta üçe bölsek bile Çin'in durumu, birçok diğer ülke tarafından çok özleniyor. 27 Ocak tarihli Les Echos gazetesi şöyle bir başlık attı: "Petrol, maden ürünleri, hububat... Çin ithalatlarını sürdürüyor." Hatta bakır ve nikel ithalatını giderek artırdığını yazdı.

Ancak sorun burada yatmıyor. Sorun Çin'in satın aldığı ham madde miktarında azalma yaşanması değil. Sorun büyük sermaye çevrelerinin gelecekte Çin'e yapacağı kısıtlamada. Yani esas sorun, gerçek ticaretle ilgisi olmayan ve temel olarak vurgun (spekülasyon) amaçlı yapılan devasa işlemlerde. Çin'de yıllar boyunca sanayi üretiminde artış yaşandı. Çin'deki düşük ücretler Japonya, Tayvan, ABD ve hatta Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin sermayelerini çekti.

Çin sermayesi, özellikle emekçileri ve kırlardan kovulup sanayi kentlerinde üst üstte yaşamak zorunda bırakılan yüz milyonları sömürmesi sayesinde yeryüzünün bir atölyesine dönüştü.

Emperyalist ülkelerden Çin'e üretim yatırımı amacıyla gelen sınırlı sermaye bile aslında vurgun amaçlı. Çünkü Çin'deki pazarın büyüyeceği, Çin burjuvazisinin büyüyüp zenginleşip lüks arabalar, lüks eşyalar, pahalı konutlar ve yeni zenginlerin gösterişli harcamasının artıracağı hesapları yapıldı. Bu yeni zenginlerin ihtiyaçlarını karşılamak için orada olmak gerekiyordu. Aynı zamanda, Çin salt vurgun amaçlı sermayeyi de çekiyor. Şhangay Borsası, o kadar büyüdü ki, dünyada önemli bir merkez haline geldi: Mutlaka oraya gidip işlemlere katılma zorunluluğu doğdu. Çin'in ülke olarak kendisi, pazarının devamlı büyümesi nedeniyle bir vurgun alanına dönüştü.

Çin'deki ekonomik büyümenin iki basamakla sayılara tırmandığı dönemlerde bile, büyüme önemli ölçülerde gerçekten yüzeyseldi. Çin'de orta sınıfların büyümesi sonucu oraya akın eden Renault, Peugeot, Mercedes, Louis Vuitton'dan tutun da TOKİ tipi inşaat yapan büyük şirketler, esas büyük kazançlarını, başta emlak ve borsa gibi alanlardaki vurguncu işlemlerle elde ettiler.

Çin'de son dönemlerde devasa servet edenler, dünya zenginleri arasında yer alıyor ve bu servet çoğunlukla emlak sektörüne bağlı. Örneğin Çin emlak pazarının durgunlaşması ve Şhangay borsasının dibe vurması sonucu bir sürü orta ve küçük burjuvanın iflas bayrağını çekmesi, zincirleme etkilerle büyük sermaye gruplarının planlarını alt üst etmeye yetti.

Ekonomi basını, ekonominin zirveye çıktığı ve Çin'de bazı burjuva çevrelerin zenginleştiği dönemde inşa edilen ve kimsenin oturma fırsatının olmadığı devasa eğreti sitelerin nasıl hayalet kentlere dönüştüğünü anlatan yazılarla dolu. Örneğin 27 Ocak tarihli Le Figaro gazetesi, Dabian (eski Port-Arthur) kenti diye bilinen bir yerde, Büyük Kanal dahil Venedik'in tam bir kopyası olan bir kentin Çin zenginleri için inşa edildiğini ve bazı zenginlerin "2 milyon avrodan daha fazla para ödeyip satın aldıkları konut ve AVM'lerde görülen tek şeyin hava akımından ibaret olduğunu" aktarıyor.

Çin'deki sanayi gelişimi başka bir sürü vurguna, örneğin ham maddeler üzerindeki vurgunlara (spekülasyon) yol açtı. Çin ekonomisi dünya ekonomisini ileri doğru çeken bir lokomotif olarak görülüyordu. Ama bu durum, temel olarak, Çin sanayisinin kullandığı demir, nikel, bakır gibi ham maddeden kaynaklanmaktan çok vurgun amaçlı yatırımlardan kaynaklanıyordu.

Büyük vurgun fonları, altın yumurtlayan tavuk olarak gördükleri demir madenlerine, nikel ve bakır madenlerine hakim oldu. Ancak geçen seneden itibaren işlerin kötüye gittiği kokusunu alarak bu alanlardan çekilmeye başladılar. Bugünkü ekonomik durumun en önemli göstergelerinden biri de ham madde fiyatındaki düşüş. Bu düşüşün temel nedeni, Çin ekonomisindeki durgunluk nedeniyle azalan talep değil. Esas neden, vurgun yapmak amacıyla büyük oranlarda ham maddeye giden sermayenin bu alanları terk etmesi. İki yıl önce başlayan bu kaçış 2015'te daha da hızlandı: Örneğin alüminyumda %3, bakırda %9, nikelde %15 ve demirde ise %28'lik fiyat düşüşü yaşandı. Elbette buna ham petrolü de eklemek gerek. Ancak petrol fiyatında stratejik etkenler de var.

Petrol ve gaz fiyatında yaşanan düşüş, Venezüella için feci sonuçlar getirdi ve Cezayir ile Rusya için de feci etkiler oluşuyor.

Fiyatlardaki düşüş sadece sanayi ham maddeleri ile sınırlı değil. Kapitalist tarım alanlarını da kapsıyor: Örneğin Şikago borsasında buğday fiyatında %8, palmiye yağı fiyatında %8, mısır fiyatında %16, soya fiyatında ise %25'lik düşüş görüldü.

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da bunun sonucu olarak tensikatlar yaşandı, bazı madenler kapandı, dış gelirleri bir veya iki ürünle sınırlı olan birçok ülkenin ekonomisi çökmeye başladı.

Ekonominin mali alanın eline geçmesi

Dünya ekonomisinin giderek daha fazla mali alanın etkisi altına girmesi, 2008 yılındaki banka krizi ile başlamadı. Ekonominin hızlı bir şekilde mali çevrelerin etki alanına geçmesinin sonucu olarak ortaya çıkan tehlikelerin 2008 yılındaki mali krizle oluşmadığını, tam aksine bu krizin önceki gelişmelerin sonucu olduğunu birçok ciddi iktisatçı görüyor.

Krizin başlangıcını, son kriz ile başlatmak, krizi şu veya bu sebeple sınırlandırmaya yarıyor. Böylece, örneğin krizin esas nedenini merkez bankalarına ve onların 2008'den sonraki olaylara indirgeyip kapitalist ekonominin genel krizini örtmek istiyorlar!

Onlarca yıllardan beri dünya ekonomisinin durumu işte budur; neredeyse 1970'li yıllardan bu yana kapitalist ekonomi uyuşturucu madde alır gibi kredilerle (yani borçlarla) ayakta durabiliyor. Bu, kamu sektörü için ve özel sektör için de böyle. Ekonomi, bazen çok şiddetli bazen daha az şiddetli krizlerle sürekli sarsılıyor. Bu hastalığa çare olarak verilen ilaçlar ise hastalığı daha da ağırlaştırıyor, sonuçta hastanın ateşi daha da yükseliyor ve hastalık artarak, hasta eskiye göre ağırlaşıyor.

Burjuva basının, mali sektörün ekonomiyi etkisi altına almasını en büyük tehdit olarak gösterip hedef haline getirip suçluyor. Biz yıllardan beri söylüyoruz ve yaklaşık 40 yıldır ekonomik gidişatın temel olgusu olduğunu belirtiyoruz. Hatta defalarca, kongre yazılarında da birkaç defa belirttiğimiz gibi artık söz konusu olan, ortaya çıkışından bu yana kapitalizmi sarsan dönemsel krizler değil. Artık söz konusu olan kapitalizmin bugünkü işleyiş biçimi. Son zamanlarda burjuva iktisatçıları "eskilere dayanan durgunluk" deyimini icat ettiler ve bazıları gittikçe sıkça bu ifadeyi kullanmaya başladı.

Merkez bankalarının bolca mali sektöre aktardığı çok ucuz para, ekonominin, mali sektöre çok daha bağımlı kılınmasını ve bunun oluşturduğu tehlikeleri arttırdı. Böyle bir uygulama, ekonomi için intihar anlamına geliyor. Buna rağmen durdurmayı hiç düşünmüyorlar. Çünkü bu uygulama, büyük sermayenin çıkarlarının bir gereği ve bu bir sınıf siyaseti. Tanınmış bir iktisatçı olan Patrick Artus bile son ekonomik dönemle ilgili çıkardığı bilançoda, karamsar şekilde söyle bir değerlendirme yapıyor: "Çok kolay ve büyük miktarda para bulma siyaseti" aslında "Merkez Bankaları, borsalardaki mali ürünleri (hisse senetleri, bonolar, devlet tahvilleri vb.), özellikle hisse senetlerini ve emlak sektörünü kullanarak mali ürün sahiplerinin servetlerine servet katmasını destekleyen bir para politikası izliyor." Bu karışık cümlenin esas anlamı; uygulanan siyasetin esas amacı, emekçiler sınıfının sırtından geçinen ama aynı zamanda burjuvazinin alt katmanlarını da etkileyen bir siyasettir ve sonuç olarak servet edinen büyük sermayenin işine yaramaktadır. Hisse senedi sahipleri, zafer elde etmiş oluyor ve hisse senetlerindeki ani, önemli değer değişikliğiyle ve hissedarlara dağıtılan kâr oranları ile şirketlerin kendi hisselerini daha pahalıya satın alması ile büyük paralar kazanıyor. Örneğin büyük ABD şirketlerinin kendi hisselerini satın almak için harcadıkları miktar 2015 yılında ilk defa 1 trilyon doları aştı.

Merkez bankalarının ucuz ve bol para siyaseti, işçi sınıfından alıp hissedarlara büyük para aktarma siyaseti için gerekli. Bu mekanizma esas olarak, işçi sınıfının sömürüsünü arttırıp oluşan göreceli veya mutlak artı değerin önemli bir kısmının emekçilerden alınıp burjuvaziye aktarılmasını kolaylaştırmaya yarıyor. İşte bunu gerçekleştirmek için kapitalist ekonominin her yerinde iş temposunu ve çalışma süresini artırmayı amaçlayan uygulamalar yapılıyor. Bunun sonucu olarak her yerde rekabet artıyor ve burjuvaziye uşaklık yapan iktisatçılar da bu durumu krizden kurtulmak için gerekli bir yöntem olarak sunuyorlar.

Kocaman bir yalan. Çünkü bir şirketin veya bir ülkenin ekonomisinin rekabet gücünün artması genel ekonomik durumu değiştirmediği gibi krizden kurtulmanın çaresi de olamaz. Sadece bazı büyük şirketlerin, rakiplerini alt etmesine yarar ve ekonomik savaşı daha da şiddetlendirir.

Ekonomik rekabet amacıyla sömürünün arttırılması temelinde yapılan bu yarış, kapitalistler arasında paylaşılan artı değeri artırıyor ve burada mali sermayenin payı giderek büyüyor. Sonuçta büyük sermaye ve onun sahiplerine yarıyor. Yani büyük burjuvazi, bir yandan daha çok kazanırken, diğer yandan işçi sınıfının giderek daha büyük bir kesimi işsizliğe ve yoksulluğa sürükleniyor.

Büyük burjuvazinin büyük resmi kurumları (IMF, AMB, Avrupa Komisyonu) ve Yunanistan arasındaki çekişmede ve özellikle de sonuçlarında, dünyadaki büyük mali çevrelerin nelere kadir olduğunu çok somut gördük. Finans kuruluşları, bu çekişmede açıkça Yunan hükümetine baskı yapıp emekçi kitlelere feci kemer sıkma önlemleri dayattı. Sebep olarak, Yunan devletinin önceki yıllarda biriktirdiği borcu gösterdiler.

Söz konusu borcu Yunan burjuvazisinin aldığını ve borcun ona yaradığını tartışmaya bile gerek yok. Borçtan yararlananlar emekçiler, memurlar, işsizler veya emekliler olmamasına rağmen faturayı onlar ödemek zorunda. Yunan borcunun yoğunca tartışıldığı bir ortamda bile Merkez Bankaları bol miktarda karşılıksız para, yani sahte para basıyorlardı ve bastıkları sahte para, Yunanistan borcu ile kıyaslanamaz bile. Bu da somut olarak borç sisteminin, esas olarak, kitleleri mali sermaye çevrelerine para aktarmak için haraca bağlama yöntemi olduğunu gösteriyor. Bunun dışında her şey, yani siyasetçilerin ateşli nutukları, burjuva iktisatçılarının sahte bilimsel açıklamaları, bir sis perdesi oluşturmaktan başka hiçbir şeye yaramıyor. Kendine aşırı solcu diyen Çipras hükümetinin ve Yunan devletinin, mali sermaye çevrelerinin baskılarına boyun eğip istedikleri siyaseti uygulaması, nasıl genelde devletlerin, büyük burjuvazinin tekelinde olduğu, mali çevrelerin kirli siyasetlerini uyguladıklarını açıkça ortaya koyuyor. Emekçi kitlelerinden koparılan zenginlik, temel olarak devletler ve onların oluşturduğu uluslar arası kurumlar tarafından büyük mali çevrelerin kasalarına aktarılıyor.

Daha önce de birkaç defa belirttiğimiz gibi, büyük sermayenin, üretime yapılan yatırımları giderek finans işlemlerine doğru yönlendirmesi, sadece paranın üretimden alıp mali alana aktarılmasıyla sınırlı bir durum değil. Aynı zamanda, ekonominin işleyiş biçimini tümden değiştiriyor.

Günümüzde büyük sermayenin niteliğini belirlemek için şunu söyleyebiliriz: Mali sektör, üretim sektörüne göre daha fazla büyüyor. Ancak bu durum, ekonominin sınırlarının çizildiği ve büyük sermayenin; mali sektörün ve üretim sektörünün ayrı iki ayrı alanı olduğu anlamına gelmiyor. Sanayi ve finans grupları iç içe geçmiş aynı gruplar.

Kapitalist ekonominin kargaşası, birbiriyle alakasız gibi görünse de aslında, ekonominin mali alanın etkisi alanına girmesinin somut, direkt veya dolaysız ifadesi.

Krize sürüklenmiş kapitalizmin bu eğiliminin, somut olarak veya dolaylı olarak, farklı reformist akımlar, Stalinistlerle veya alternatif küreselleşme taraftarlarıyla tartışma yapıp bu gidişatın devletlerin ve hükümetlerin uyguladığı siyasetlerden kaynaklandığı şeklindeki yanlış fikirlerle mücadele ettik. Bir ara bu akımlar; Thatcher, Reagan ve benzerlerini, esas sorumlu olarak gösteriyordu. Bu kişiler çoktan öldü ve toprağa gömüldü ama buna rağmen kapitalizmin gidişatı devam ediyor ve hatta daha da kötüleşiyor.

Finans alanının giderek büyümesi, siyasi tercihlere dayalı değil. Bu açıdan ve diğer birçok açıdan, siyasi çevreler bu gidişatı destekler. Destek, bazen sonradan gecikmeli bir şekilde, çoğu zaman da büyük sermayenin arzuları doğrultusunda önceden gerçekleşir. Bu temel gidişat, emperyalist kapitalizmin belirleyici gidişatını oluşturur ve devletlerin siyasetleri, bazen önemli bir etken olsa da, aslında diğer etkenlerden biridir.

Emperyalizmin ilk şekli olan sömürgecilik, sadece Jules Ferry veya Gallieni gibi siyasetçilerle sınırlı değil. Emperyalizm, Lenin'in tahlil ettiği emperyalizm, 19'uncu yüzyıl sonunda ekonomik olarak ileride olan devletlerin yaptıkları siyasi tercihlerden kaynaklanmıyordu. Lenin, kapitalizmin geldiği aşamayı incelediğinde, devletlerin uyguladığı siyasetlerin, emperyalizmin isteklerini karşıladığını anlatıyor.

Bu konu hiçbir zaman, özellikle de Lenin döneminde, teorik bir tartışma olmadı. Devrimci komünistler ile reformistler arasında bir ayrılıktı. Birinci Dünya Savaşı'nın temel nedenleri konusuyla ilgiliydi. Bugün sorunu, sadece hükümetlerin uyguladığı ekonomik siyasetlere indirgemenin arkasında yatan neden, çözümün kapitalist düzen içerisinde de mümkün olduğunu iddia etmektir.

Ekonominin mali sektörün artan etkisi altına girmesinin toplumda yol açtığı feci sonuçlar, kapitalizmin asalaklaşmasının ifadesi. Mali sektöre karşı pazar ekonomisi ve üretim araçlarının özel mülkiyeti temellerinde kalarak mücadele etmenin mümkün olduğunu iddia etmek bir sahtekarlık.

Sermaye, mali ürün pazarına girmekle yetinmiyor, sürekli bu pazarı genişletmek için dayatmalarda bulunuyor. Bu, finans çevrelerinin "yeni mali ürünler" diye adlandırdığı ürünlerin piyasaya sürülmesi şeklinde oluyor. Bir sürü yeni hisse çeşidinin piyasaya sürülmesi, cep telefonu ve akıllı telefonların üretim alanında oynadığı rolün benzerini ama çok daha büyük ölçeklerde oynadı.

Bugün mali ürünler o kadar çok çeşitlendi ki denetlemek adeta olanak dışı. Bilinen en hızlı işlem yöntemleriyle satılıp, satın alınıyor. Hatta bazı işlemler, yüksek frekanslı ticaret gibileri, artık insan eli değmeden, yani otomatik işlemlerle dünyanın dört bucağında bulunan borsalardaki en küçücük değer farklarından yararlanarak otomatik olarak devreye giriyor.

Kamu sektörünü de ele geçirdiler

Özel sermaye sürekli, hiç durmadan, mali pazarı genişletiyor. Öncelikle devasa miktarda paranın döndüğü ulaşım, sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik gibi kamu hizmetleri de dahil devlet sektörüne el atılıyor.

Özel sermaye hep kamu hizmetlerini çıkarları için kullanmıştır. Örneğin Fransa'da SNCF'nin (raylı ulaşım sistemi) yüzde yüz devlete ait olduğu dönemlerde de, her zaman bir sürü malzeme şirketi ve taşeron şirket ondan nemalandı. Ancak artık mali sektörün her tarafa yayılmasıyla, kamuya da el attı ve pazar ekonomisi kurallarına tabi kılıp, rekabete, yani mali çevrelere bağladı.

Farklı bir sürü reformist akımların, örneğin Fransız Komünist Partisinden tutun da sendikacıların, kamu hizmeti diye adlandırdıkları, hiçbir zaman kitlelerin hizmetinde olmadı. Bu hizmetlerin büyük bir çoğunluğu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalist ekonominin ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturuldu. Çünkü o dönemlerde bu alanlar, özel sermaye için cazip değildi. Ek olarak, siyasi nedenlerden dolayı böyle bir tercih yapıldı. Çünkü dünya savaşı sonrasındaki ekonomik ve sosyal ortamda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, devrimci hareketlerin tehdit oluşturmasını engellemeyi amaçlıyordu.

Sağlık ve sosyal hizmetlerin, bazı toplu ulaşım olanaklarının özel sektör ekonomisinin idaresi altında olmaması, o zamanlar ve şimdi de, kitlelerin çoğunluğu için önemli bir avantaj. Kamu hizmetlerinin, "genelde" değil, "kitlelere hizmet veren" kesimlerini savunmak gerekiyor. Soyut kavramlarla yetinmeyip, olayları açığa çıkararak, sınıf çıkarlarının zıtlıklarını göstermek gerekiyor.

Şu anki kamu emeklilik sistemini özel emeklilik kasalarıyla, sosyal sigorta sistemini özel sigortalarla değiştirme girişimleri, temel olarak aynı yaklaşımların ifadesi. Örneğin bu mantıkla SNCF'yi önce ikiye, sonra da üçe böldüler ve önceleri planlı yürütülen sistemi iç ilişkilerle yani ticaret ve pazar mantığı ile değiştirdiler. Pazar mantığı ile hareket etmenin sonucu; SNCF'nin parçalara bölünüp bankalara alan yaratılması, borç para alabilmek ve borçlanmak demek.

Aynı mantık, hastaneler için de geçerli. Artık, uzun vadede de olsa, hastanelerde de kâr etme mantığı ile hareket etme yaklaşımı yerleştirilmeye başlandı. Ek olarak "modernleştireceğiz" bahaneleriyle hastaneleri de borçlandırmaya başladılar. Sonuç olarak, hastaneler özel kişilere ait olmamak anlamında özel kişilere hisse kârı dağıtmayıp kamu kurumları olarak devam etse de, borçları nedeniyle bankalara giderek daha büyük miktarda faiz ödüyorlar. İşte esas bu nedenlerden dolayı, son zamanlarda hastanelerde modernleşme iddiasıyla, aslında hastane çalışanları ve hastalar aleyhinde, bir sürü yeni düzenleme yapılıyor.

Yine aynı mantık nedeniyle yerel yönetimlerde sorunlar giderek artıyor. Bunların bir kısmı, devletin eskiden verdiği katkıları azaltmasından, bu da devlet borçlarının artmasından ve yerel yönetimlerin de borçlarının sürekli artmasından dolayı. Bu konuda da bankalar, yerel yönetimleri borçlanmaya teşvik ediyor. Yüzme havuzu, spor sahası gibi hizmetler gerekçesiyle önemli miktarda borçlanıyorlar. Borcun mali yükü o kadar artıyor ki, faiz harcaması yerel yönetimlere bumerang gibi geri geliyor. (Dexia bankasının iflası bu nedenle)

Şunu da hatırlatmakta yarar var: Aynı zamanda büyük mali gruplar olan sigorta şirketlerinin en büyükleri, sosyal sigorta hizmetlerine göz dikti. Sosyal sigorta hizmetleri ya doğrudan rekabete açılarak ya da bazı bölümleri ele geçirilerek, buradan özel sektöre devasa miktarda para akıtılıp mali işlemlere veya doğrudan vurguna yönlendirilmek isteniyor.

Ekonominin giderek daha fazla mali sektörün hakimiyeti altına girmesinin sıradan olmayan bir başka etkisi, bir şekilde piyasaya sürülen milyarların büyük bölümünün, büyük sermayeye doğru akmasıdır. Bu olay, kapitalist ekonominin dönemsel krizlerin eskiden oynadığı düzenleme ayarlarının gerçekleşmesini engelliyor. Anarşik bir yapıya sahip olan kapitalist ekonominin düzenlemesinde; üretilen ürünler pazar yoluyla satın alma gücüne göre ayarlanıyor ve bunun sonucu olarak aniden bazı fabrikalar kapanıyor ve böylece işsizlik aniden artıyor, fiyatlar düşüyor. Böylece en sorunlu işyerleri ayıklanıyor ve sonuçta sermaye daha büyük oranda daha az sayıdaki kişinin eline geçiyor. Ardından da dibe vurduktan sonra ekonomi yeniden canlanıyordu.

Artık mali sektörün hakimiyeti altına giren ekonomide bu şiddetli düzenleme bile çalışmıyor. Zaten anarşik bir yapıya sahip olan kapitalizm daha şiddetli bir biçime bürünüyor ve üretim alanlarından daha büyük boyutlarda kopuyor.

Emperyalist güçlerin yöneticileri, 2008 banka krizinden dolayı oluşan panikten sonra, mali kargaşayı engellemek için bankalara bazı tedbirleri dayatacaklarını söylemişlerdi. Bu gerçek bir saçmalık. Mali pazarda dolaşan mali ürünlerin büyük çoğunluğu, artık bankalar aracılığı ile değil, emeklilik fonları, finansman fonları ve bir sürü vurgun fonları tarafından işleniyor. Devletlerin bankalara getirmek istediği çok sınırlı önlemler bile büyük bankalar tarafından oluşturulan ve onlara bağlı banka dışındaki kurumlar tarafından deliniyor. Patrick Artus'ün teşhir ettiği çılgınlık, sadece Merkez Bankalarınınki ile sınırlı olmayıp, kapitalist düzenin tümünde var ve mali sektörün büyümesiyle büyüyor ve yayılıyor.

Kriz ve giderek ekonominin mali sektör hakimiyeti altına girmesi, emperyalist ülkeler dahil işçi sınıfına işsizliğin büyük oranlarda artmasını, güvencesiz çalışma ortamının yaygınlaşmasını getirdi. Ek olarak uluslar arası işbölümünün ekonomiyi sürekli değiştirmesi nedeniyle işçi sınıfının oluşumunda ve coğrafi yapısında da değişikler getirdi. Üretim faaliyetleri giderek, ücretlerin çok daha düşük olduğu yoksul ülkelere kaydı. Emperyalist ülkelerde çok belirsiz bir deyim olan "hizmet sektörü" genişledi. Önceleri on binlerce işçinin çalıştığı sanayi bölgelerinin yerini bankalar, sigorta şirketleri, büyük toptancı ticari merkezler aldı. Ancak buralarda çalışan kalabalık emekçilerin ücreti, daha önceki sanayi emekçilerinin ücretinden yüksek değil, hatta bazen daha düşük.

Kriz ve işsizliğin yayıldığı bu ortamda, burjuvazinin ve uşaklarının çok havalı kelimelerle ifade ettiği, "kendi işini yaratanlar" türedi. Örneğin işsiz kalıp iş bulamayan ve pizza satmak için bir kamyonetle iş yapan veya evlerde özel terzilik işleri yapan kadınlar, yine de emekçi. Tek fark şudur, eskiden sahip oldukları sosyal güvenlik olanaklarını kaybetmişler ve bu da, yasalarda değişiklik bile yapılmadan, sadece meslek değişikliğiyle olmuştur. İşçi sınıfının bir bölümünün bu şekilde sınıftan koparılıp küçücük parçalara bölünmesi, iyileştirme değil. Gelişmiş emperyalist ülke burjuvalarının, yoksul ülkelerde gayri resmi, güvencesiz çalışmanın ne kadar cazip olduğunu keşfetmesi ne kadar da ilginç!

Kapitalizmin kokuşmasının bir ifadesi olan mali sektörün hakimiyetinin büyümesi, işçi sınıfında tahribe yol açıp sınıf bilincini olumsuz etkiliyor. Sınıf içerisinde bencilliği, içine kapanmayı ve "gemisini kurtaran kaptan" gibi saçma görüşleri güçlendiriyor.

Gelecek işçi sınıfının

İşçi sınıfının, sınıf bilinci ve bunun işçi sınıfı hareketinde bir sınıf örgütlülüğüne dönüşmesi, sömürenlere karşı verilen sayısız mücadeleler sonucu oluştu.

Burjuvazi her zaman, sınıf bilincinin gelişmesini engellemeye çalıştı. Başından beri burjuvazi işçi sınıfını bölmeye çalışarak, işçiler arasında rekabet fikrinin tohumlarını ekerek, bireysel kurtuluş fikirlerini yaymaya çalıştı. Burjuvazi, zaman içerisinde, ekonomik açıdan gelişmesinin yarattığı olanakları da kullandı. Örneğin kilise ve papazları veya buna benzer daha farklı din kurumlarını ve hatta işçi sınıfının bağrında gelişmiş olan sendikal aygıtları ve reformist hareketleri de kullanıyor.

Burjuvazi, ekonomik gelişmenin bir sonucu olarak işçi sınıfı içerisindeki değişikleri kullanıp, işçi sınıfını bölüp; meslek, köken, konum veya toplumdaki yerine göre kullanıp kendi çıkarlarına alet etti.

İçerisinde birçok farklılık olsa da, işçi sınıfı, dünya ölçeğinde büyümeye devam ediyor. Yaşam şartlarından dolayı farklı ülkeler arasında ve hatta aynı ülke sınırları içerisinde de farklı şekillerde bölünmüş olsa da, hepsinin ortak bir yanı var: İş gücünü satarak geçinmek zorunda ve hepsi sömürülüyor. Kapitalizm, üretim koşulları nedeniyle, yeryüzünün farklı bölgelerindeki emekçileri birleştirmek zorunda. Örneğin, Kongo'da yerin derinliklerinde, insanlık dışı şartlarda, cep telefonu üretimi için gerekli madenleri çıkaran çocuklar; Amazon bölgesindeki ambar işçileri; FNAC (bir pazarlama şirketi) tezgahtarları ve bu teknoloji harikası cep telefonlarını Çin'de fabrikalarda monte eden 12- 14 yaşındaki genç işçi kızlar, bu bütünün birer parçası. İşte dünya ekonomisinin çarkını da döndüren bu insanlar.

Kapitalist ekonomi, mali sektörün hakimiyetine girsin veya girmesin, farklı ülkelerdeki emekçilerin bu üretim çarkının bir parçası olarak birbirlerine bağlı olmaları, üretimin getirdiği bir zorunluluk. Kapitalist burjuvazi, aynı üretim zincirinin farklı parçaları olan emekçilerin bilinçlenmesini ve birleşmesini engellemek için elinden geleni yapıyor ve yapacak. Burjuvazi, emekçilerin dayanışma amacının, emekçilerin ortak çıkarları etrafında birleşip kapitalizmin hakimiyetine son vermek olduğu bilincine varmasını engellemeye çalışıyor. Burjuva sınıfı, işçi sınıfını bölmek için ülke, milliyet, kültür, hayat seviyesi, dini gericilik ve bir sürü farklı şeyi kullanıyor ve bunu yapmaya devam edecek.

İşte burjuvazinin bu yaptıklarına karşı gelmek ve işçi sınıfının bilincini geliştirmek gerekli.

Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyük devrimci dalgalar, milyonlarca işçinin çalıştığı fabrikalarda gelişmişti. Bu sadece Almanya ile sınırlı değildi. Macaristan'da ve ekonominin geri kalmışlığına rağmen, özellikle Rusya'da böyleydi. Ardından birkaç yıl sonra Çin'de, Kanton ve Şhangay kentlerinde modern sanayide çalışan işçilerin; pamuk, tekstil, maden ve demiryolu emekçilerinin, hizmetçi ve hamalların ayaklanması ve yüz binlerce zanaatkarların ve tezgahtarların isyanları oldu. Tüm bu emekçiler, aynı sınıf isyanında birleşmişti. İsyan yenilgiye uğramış olsa da, Çin'in tarihine damgasını vurdu.

Evet, toplumun geleceği işçi sınıfının yeni bir önderliğinin oluşmasına bağlı. Yani devrimci komünist partilere ve kapitalist düzenin, toplumu nasıl mahvettiğini anlayan ve ona karşı mücadele edecek bir enternasyonalin yeniden doğuşuna bağlı.

2004 yılı kongre yazılarında belirttiğimiz gibi: "Bundan yaklaşık bir yüzyıl önce, emperyalistler arasındaki rekabet yüzünden yeryüzünün Birinci Dünya Savaşı'na sürüklendiği bir ortamda Lenin, emperyalizmi "kapitalizmin bunama aşaması" olarak adlandırdı. İşte bunamış kapitalizm, devrimci işçi sınıfı tarafından silip süpürülmediği için varlığını koruyor. Biyoloji kanunları, insanlık toplumu için geçersiz; süresini çoktan doldurmuş bir toplumsal yapı, bunamış olsa bile yok olmuyor, ta ki yeni ve daha üstün bir düzen getirecek toplumsal bir sınıf, iktidardaki ayrıcalıklı sınıfı yıkana kadar. İnsanlık bu toplumsal devrimin gecikmesinin bedelini 1929 krizi, Nazi barbarlığı, İkinci Dünya Savaşı ile ödedi. Bugün otuz yıllık geçici ve göreceli bir sakin dönemden sonra, mali sektörün aşırı derecede büyümesinin yol açtığı parazit ve onun getirdiği feci tehditlerle karşı karşıyayız.

Gündemdeki sorun, toplumun temel üreticisi olan işçi sınıfının sorunu olmasının çok daha ötesinde; tüm insanlığın geleceğinin sorunu.

Kapitalist temellere dayalı bu toplum artık ileri gitmiyor. İnsanlığın geleceği, işçi sınıfının dışında hiçbir toplumsal sınıfın yerine getiremeyeceği tarihi görevin, işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilmesine; yani büyük burjuvazinin hakimiyetinin yıkılıp, kapitalist ekonomiye son verip ekonomik düzenin insanlığı yeniden ileriye doğru götürmesine bağlı."

Bu gözlemlere ekleyecek fazla bir şey yok; belki de ek olarak, 2015 yılında ekonominin daha kötüye gittiğini ve 2016 yılının daha da kötüleşeceğinin belirtileri olduğunu ve tüm bunların, toplum ilişkilerine ve kısaca yaşama yansıyacak kötü etkileri olacağını ekleyebiliriz. "Ya sosyalizm, ya barbarlık", bu deyimin çok daha büyük anlam taşıdığı, kapitalist toplumun tarihi bir dönemini yaşıyoruz.

(04.02.2016)