2013 Yılında Uluslararası Durum

چاپ
1 Haziran 2014

Lutte Ouvrière'in 43. Kongre Metinleri

Bu yazı, Fransa'da Troçkist bir yayın olan Lutte de Classe (İşçi Mücadelesi) dergisinin 156 nolu Aralık 2013 - Ocak 2014 sayısından çevrilmiştir.

* * * * * * * *

Uluslararası güç ilişkileri

Ekonomik kriz, ülkelerin iç durumlarını ve aynı zamanda uluslararası ilişkileri çeşitli derecelerde etkiliyor. Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkiler açısından bu açık. Avrupa Birliği veya daha dar anlamda Avro bölgesi çerçevesindeki Birlik, ülkelerin devlet borçları üzerinden yapılan spekülasyonla (spekülasyon; darlıktan yararlanarak aşırı kazanç sağlamak için kurulan düzen, vurgun -çn) düzenli ve dereceli olarak sarsılıyor, kötüleşiyor. Böylece, krizin evrimi ve iniş çıkışlarından uluslararası ilişkilerin tamamı etkileniyor.

Uluslararası ilişkiler uzun vadede de krizden etkilenecek. Kapitalist dünya ekonomisinin uzun süreli bunalımına, çok sayıda ve çok çeşitli siyasi gelişme eşlik etti. Bu siyasi gelişmeler genellikle gericiliğe yönelmekle birlikte ve iflas etmekte olan kapitalizmden başka bir düzeni siyasi bir güç olarak hayata geçirme gücü olan, bilinçli işçi hareketinin zayıflaması, hatta yok olmasıyla damgalanmışlardı. Kriz, bu yöndeki gelişimi daha da şiddetlendirdi.

Sovyetler Birliği'nin dağılması, uluslararası işçi hareketinin içinden doğan Stalinist akıma son darbeyi vurdu. 1917 proleter devriminden komünist bir akım olarak doğan ve Sovyetler Birliği'nin yozlaşmasıyla kendi karşıtına dönüşen bu akım, neredeyse ortadan kalktı.

Stalinizm, proletaryanın devrimci geleneklerinin tasfiye edilmesinde, her yerde ve çok sayıdaki devrimci fırsatları kaçırmasında belirleyici bir rol oynadıktan sonra, acınılacak biçimde, giderek daha da gericileşen güçler yararına, siyasi sahneyi terk etti.

Ezilen halkların sömürgeci ya da yarı sömürgeci egemenliğe karşı, birçok mücadelesini etkileyen Stalinizmle geniş çapta damgalanan yoksul ülkelerin ulusalcılığı da (ilerici milliyetçilik) en gerici güçlerin yararına geriledi. Çin'de, Kuzey Kore'de, Vietnam'da ya da Küba'da iktidarda bulunan partiler, isimlerinde hala komünist etiketlerini barındırmalarına rağmen, ezilen halkların gözünde geçmiştekiyle aynı gücü temsil etmiyorlar.

1979 yılında İran'da, Humeyni'nin iktidara gelmesi, bu değişim ve gelişimin dönüm noktası oldu. Politik İslamcılık, belirli ölçülerde, Müslüman Arap dünyasının bir ucundan diğer bir ucuna kadar, toplumun en yoksul tabakalarının ezilmişlik duygusunun ve aşırı sefaletinin sonuçlarını kendi menfaatine göre yönlendirerek, Üçüncü Dünyacı akımın yerini aldı. Bu tabakalar, Ekim devriminden sonra ortaya çıkan komünizm ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da sömürge ve yarı sömürgeci mücadelenin başını çeken milliyetçi küçük burjuva akımların bakış açılarından yoksundu.

Bu iki gelişme, yani kapitalist ekonominin krizi ile siyasi ve sosyal kriz, sürekli etkileşim içinde. Ekonomik kriz, kapitalist ekonominin temel mekanizmalarına boyun eğiyor ve komünist devrimci bakış açısının olmayışı, burjuvaziye istediğini yapma özgürlüğü sağlıyor. Bununla birlikte, kapitalist düzenden başka bir düzen fikrinin olmayışı ve emperyalizmin dünya üzerinde egemenlik kurması, ezilen kitlelerin pusulasız kalmalarını ve yönlerini şaşırmalarını da güçlendiriyor.

Fransa'daki Ulusal Cephe'den (Front National), Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Çay Partisi'ne (Tea Party) kadar, en zengin emperyalist ülkelerde, az ya da çok, şiddetli, ırkçı ve yabancı düşmanı fikirlerle, aşırı sağ akımların yükselişine tanık olunuyor.

Bu saldırgan milliyetçiliğin yükselişi, iç içe geçmiş farklı topluluklardan oluşan nüfuslarıyla, Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinde, örneğin eski Yugoslavya'da 1991 yılından itibaren 10 yıl süren bir savaşa, 200-300 bin arasında insanın ölmesine ve bir milyon kişinin evlerinden zorla uzaklaştırılmalarına yol açtı.

Romanya, Slovakya, Macaristan gibi diğer Orta Avrupa ve Balkan ülkelerinde ise birbirlerine karşıt şovenizmlerin (gerici milliyetçilik-çn.) yükselişi, büyük bir tehdit oluşturuyor. Aynı zamanda, emperyalist kamplar asındaki güç ilişkilerinin durumuna göre parçalanıp bölünen bu bölgedeki aşırı milliyetçiler, çevrelerindeki, kendileriyle aynı dili konuşan, aynı kültüre sahip insanların yaşadığı toprakları da kendi topraklarına katmak istiyorlar. Devletlerin her biri, ya komşu ülkelerin topraklarını kendi topraklarına katmayı ateşli bir biçimde istiyor ya da diğer ülkelerin kendi toprakları üzerindeki bu tipteki şiddetli arzularının kurbanı olmaktan korkuyor.

Afrika'da,toplum için başka bir bakış açısının olmayışı, kendisini saldırgan ve şiddetli etnik çatışmalarla ifade ediyor. Bu durum, Liberya, SierraLeone, Randadaki etnik topluluklar arasındaki çatışmaların ardından, Kongo'yu da sarsmaya devam ediyor. Kapitalizmin gelişmesinin dışarıdan dayatıldığı, farklı etnik toplulukların daha geniş bir potada eriyip kaynaşamadıkları diğer birçok ülkede de etnik çatışma tehdidi var.

Uluslararası ilişkiler bu bağlamda farklılaşıp değişiyor. İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen 40 yıl boyunca süren uluslararası ilişkilerin temel taşı, baskın emperyalist güç ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerdi. Sovyetler Birliği'nin parçalanıp dağılmasıyla belirleyiciliğinin büyük oranda kaybetti. Ama tabii tamamen de kaybetmedi.

Yeltsin yılları, Rusya için felaket oldu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, bürokratik aşiretler, ekonomiyi yedek parça gibi satmaya çalışırlarken, Rusya da dağılmaya başladı. ABD, Rusya'nın eskisi gibi uluslararası sahnede dikkate alınan bir güç haline gelmesini engellemek için fırsattan yararlanarak, dünyanın tek "süper gücüne" dönüştü.

NATO, eski Halk Demokrasileri olan doğu Avrupa ülkelerine doğru genişlemekle kalmadı, aynı zamanda,Ukrayna ve Gürcistan gibi diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri'ni kendisine dahil etme isteğiyle Baltık Ülkeleri'ne kadar genişledi.

Putin iktidarı altında rejimin nispi olarak sağlamlaştırılması, ortadan kalkan Sovyetler Birliği'nin temel mirasçısı olan Rus devletini, yeniden süper güç yapma olanağını sağlayamadı. Buna rağmen Rusya'ya, büyük, güçlü devletler konserinde yer verdi. Rusya, böylece, büyüklüğü, kaynakları, askeri gücü bakımından ve aynı zamanda da diplomasi alanında Sovyetler Birliği döneminden kalma ittifak ve ilişki oyunlarından yararlandığı için büyük, güçlü bir devlet olarak kalıyor. Rusya, ABD'den farklı, hatta ona karşıt olduğu zamanlarda da, kendi öz çıkarları doğrultusunda bir dış politika yürütüyor. Bu durum Suriye olayında bir kere daha görüldü.

ABD, düzenli olarak açıklanan,aynı zamanda da düzenli olarak abartılan düşüşüne rağmen Sovyetler Birliği'nden rakip olarak kurtulmuş olsa bile, dünya üzerinde egemen emperyalist bir güç olarak gezegeni onunla paylaşmak zorunda. ABD de kendisini zayıflatan krizin etkisine maruz kalıyor ama bu krizin oluşumunun ana faktörünü de yine o oluşturuyor. Bununla birlikte, krizin dünyanın geri kalanı üzerinde, belirli bir ölçüde de diğer emperyalist ülkeler üzerinde sonuçlarını reddeden de yine sadece o. Doları, uluslararası ticarete egemen olduğu, bu egemenliğinde ABD emperyalizminin uluslararası ekonomi üzerindeki egemenliğini yansıttığı için, buna olanağı var. ABD, dünya üretim sistemine büyük oranda hakim. Tröstlerinin ülke dışındaki şirketler üzerinde egemenliği, yakından takipçisi İngiliz tröstlerininkinden üç kat daha fazla.

Büyük ABD bankaları, dünya bankacılık sistemine hakim. ABD, araştırma ve yeni teknolojilerin başını çekiyor.

ABD'nin askeri donanması, dünyanın bütün denizlerinde hazır. İsteseler de olanakları yetmeyen diğer bütün güçlü emperyalist ülkelerin yöneticilerini öfkelendiren casusluk ağlarından ve tüm iletişim ağlarını dinlemesinden söz etmeden geçilse bile, askeri üsleri ve ince bir gözetim ağı ile bütün dünyayı kuşatıyor. ABD emperyalist dünya düzeninin, polis şefliğini yapıyor. Afganistan'da hala 60 bin ABD askeri var. Bu sayı, Obama'nın cumhurbaşkanlığına başladığı yıllardaki sayının iki katına denk. Irak'ta, ABD işgalinin son bulduğunu söylemek kurgudan başka bir şey değil, çünkü sadece ordu, sözleşmeli askeri güçlerle yer değiştirdi. ABD, Yemen gibi Pakistan'ın aşiretler bölgesinde de adı konmayan bir savaş yürütüyor.

İkinci derecede önemli güçlü, emperyalist devletlerin, özellikle de Avrupalı emperyalistlerin, ABD ile emperyalist egemenlik konusunda rekabette geçmişten daha fazla yeteneği yok.

Genel olarak kriz, özellikle de spekülatif iniş çıkış ve sarsıntılar, Avrupa Birliği'nin sınırlılığını gösterdi. Birliğin yandaşları, Avrupa Birliği'nin topraklarıyla, bu topraklarda yaşayan insanların sayısıyla, sanayi alanındaki gelişmişliğiyle Birliğin, ABD ile rekabet edebileceğini, hatta emperyalist dünyanın liderliği için ona meydan okuyabileceğini ima ediyorlardı. Ama kapitalist Avrupa, sadece görünüşte bir birlik oluşturmayı başardı. Birleşik bir devlet, birleşik bir burjuvazi yaratmaktan aciz olan Avrupa kapitalizmi, kaderlerini kısmî olarak birleştiren burjuvazileriyle, kapitalizmlerin yanyana gelmesinden ibaret bir Birlik ve böyle de kalıyor. Ama bu durum, birbirleriyle rekabet etmelerini de engellemiyor. Almanya, Fransa, İngiltere ve bir dereceye kadar diğer Batı Avrupa emperyalistleri, her durumda rakip belli başlı büyük emperyalist güçleri oluşturuyor.

Avrupa Birliği'ne daha önceden girmiş ya da girme talebi olan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, Batı Avrupa emperyalizminin tröstlerinin kanunlarına boyun eğmek zorunda kalan, ek alt bölge rolünü oynamaya mahkûm ediliyor.

Çok kötü ve çok az birleşmiş olan Avrupa Birliği'nin içinde, belli başlı emperyalistlerin her biri, kendi oyunlarını oynuyor. Avro bölgesine katılmayı reddeden İngiltere tarafından bu açıkça kabul ediliyor. İngiltere, eski sömürge imparatorluğuna dâhil olan ülkelere doğru açılma ve ABD emperyalizmiyle ayrıcalıklı ilişkiler geliştirmeye dayalı bir siyaset izliyor. Almanya, Avrupa Birliği'ne dahil olan ya da dahil olmayan doğu ülkelerine doğru genişleme politikasını sürdürmek için eski Sovyet blokunun sona ermesinden yararlanıyor.

Fransa'ya gelince; sadece ABD'yle ilgili olarak değil, aynı zamanda ve büyük ölçüde ortaklık yaptığı ama yine de rakip olarak kaldığı Almanya'ya da bağlı olarak, ikinci derecede önemli emperyalist güç olmaya devam ediyor. Bununla birlikte, büyük şirketleri, özellikle de bankaları, otelciliği, araba üretimi, Alman emperyalizminin yanında, Yunanistan da dâhil, Doğu Avrupa ülkeleri üzerinde egemenlik kurulması ve bu ülkelerin sömürülmesine geniş bir oranda katılıyor.

Uzun zaman ABD'li yöneticilerin de niyeti gibi görünen, Hollande'ın, Suriye'ye askeri müdahaleyle ilgili savaş çığırtkanlığı yapması, bir süre sonra ABD'nin, Esad'ı kurtarmayı seçmesiyle acınası bir biçimde gerilemesi, hem Fransız emperyalizminin hırsını ve niyetlerini, hem de müdahale olanaklarının iddia ettiği ve böbürlendiği kadar iyi olmadığını gösterdi.

Fransa, büyük, güçlü devlet ve emperyalist düzenin jandarması rolünü, kendi eski sömürge imparatorluğuna karşı oynuyor. Fransa'nın emperyalist politikası, sosyalist hükumet sırasında, bu yıl (2013) Mali'ye yapılan müdahaleyle kendini gösterdi ve özellikle daha da savaş yanlısı bir görünüm aldı.

Fransız ordusunun, Bozize'nin düşüşünün ardından, iktidarın silahlı çeteler tarafından ele geçirilmesinin devletin tamamen parçalanmasına yol açtığı Orta Afrika Cumhuriyeti'ne doğrudan veya Çad birlikleri aracılığıyla müdahale etmesi de yüksek ihtimal.

Ayrıca Sosyalist hükumet, Fransız devletinin giderek artan borçlarına rağmen, tamamıyla kendinden önceki hükumetlerin emperyalist politikasını benimsedi ve sürdürüyor. Fildişi Sahili'nde, Alassane Ouattara'nın desteklenmesinde de böyle oldu. Ouattara, Sarkozy hükumeti sırasında, Fransız birliklerinin müdahalesiyle, "uluslararası sosyalist" oluşumu savunduğunu söyleyen Laurent Gbagbo'ya karşı, Gbagbo'nun yerine iktidara yerleştirildi.

Çok sayıdaki Afrika ülkesinde, otoriter ve yolsuzluğa batmış ama kendilerini Fransız emperyalizmine adamış rejimleri desteklemek için Fransız askeri üstlerinin sürdürülmesinde de aynı durum söz konusu. Sosyalist Parti'nin muhalefetteyken "Fransafrika" diyerek kınadığı Afrika'daki durum, aynen, hatta çok daha etkin bir biçimde devam ettiriliyor.

Alman olduğu kadar Fransız da dahil, emperyalizm tarafından "Doğu'ya doğru" itmenin güçlendirilmesi, Avrupa ile Rusya arasındaki çelişkili ve çatışmalı ilişkileri daha da vurguladı. Kendi adlandırdığı biçimiyle "yakın yabancı ülkeler" yani Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan devletlerle özel bir ilişki geliştirme isteğini sürdüren Rusya, Birliğin sınırlarına yakın Moldova, özellikle de Ukrayna ve aynı zamanda Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan gibi ülkeler üzerinde etkili olmada kendisini, Avrupa Birliği ile çelişki ve çatışma içinde buldu.

Obama'nın yeniden seçilmesinden sonra ABD

Obama 2012 yılının Kasım ayında, ABD Cumhurbaşkanlığı'na dört yıl için yeniden seçildi. Yeniden seçimi, 2008 yılında var olan bazı yanılsamaların olmadığı koşullarda gerçekleşti. Obama yeniden seçilmeyi, Cumhuriyetçilerin kibirli olmalarına, onların emekçileri "yardım edilenler" diyerek küçümseyip hor görmelerine, Obama'nın politikası yerine büyük burjuvaziye (onlara direkt olarak dahil olmadıklarında) kölelik derecesinde bağlı olmalarına borçlu. Oy kullanmakta çekimser kalanların sayısı, seçmen sayısının %48'ine ulaşıyor. Bu sayı; emekçi katmanlarda daha da yüksek ve Obama dört milyon seçmen kaybetti. Aslında derinlemesine bakıldığında, Obama'nın politikası, dışarıda yapılan savaşlarla, trilyonlar harcanarak bankaların, büyük şirketlerin kurtarılmasıyla, kamu hizmetlerinin maliyetini çalışan nüfusa ödetmeyle, işten çıkarmalarla, ücretlerin ve sosyal yardımların azaltılmasıyla, Cumhuriyetçilerin politikasından pek de farklı değil.

Eğer Cumhuriyetçiler ne cumhurbaşkanlığını ne de Senatoyu kazanamadılarsa, bunun nedeni, son derece gerici bir seçim kampanyası yürütmeleri ve bu kampanyanın, seçmenlerin bir kısmını korkutulmasıdır. Aşırı sağ parti, "Tea Party", adayların seçiminde olduğu gibi kampanyada da ağırlığını koydu ancak bu eğilimin birçok adayı Senato'da yenildi. Cumhuriyetçiler, Temsilciler Meclisi'nde Demokratlardan daha az oy aldılar. Ancak seçim bölgelerinin kurnazca kesilip biçilmesiyle yapılan yeni düzenlemeler sayesinde kontrol ettikleri 26 eyalette demokratlardan daha çok koltuk elde ettiler.

Federal devletin borçları şimdi, dünyadaki bütün diğer devletlerin borçlarının toplamından daha fazla ve 17 trilyon doları buluyor. Bu borç uçurumu, 2007 yılından bu yana, özellikle de büyük finans kuruluşlarını kurtarmak için ekonomiye enjekte edilen trilyonlarca dolarla daha da derinleşti. Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, çoğu kez kitlelerini bu devasa borçla ilgili olarak, tekrar tekrar fedakârlıklara hazırlamaya yönelik, gösterişli dramatik, politikacı çatışmalarına girişiyorlar. Çünkü daha fazlasını talep etmede uzlaşma içindeler. Cumhuriyetçiler, sistemli bir biçimde kamu hizmetlerini ve sosyal harcamaları kısıtlıyorlarsa, Demokratlar da genellikle buna ayak uyduruyor. Birlikte vergileri arttırdılar, sağlık, eğitim, kamu çalışmaları, çevre koruma, iş güvenliği, gıda güvenliği, ilaçların kontrolü gibi binlerce program ve hizmette kesinti yaptılar. Son darbe olarak, uzun süredir işsiz olanlara yapılan yardımı azalttılar, ayrıca eğitim ve kamu sektörü işleriyle ilgili alanlarda on binlerce iş olanağını ortadan kaldırdılar. yüz binlerce federal devlet çalışanına ücretsiz izin dayatarak maaşları azalttılar. Ayrıca federal programlarda, sağlık sigortaları ve emeklilik aylıkları ne olursa olsun, emeklilerin haklarında kesinti yapmak istiyorlar.

Aynı zamanda, zenginlere ve büyük şirketlere hediye gibi vergi indirimi üzerine vergi indirimi getirdiler. Amazon, Google, Apple ve bunun gibi büyük şirketler, "vergi iyileştirilmesi" adı altında yapılan bir uygulama ile ya çok az miktarda vergi ödüyor ya da hiç ödemiyor. Bu, dünyanın dört bir köşesinde bulunan vergi cennetlerinde ya da nüfusundan çok daha fazla sayıda şirket bulunan Nevada, Delaware gibi eyaletlerde ikamet etmek anlamına geliyor. Bugün ABD'de çok sayıda büyük şirket ve banka, federal devlet vergilerini ya çok az ödüyor ya da hiç ödemiyor. Hatta bazıları, devletten vergi kredisi olarak milyarlarca dolar alıyor.

Son olarak hükumet, Irak ve Afganistan'daki iki uzun savaş boyunca, aynı zamanda bütün kıtalardaki petrol şirketleri, silah tüccarları ve bankalar yararına tetikledikleri savaşlarda, trilyonlarca doları yok etti.

Basın düzenli olarak, ABD'de "ekonominin kriz sonrasında yeniden atılım yapmasından" bahsediyor. Resmi işsizlik oranı, Avrupa'daki %12'ye karşılık %7.5 olarak hafifçe azalmış olsa da, bunun nedeni, çok sayıda uzun süreli işsizin iş aramayı bırakması ve istatistiklerden yok olması gibi görünüyor. İş piyasasına katılım, yani çalışma yaşına göre aktif olarak iş yaşamında olan nüfusun oranının 1970'li yılların sonundan itibaren en düşük oran olan %63.5'e düşmesi, bu durumu açığa vuran bir belirti. Federal hükumet, bu konuda yanılmıyor: Devasa borçlara rağmen finans sistemine her ay 85 milyar dolar enjekte etmeye devam ediyor. Aslına bakılırsa federal yönetim, ekonominin yeniden harekete geçip geçmeyeceğini, sıradan bir kişiden daha fazla bilmiyor.

Büyük burjuvazi, zenginlikleri kendi ellerinde biriktirmeye devam ediyor. Büyük bankalar rekor düzeylerde kâr ediyor. Otomobil üretimi tarihi olarak rekor düzeye yaklaşıyor. Bir kaçı 2009 yılında iflas ettiğini açıklayan otomobil üreticileri, yeniden kâr etmeye başladı. Emekçilerin aşırı sömürüsüyle, yüz binlerce daha az işçiyle, yarı yarıya azaltılan ücretler ve sosyal yardımlarla, fazladan milyonlarca araba üretildi.

Detroit'ın iflas ettirilmesi, büyük sermayenin, ülkenin bütününde işçilere ve yoksullara karşı açtığı savaşı çok iyi gösteriyor. Geçmişte, gelişmiş rahat bir yaşamı olan bu kent, büyük şirketlere yardımcı olmak için yaptırılan spor alanlarına ya da diğer kullanımlar için gerekli alanlara, alt yapılara, sponsorlara verilen hediyeler için yapılan belediye harcamaları ve aynı zamanda kârı arttırmak için çalışanların sayısını sürekli azaltan otomobil sektörünün kapitalistleri sayesinde beş parasız kaldı. Yöneticiler tarafından tayin edilen tam yetkili görevlilerin, ilke olarak belediyenin mali durumunu ayakları üzerine kaldırmaları gerekirken, her şeyden önce banka borçlarının ve diğer önemli borçların geri ödenmesinin garantilenmesi, halka kan kusturulması, bütün kamu hizmetlerinin özelleştirilerek satılması, kentin kendi çalışanlarının emeklilik güvencesinden, sağlık sigortasından mahrum bırakılması söz konusu. Belediyenin 18 milyar dolarlık borcunun 9 milyarı, belediye çalışanlarının emekli sandığına ve emeklilerin sağlık sigortası kasalarına ödenmesi gereken miktardır. İşte burjuvazi, açıkça bu borçları ödemek istemiyor.

Zengin sınıflar, şimdiye kadar hiç iflas durumu yaşamamış en büyük kentlerden biri olan Detroit'ten yola çıkarak, bütün Amerikan işçilerini hedef alıyor. Birçok kent, aynı nedenlerle borçlanmış durumda. Belediyeler her yerde çalışanlarına işten çıkarmalarla, ücretlerin azaltılmasıyla, ücretsiz izinlerle, sağlık sigortası, emekli aylıklarından kesintilerle, ek olarak da bütün kamu hizmetlerini budayarak fedakarlık yapmayı dayatıyor. New York belediyesinin, Sandy kasırgası kenti vurduğunda ortaya koyduğu tutum da bu tip yaklaşımı iyice ortaya çıkardı. Yetkililer, Borsayı (Stock Exchange, Menkul Kıymetler Borsası) yoluna koymakta acele ederken, kentin kasırga tarafından en çok tahrip edilen bölümünde yaşayanlar, günlerce her şeyden yalıtılmış biçimde kendi kaderlerine terk edildi.

Burjuvazinin hırsı, asalaklığı, her yerde kamunun kasalarını boşaltıyor, yıkım, acı ve üzüntü saçıyor. En zenginlerin %20'si, ulusal servetin %84'ünü ele geçiriyor. Buna karşılık, en yoksulların %40'ı ise bu zenginliklerin sadece %5'ine sahip olabiliyor. Mahalleleri bütünüyle harap eden gayrimenkul (arazi, ev, arsa, bina gibi bir yerden bir yere taşınamayan mal ve mülklerin ortak adı, emlak) krizi henüz bitmiş değil. Aileler evlerinden atılıyor, haciz edilmiş çok sayıda evi geri alan bankalar, bunları yeniden kiralamak ya da satmak için fiyatlarının yükselmesini bekliyor. Bu nedenle de bir ev bulup yerleşebilmek çok zor.

Obama'nın büyük sağlık sigortası reformuna gelince; her şeyden önce milyonlarca yeni müşterinin aktığını görecek olan sigorta şirketlerine verilen bir hediye. Şirketlerin, çalışanlarının sağlık sigortalarını yapma gerekliliğini ileri bir tarihe atmalarını, Cumhuriyetçi eyaletlerin de reformu uygulamayı reddetmesini sağlayan Obama'nın gerilemeleri, 30 milyon kadar insanın hâlâ sağlık sigortası uygulamasından yararlanamamasına neden oluyor. Diğerlerine gelince, sigorta primleri düşük olacak ama sigorta hizmetinden de en az düzeyde yararlanabilecekler. Üstelik de bir sağlık sigortası edinmek zorunlu ve ceza kapsamında olduğu için sigortaları olduğu halde sağlık harcamalarının büyük kısmını cepten ödemeleri gerekecek ve böylece birçoğu tedavi olmaktan vazgeçecek.

Sendika yönetimleri, burjuvazinin bu saldırılarına karşı emekçilere kendilerini savunmalarında yardım etmekten çok uzak. Her şeyden önce kendilerini patronların sadık ortakları olarak göstermek istiyorlar ve emekçilere fedakarlıkları kabul ettirmek için çaba harcıyorlar. Bu tabii ki onları zayıflatan bir politika. Cumhuriyetçilerin hakim olduğu bazı eyaletlerdeki yöneticiler, işverenler tarafından sendikalara verilen aidatların otomatik olarak kesilmesine son verecek kanunları kabul ettirmek için saldırıya geçti.

Seçim yılında Avrupa Birliği

Avrupa açısından, gelecek yılı damgalayan siyasi olgu Avrupa seçimleri olacak. Seçim, Avrupa'nın inşasını çevreleyen demokratik kurallar arasından en çok göze çarpanı.

Avrupa Birliği'nin bütün ülkelerinin seçmenleri, burjuva demokrasisinin ulusal parlamentolarındaki kadar az olan güçleriyle, sadece laf üreten Avrupa Parlamentosu milletvekillerini seçmek için aynı anda sandık başına davet edilecekler.

Tabii ki biz de belediye seçimlerinden sonra yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de tavrımızı koyacağız. Bu tavır, belediye seçimlerinde olduğu gibi "emekçilerin sesini duyurmak" eksenininde olacak.

Sadece Birliğe veya Avrupa'ya karşı olduğumuzu dile getirmekle kalmayıp, belirli sayıdaki ülkenin burjuvazisi tarafından ortaya konulan kurum ve kuruluşların ne Birlik ne de Avrupa anlamına geldiğini de belirteceğiz. Bu her şeyden önce, temel varlık şartı; sermayenin ve malların serbestçe dolaşımını sağlamak olan bir Birlik. Romenlere biçilen kader, insanların serbest dolaşımının nasıl olduğunu gösteriyor. Avrupa'dan söz etmeye gelince, Avrupa topraklarının yarısından fazlası ve nüfusunun da üçte biri, Avrupa Birliği'ne dahil değilken, bundan söz etmek dolandırıcılıktan başka bir şey değil.

Bazı devletlerin diğer bazılarını egemenlikleri altında tuttukları, emperyalist olan, birbirleri arasındaki rekabet ve çıkar ilişkileri ve çatışmaları hiç bir zaman son bulmayan devletlerin bir araya gelmeleriyle oluşan sahte bir Birlik. Avrupa bugün, Avrupa Birliği'nin inşası için ilk taşın konulduğu, yaklaşık 60 yıl öncesinin Avrupa'sına göre daha fazla sınıra sahip. Sınırların katlanarak artması, ulusal azınlıklar sorununu çözmek yerine, daha da arttırdı.

Daha önceki seçimlerde yaptığımız gibi, bunda da, Avrupa'nın birleşmesinin kapitalist temelde bile olsa, bir gelişme olduğunu tekrar edeceğiz. Ama tam da bu anlamda, burjuvazi, artık hiç bir alanda gelişim ve ilerleme gerçekleştirmede yetenekli değil.

Avrupa'yı ve ekonomisini parçalayan korumacı engellere ve ulusal sınırlara karşı olduğumuzu bir defa daha tekrar edeceğiz.

Açık ya da üstü örtülü her türlü şövenist demagojiye, sömürülenlerin değil sadece kapitalistlerin çıkarlarını gözeten korumacılığa karşı "proleterlerin vatanının olmadığı" fikrini ileri süreceğiz.

Komünizm için bu mücadelenin anlamının; büyük sermayenin kamulaştırılması, sermayenin diktatörlüğünden kurtulan bir Avrupa'nın geleceğinin ise sınırların ortadan kaldırılması, etrafında dikenli teller olmayan, dünyaya açık bir Avrupa olması gerektiğini ileri süreceğiz. Komünist olmanın, aynı zamanda enternasyonalist olmayı da gerektirdiğini, çünkü özel mülkiyet ve sömürüden kurtulmuş geleceğin toplumunun, sadece enternasyonalist düzeyde gerçekleştirilebileceğini ileri süreceğiz.

Bugünün kapitalist toplumu çerçevesinde yer alan bütün talepler için işçi sınıfının mücadelelerini birleştirenlere öncelik veriyor, bölücü olanları, halklar arasına hiyerarşik düzeyler yerleştirmeye çalışanları ise reddediyoruz.

Rusya

2007-2008 yılından beri dünya krizinin dönüştüğü son aşama, eski Sovyet ekonomisinde olup bitenleri ansızın yeniden gündeme getirdi. Bir parazit yığını tarafından yağmalanan, parçalanan Sovyetler Birliği'nden geriye kalanlar, çürüyüp kokuşmaya devam ediyor. SSCB'nin, devlet mülkiyetinin ve planlamanın da ortadan kalkmasından 20 yıl sonra, kapitalist kârın yem olarak kullandığı başka bir isim "özel girişim de dâhil" hiçbir şey, ekonominin bu devasa ülkenin boyutlarında yeniden canlanmasını sağlayamadı.

Özel sektörde üretken yatırımlar durmuş durumda: Rus ekonomisinin motorları olan, finansmanı kamu fonlarıyla sağlanan büyük projeler, büyük çabalarla, güçlükle ayakta durabiliyor. Yıpranmış eski fabrikaların üretim maliyetleri öylesine yüksek ki bu fabrikalarda üretilen mallar, yabancı ülkelerdeki aynı mallardan daha pahalı oluyor.

Yetkililer, yeniden, "basit kararlar döneminin geride kaldığını" ilan edecekler. Medvedev'e göre "yapısal reformları" başlatacaklar. Gerçekten de IMF ve Dünya Bankası, kısa bir süre önce bu reformları geciktirdikleri için onları eleştirmişti.

Fazla sermaye olmayınca, böylesi bir karar pek de "basit" değil. Çünkü Kıbrıs'ın iflası, Rusya'nın ayrıcalıklı, varlıklı takımının, her düzeyden bürokratların ve her çeşidinden burjuvaların, ülkede elde ettikleri geliri, zenginliklerin büyük bölümünü vergi cennetlerine göndermeye devam ettiklerini gözler önüne serdi.

Rusya'da verimli, kârlı olmayan fabrikaların kapatılmasına karar verilmesi basit bir şey değil ama örnekleri de az değil. Bazısı Sovyet döneminin, sanayi gelişiminin çerçevesini oluşturan "tek-kent", buna bağlı olarak da "tek-sanayi" olan, bütünüyle bir kenti yaşatan bu tip fabrikaların kapatılması, sosyal patlama tehdidi taşıyor. Eski bile olsalar, bu sanayi sitelerinin, birçok durumda, bir sürü yerel bürokratın varlıklarının ve her şeyden önce de onların siyasi ve sosyal ağırlıklarının garantisi olduklarını unutmamak gerekir.

Dünyadaki krizin etki ve tepkileriyle karşı karşıya kalan, ihtiyatla tasarruf etmeye çalışan Kremlin, kemer sıkma politikaları uygulamaya ve bütçe kesintileri yapmaya başlıyor. %7 civarında gerçekleşen enflasyon artmayı sürdürürken 1.5 milyon memurun maaşlarının dondurulması, kamu hizmetleri tarifelerinin yükseltilmesi, su ve elektrik tüketiminde bir çeşit kotanın uygulanmaya konması, bütün bunlar, mahrumiyete veya kitlelerin faturalarında artışlara yol açıyor.

Rejim, Putin'in 2000 yılında iktidara gelişinden beri saygınlığını yeniden kazanmak, arttırmak ve Rusya Bilimler Akademisi'nin tahminlerine göre Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin yıkılışından sadece nüfusun %10'unun kazançlı çıktığını kitlelere unutturabilmek için milliyetçiliğe, Çarların büyük Rusya'sının ruhlarına veya Stalin döneminin büyük, güçlü Sovyetlerin anılarına açıkça göndermeler yapıyor.

Birioulevo'daki (Moskova) pogrom (bir etnik ya da dinsel azınlığa karşı yapılan ölümcül saldırılar) ve ona benzer diğer olaylar, resmi yabancı karşıtı propagandanın nasıl gerçeğe dönüştüğünü ve yetkililerin, kitlelerin öfkesi karşısında burjuvalar ya da üst düzeydeki bürokratlar olsun, iktidardakilere, zenginlere saldırmalarından korktukları için çıkarları gereği, "yabancıları" nasıl günah keçisi, her şeyin sorumlusu olarak gösterdiklerini ortaya koydu.

Putin, 2011-2012 yıllarında, kentsel küçük ve orta burjuvazi tarafından, kitlesel, ancak sessiz sedasız bir biçimde desteklenen Kremlin karşıtı protestoları frenlemeyi başarmış gibi görünüyor. 2013 yılının Eylül ayında yapılan belediye seçimlerinde Moskova'dan aday olabilmesi için, 2011, 2012 yıllarındaki protesto gösterilerinin simgesi olan Navalny'i serbest bırakma lüksünü kendisine sunabildi. Genel olarak ve görünürde de fazla bir hile karıştırılmadan yapılan bu seçimlerde, iktidarın adayı olan ve hali hazırda belediye başkanlığı yapan aday tarafından yenilgiye uğratıldı. Başkentin hızı kesilen ve gerileyen küçük burjuva protestoları, seçim sandıklarında ifade edilme olanağı bulamadılar.

Avrupa Birliği'nin ve en geniş anlamda da güçlü emperyalist devletlerin, SSCB'nin yıkılışından sonra ortaya çıkan Ukrayna, Ermenistan, Gürcistan gibi bazı devletler yönünde girişimlerini yeniden başlatması, sadece Putin'i her yönden kuşatılmış bir Rus toplumunun savunucusu konumuyla güçlenmesine yaradı.

Moskova'yı, Kiev'e (Ukrayna'nın başkenti) karşıt kılan güç ilişkisi, Kremlin, Ukrayna'yı kendisinin Beyaz Rusya ve Kazakistan ile olan gümrük birliğine sokmak isterken, Ukrayna'nın, Avrupa Birliği ile bir ortaklık anlaşması imzalamaya girişmesi, "blok politikasının" SSCB ile birlikte yıkılmadığını hatırlatıyor.

Bu gerilimin en önde gelen sorumlularının emperyalist devletler olduğunu hiçbir zaman saklamayan Kremlin, gerilimi ülke içindeki kendi konumunu güçlendirmek için kullandı. Bu, sağ ve küçük burjuva muhalefetin bir kısmını susturmaya katkıda bulundu. Dünya krizinin direkt hatta dolaylı etkileriyle, bu durumun işçi sınıfının morali üzerinde rol oynaması olasılığı da söz konusu. Grevcilerin mücadeleleri önceki yıllara oranla azaldı.

Çin

Çin'deki ekonomik büyümenin yavaşlaması 2013 yılında onaylandı. 1990 yılından bu yana GSYİH (Gayrı safı yurt içi hasıla) yılda %10 oranında artarken, büyüme, şimdi %7.5'e geriledi. Bu durum, dünya krizinin, 2007 yılında GSYİH'nın %36'sını oluşturan, 2009 yılında ise %26'ya gerileyen Çin'in ihracatına olumsuz etkisiyle açıklanabilir. Hatta kuşkusuz bu rakamlar, gizli borçlar, güçsüz bankalar ve gayrimenkul spekülasyondan oluşan bir buz dağının sadece ortaya çıkan çok az bir parçası.

Kredi balonu şişmeye devam ediyor. Bankaların harekete geçirdikleri ama henüz geri alamadıkları para miktarı, 2007 yılından beri, iki katından daha fazla arttı. Merkezi devletin borçları, GSYİH'nin %14 gibi düşük bir düzeyde kalsa da, batılı devletlerle kıyaslandığında bu rakam, bir aldatmacadan başka bir şey değil. Devlet, 2008 yılından beri ekonomiye hatırı sayılır miktarlarda para enjekte etti. Uzun zamandan beri, ne yerel yönetimlerin ne de örneğin, Demiryolları Bakanlığı gibi bazısı çok fazla borçlanmış idari birimlerin borçlarını hesaplamıyor. Bu ise borçların GSYİH'nın %45'ine kadar yükselmesine neden oluyor. Ayrıca yerel yönetimler, bu gizli borçları belirlemede yetersiz olduğunu itiraf eden merkezi iktidarın çözmekte yetersiz olduğunu söylediği bir keşmekeş içinde. Kendilerini finanse edebilmek için Opak, yani şeffaf olmayan yapılar, "yerel yönetim finansman platformlarını" oluşturdular.

Gayrimenkul spekülasyonu, yıllardan beri en yüksek düzeylere ulaştı. Ülkede, dünyada üretilen çimentonun yaklaşık %60'ının ve inşaat malzemelerinin de %43'ünün tüketilmesinin nedeni, sadece kent nüfusunun büyümesi değil. Basın, Moğolistan'daki Ordos kentinin bir mahallesi olan ve 1 milyon kişiyi barındırmak için kurulan ama sadece 30 bin nüfusu bulunan Kangbashi gibi "hayalet kentlerin" katlanarak arttığını yazıyor. Yaklaşık 70 milyon ev boş duruyor, otoyollar ve hava alanları kapasitelerinin çok altında kullanılıyor. Bu durum, ABD veya İspanya'da olduğu gibi inşaat sektöründe bina yapımının patlama düzeyinde devam etmesini engellemiyor. Bir uzmanın açıkladığı gibi, "gayrimenkul alanının finansmanına devam etmek ve bunu gerçekleştirmek için ortalamanın çok daha üzerinde kazanç olanağı sunmak gerekir." Sorun bu balonun patlayıp patlamayacağından emin olmak değil, tam olarak ne zaman patlayacağını ve sonuçlarının ne olacağını bilmek.

Kuşkusuz, Çin'in dünya sahnesindeki yükselişi devam ediyor. Çin bugün kömür, çelik, alüminyum, gübre, çimento, tekstil, televizyon, bilgisayar ve telefon üretiminde dünyada birinci sırada. Hacim olarak, dünyanın ikinci büyük ekonomisine ve dünyanın en yüksek döviz değişim rezervlerine sahip. Bu düzeyler onun devasa nüfusuyla kıyaslanırsa, kişi başına düşen GSYİH çok mütevazı bir düzeyde kalıyor. Yapılan hesaplara göre, bu rakam yıllık 5 bin 400 ile 7 bin 600 dolar arasında kalıyor. Çin buna göre Dominik Cumhuriyeti, Tunus ve Arnavutluk'tan sonra dünya ülkeleri arasında 90. sırada yer alıyor.

Daha önce, devletçiliğin Çin ekonomisinin geçmişte ve günümüzdeki gelişmişlik düzeyinde oynadığı rolü vurgulama fırsatımız oldu. Devlet, sadece Mao Zedung döneminde gelişmenin temellerini atmakla kalmadı, aynı zamanda, ekonominin bütün sektörlerinde önemli ve belirleyici bir rol oynamaya devam ediyor. Banka faiz oranlarını ve dünya piyasasında uygulanacak Çin para kurunu belirliyor. Aslında fiyatları ve üretimin temel faktörlerinin dağılımını da belirleyip sabitleştiriyor. Bütünüyle devlet tarafından kontrol edilen 4 büyük bankanın dışında kalan diğer kredi kuruluşları ve küçük bankalar genellikle yerel yönetimlere bağlıyken, bu 4 büyük banka, tek başlarına banka varlıklarının yarısını kontrol ediyor. Devlet, bütün büyük şirketleri kontrol ettiği gibi başlıca toprak kaynaklarını da kontrolü altında tutuyor. Hatta birçok analiz, 2008 krizinden bu yana devlet denetiminin daha da güçlendiğini vurguluyor. Dengeleyici ve istikrar sağlayıcı bir rol oynayan ve bu rolü oynamadığı takdirde ülkenin 1949'dan önce olduğu gibi yerli ve yabancı burjuvazinin ellerinde paramparça olacağı açık olan devlet, belirli bir ulusal kalkınma düzeyine ulaşmak üzere ihtiyatlı davranmaya devam ediyor.

Toplumun, yaşamsal bütün alanlarında hazır bulunan bu devlet nüfuzu ve erki, Çin burjuvazisinin zenginleşmesiyle hiçbir çelişki teşkil etmiyor. İş çevreleri ve politik, idari sorumluların kalabalık kastı, birbirleri içinde eridikleri söylenemese de sıkı sıkıya iç içe geçmiş durumda. Birkaç örnek vermek gerekirse, Comac havacılık inşaat şirketinin yöneticisi, aynı zamanda Hebei Eyaleti'nin valisi; en büyük Çin otomobil şirketinin eski başkanı, Jilin Eyaleti vali vekili; Chinalco'nun (Çin Alüminyum Şirketi) patronu, Devlet İş Konseyi vekili (Başbakan Yardımcısı) oldu. Çin, 1949 yılından sonra bile bir burjuva devleti olarak kaldı. Maocu dönemdeki kadroların ve ayrıcalıklı tabakaların zenginleşmesi çok gizli ve sıkı sıkıya ölçülüyken, şimdi tamamen açık ve hiç bir sınır tanımadan gerçekleşiyor.

Devlet zirvesinin el değiştirmesi, 2012 yılının Kasım ayında yapılan Çin Komünist Partisi'nin kongresinde verilen kararda yer alan biçimiyle, 2013 yılının Mart ayında öngörüldüğü gibi gerçekleşti. Bazen, Bo Xilai davasında da görüldüğü gibi, ülkenin yöneticileri arasında yer alan kişiler ve klanlar arasındaki mücadelenin sonuçları, çok iz bırakmadan görülüp geçiliyor. Maocu devrimin kahramanlarından birinin oğlu olan Çin Komünist Partisi yönetiminin eski yükselen yıldızı Bo Xilai, Chongqing'deki parti bürosunun yöneticisiyken, yolsuzlukla şiddetle mücadele etmekle ün kazandıktan sonra, "yolsuzluk, devlet fonlarından zimmetine para geçirme ve görevi kötüye kullanma" suçlarından, müebbet hapse mahkum oldu. Duruşmasının, devletin zirvesinde bir hesaplaşmayı da kapsayacağından kim kuşku duyabilir? Yolsuzluk, resmi memurlar tarafından yargılanıp damgalansa da tabii ki değişik oranlarda iktidarın en yükseğinden en alçağına kadar bütün düzeylerini, küçük kentlerin belediye başkanlarından devlet başkanına kadar bütün yöneticilerini etkiliyor. Eski başbakan Wen Jiabao, 10 yıl boyunca yolsuzluk karşıtı ve toplumsal "uyum" adına yaptığı konuşmaları katlayarak arttırdı. Ama şimdi, Wen ailesinin mal varlığı birikiminin 2.1 milyar Avro olduğu biliniyor. Halk Cumhuriyeti'nin yeni Cumhurbaşkanı Xi Jinping'e gelince, rejimin yöneticilerinin oğullarının adlandırıldığı gibi "Kızıl Prens" diye adlandırılan Xi Jinping'in ailesi, daha o iktidara gelmeden önce Hong Kong'da birçok lüks mülkiyete ve çeşitli işlerden elde edilmiş onlarca milyon dolara sahipti. Yani Çin'de yönetici çevrelerine dahil olmak, kişisel zenginleşmenin garantisi oluyor.

Çin işçi sınıfının aşırı sömürüsü ve kırsal kesimden 300 milyon fakirleşmiş insanın atölyelerde üretime ve inşaat sektörüne girmesi, Çin'in 30 yıldan beri büyümesinin belli başlı temellerini oluşturuyor. Eğer Amerikalı, Avrupalı ya da Asyalı çok uluslu şirketler, ülkenin proleteryasının sırtından, çok önemli miktarlarda artı değer ve kâr elde etmeye devam ederlerse, ülkenin orta ve büyük burjuvazisi de aynı hızla zenginleşir. İşçi sınıfı, ülkenin sanayileşmesi ve kentleşmesi için yüksek bedeller ödemeye devam ediyor. Bu durum, bitmez tükenmez çalışma saatleri, dinlenme günlerinin yokluğu, fiziksel cezalar, mesleki zehirlenmeler, iş kazaları, ücretler üzerinden kesintiler, ücretleri geç ödeme ve işten çıkarmalar gibi bin bir çeşit yöntemle sürüyor. Bütün bunlara hava kirliliği, sağlık ve beslenme alanlarında skandallar, sanayi, gayrimenkul mallar gibi projelerle ilgili kamulaştırmalar da ekleniyor.

Dünyanın en büyük işçi sınıfı olan Çin işçi sınıfının yürüttüğü mücadelelerin bir değerlendirmesini yapmak çok zor. Mücadele, politik baskı, var olan tek sendikanın patronlar ve yetkililerle gizlice anlaşması nedeniyle oldukça zor. Buna rağmen, çeşitli yankılar, çalışma koşulları ve ücretler üzerine yapılan mücadelelerin ve grevlerin katlanarak arttığına da tanıklık ediyor. Mücadele ve grevlerin, en sanayileşmiş ve kalabalık kıyı bölgelerinde her yıl %15 kadar artmasının da başka hiçbir açıklaması yok. Buna karşılık, işçi sınıfının çıkarlarını dile getiren bir politik perspektifin ifade edildiği görülmüyor. Çin'de, işçi sınıfının çıkarlarını savunan bir politik perspektif vardı ama Troçkist Sol Muhalefet'in 1930 ve 1940 yılları arasında Çan Kay-Şek yönetimi, daha sonra da Maocu rejim tarafından ezilmesiyle yok edildi. Çin proletaryasının geleceği, sonuçta bu geleneğin yeniden doğuşuna bağlı.

"Arap baharından" sonra Tunus ve Mısır'da tepkiler sürüyor

"Arap baharı" diye adlandırılan dönemin üzerinden yaklaşık üç yıl geçti. Arap baharını yaşayan farklı ülkelerde, bu baharın, demokrasiye geçişi getirmesi beklenirken, şu anda var olan durum, bunun hayal olduğunu ortaya koyuyor. Yoksul kitleler arasında demokrasi ümidi uyansa da, kitlelerin büyük çoğunluğu hayal kırıklığına uğradı.

Kendi diktatörü Bin Ali'den ilk kurtulan ve "Arap Baharına" ivme kazandıran ilk ülke olan Tunus, şu anda bütünüyle siyasi bir krize gömülmüş durumda. 6 aydan az bir zaman önce, iki sol militanın öldürülmesi, Ennahda'nın hakim olduğu iktidara sorun yarattı ve bu olayda işbirliği yapmakla suçlanmasına yol açtı. Ama kriz, temelde derin bir toplumsal kriz üzerinde ilerliyor. İktidar, saygınlığını ve inandırıcılığını yitirirken, nüfusun çoğunluğu sefalete gömülüyor ve hoşnutsuzluğu dile getiren protesto gösterileri katlanarak artıyor.

Ancak Arap dünyasındaki önemi ve merkezi siyasi rolü bakımından en açık ve aynı zamanda da en belirleyici gelişme, Mısır'da gerçekleşti. Geçtiğimiz 3 Temmuz'da yapılan darbe, Muhammed Mursi tarafından yönetilen Müslüman Kardeşler hükumetine son verdi. "Tammarod" (İsyan) hareketi tarafından, 30 Haziran'da düzenlenen devasa protesto gösterisinden sonra harekete geçen ve Mursi'nin görevine son veren ordu, eylemini halkın iradesinin yerine getirilmesi olarak sundu. Sol politik güçler, laik milliyetçiler ya da 2011 yılından beri Mısır'ın içinde ya da dışında orduyu halk iradesinin uygulayıcısı gibi sunmaya katkıda bulunan liberaller, orduya yardım etti. Sade, mütevazı erler, gerçekten de içinden çıktıkları kitleye çok yakın olsalar da, her orduda olduğu gibi kararları onlar değil, ordunun kurmayları, üst düzeyde yer alan subaylar alıyor. Ve açıkçası ordunun yüksek rütbelilerinin yoksulların çıkarlarını savunmaktan çok daha farklı hedefleri var.

2011'in Şubat ayında, Mübarek'in iktidardan indirilmesi ve yerini demokrasinin yolunu açacağı düşünülen Silahlı Kuvvetler Yüksek Kurulu'nun alması, Amerikan emperyalizminin ve ordunun üst düzey yöneticilerinin işbirliğinin ürünü oldu. Kitlelerin nefret ettiği, bütün açıklığıyla siyasi olarak yıpranmış bir diktatörden kurtulmak söz konusuydu. Askeri yönetim, temel olanı yani iktidarı korumak için, aynı zamanda da "defol" sloganlarıyla başlayan, sadece devlet iktidarının dağılmasına değil, sonuçta sınıf çıkarlarının politik ifadesini aradığı gerçek bir devrime yol açabilecek bir halk hareketini de engellemek için bulunan en iyi yöntemdi.

Mübarek'in gidişi, orduya kendisini bir defa daha "halkın kurtarıcısı" emperyalizmin ve burjuvazinin çıkarları yararına var olan koşulların hakemi gibi sunma, önceki yıllarda kaybettiği itibarı kazanma olanağı veren operasyonların başlamasına yol açtı. Ayrıca ordu, hiçbir zaman iktidarı tam olarak terk etmemişti. Hatta 2012 yılının Haziran ayında yapılan seçimlerin ardından, Müslüman Kardeşler'in temsilcisinin cumhurbaşkanı seçilmesinden ve devlet kurmaylarının en ön planda olanlarının yerlerine kendi adamlarını yerleştirmeye çalışmasından sonra bile ordu, perde arkasındaydı.

Ekonomik ve sosyal krizin derinliği, Mursi hükumetinin hızla inandırıcılığını, itibarını ve kendisine duyulan güveni kaybetmesine yol açtı. Hükumet, sonuçları halk kitleleri için oldukça dramatik olan krizden çıkma yollarını aramak yerine İslamcı kökten dincilerin buyruklarının derhal uygulanmasını talep eden kendi öz birliklerini memnun etmekle daha çok meşgul oldu. Bu kuşkusuz, İsyan hareketinin, Mursi'nin görevden alınması için yaptığı kampanyanın başarısını da açıklıyor. Bu kampanya, ordunun da desteğini aldı. Ama şu anda bu desteğin ne kadar büyük ve hangi ölçüde olduğunu söylemek oldukça zor.

3 Temmuz darbesi açıkçası ordu ile Müslüman Kardeşler cemaati arasındaki çatışmanın dönüm noktası oldu. Bu iki güç arasındaki rekabet, yıllardır Mısır politika tarihinin dokusunu oluşturuyor. Ordu, Müslüman Kardeşler tarafından örgütlenen karşı saldırıya, protesto gösterilerine, cemaat yanlılarının bir kan gölünde boğulması ve ülkenin bir iç savaş havasına gömülmesiyle, korkunç bir baskı ve şiddetle yanıt verdi.

Bununla birlikte darbe, Müslüman Kardeşlerle hesaplaşmanın da ötesinde, Mısır burjuvazisinin ve emperyalizmin daha temel bir sorununa yanıt veriyordu. Mısır, birkaç yıldan beri hatta Mübarek'in iktidardan ayrılmasından bile önce, sosyal istikrarsızlık dönemine girmişti. Grevlerin katlanarak artması, işçi sınıfının bir kısmının artık içinde bulunduğu sefalete katlanamadığını, kendisini koşullarının iyileştirilmesi talebinde bulunmak için yeterince güçlü hissettiğini gösterdi. Ancak talepleri tamimiyle sadece ekonomik alanda kalıyordu. Bu duruma bir de Mübarek'in diktatörlüğüne katlanamayan ve bunu ifade etmek isteyen küçük burjuvazinin bir kesiminin hareketliliği eklendi.

İktidar, küçük burjuvazinin bazı taleplerini yüzeysel olarak karşılamayı tasarlasa da en geniş kitlelerin taleplerini yerine getiremez. Çünkü Mısır burjuvazisinin aç gözlülüğü ve hırsı, büyük emperyalist sermayenin kârının çok az bir kısmını bile bırakmak istememesi, buna izin vermez. Yeni askeri gücün temel amacı, kitlelerin taleplerinin yükselişine karşı koyabilmek ve eğer mümkün olursa da, bu talepleri bastırıp yok etmek.

Ayrıca ordu, ister Mursi'nin iktidarı sırasında, isterse ondan önce ya da sonra olsun, grevcilere ve Mısır emekçilerinin kendiliğinden hareket ve eylemlerine karşı baskı uygulamayı her zaman sürdürdü. Ordu, emekçileri bekletmek için, 3 Temmuz operasyonunda kazandığı siyasi itibarı kullanmaya çalışsa bile gerilemedi. Kuşkusuz, en direkt baskı ve şiddet karşısında bile gerilemeyecek. Yeni iktidar, Ağustos ayındaki çatışmalardan sonra, sokağa çıkma yasağı kararı aldı ve yeniden olağanüstü hâl ilan etti. Bu olağanüstü hâl, otuz yıldır Mübarek'in egemenliği altında olduğu gibi sürdürülebilir ve sadece Müslüman Kardeşler'i de hedeflemiyor.

3 Temmuz darbesi, kitleleri, dincilerin kendi kanunlarını dayatmasından bile korumuyor. Darbe ayrıca, Müslüman Kardeşler ile rekabet eden, Suudi Arabistan'ın açık desteğinden yararlandı ve darbenin lideri General Abdülfettah El Sisi, Arabistan'ı memnun etmeyecek hiçbir şey yapmayacak. Ayrıca, ordu tarafından Müslüman Kardeşler yanlısı protesto göstericilerine karşı uygulanan şiddet, bu gerici ve bağnaz örgütün temsil ettiği tehlikeyi bertaraf etmekten de çok uzak. Müslüman Kardeşler, kitlelerin içine derinlemesine yerleşmiş durumda. Bunu özellikle de kontrolü altındaki Müslüman ülkelerde köktenci İslamcı örgütlerin temel desteği olan, sosyal yardım kurum ve kuruluşları aracılığıyla gerçekleştiriyor.

Müslüman Kardeşler cemaatinin liderleri, askeri gücün hızla itibarını kaybedeceğini ve belki de bunun onlara daha güçlü bir biçimde geri gelme olanağı sağlayacağını biliyor. Ayrıca, 2013 yılı Ağustos ayının kanlı günlerinden sonra kuşkusuz daha da radikalleşmiş, sadece askeri güçten öç almak isteyen İslamcı militanlara, aynı zamanda da laiklere, sola ya da ordunun yanında yer alan azınlık Kıptîler'e (Kıptîler veya Koptlar; Mısır'ın eski halkına verilen ad) dayanabilir. Müslüman Kardeşler'i sadece hızla güçlendirmeyecek, aynı zamanda burjuvazi için yararlı olmalarını sağlayacak olan belki de bu olabilir. Mısır iktidarı geçmişte, Müslüman Kardeşlerle açıkça işbirliği yapma ve onu bastırma dönemlerini birbiri ardına yaşadı. Eğer askeri iktidar, kitleleri engellemekte yetersiz kalırsa, kitleleri ayırmadan üzerilerinde hakimiyet kurmak, taleplerini boğmak ve büyük bir olasılıkla da şiddetle bastırmak için Müslüman Kardeşler cemaatine başvurabilir.

Hakim sınıflar, Tunus'ta olduğu kadar Mısır'da da, kitleleri bastırıp var olan durumu istikrara kavuşturmaktan çok uzak. Bununla birlikte, mevcut durum, daha şimdiden, kitlelerin kaderlerinde gerçek bir iyileşmenin -eğer kitleler devrimci siyasi hedefleri benimsemezlerse- ne kadar imkansız olduğunu vurguluyor. Kitlelerin en acil taleplerini yerine getirmenin tek yolu, burjuva devletini yıkmak, emekçilerin ve yoksul kitlelerin iktidarını inşa etmek ve emperyalizmin egemenliğine son vermektir. Haklar, demokratik özgürlükler ve sosyal adalet için savaş, Mısır, Tunus gibi yoksul ülkelerde ve diğer birçok Arap ülkesinde, sadece burjuvazinin kamulaştırma sonucunda mülksüzleşmesi yoluyla, kendi kurtuluşu için mücadele eden bilinçli işçi sınıfı tarafından sonuna kadar yürütülebilir.

Suriye'de kitlelerin tümü için felakete yol açan iç savaş

"Arap Baharı'nın" devamının en dramatik olduğu yer, ardından şiddetli bir iç savaş başlayan Suriye oldu. Beşar Esad rejimi, 2011 yılının başında ayağa kalkan kitlelerin daha çok adalet ve özgürlük isteyerek yaptıkları ilk protesto gösterilerine şiddetli bir baskıyla cevap verdi. Kitle eylemlerinin yerini, hızla bir silahlı ayaklanma aldı ama bu ayaklanmanın hedefleri tamamen farklıydı.

Batılı liderler, kendilerine çok iyi hizmet eden, babadan oğula geçen Esadlar rejimine her zaman uyum sağlamayı bildiyseler de, bir Arap milliyetçisi, İran ve Rusya'nın müttefiki olarak kalan ve onların bölgedeki oyunlarını zorlaştıran bu rejimden kurtulma fırsatını da göz ardı etmiyor, yadsımıyorlardı. Bu istek, Suriye'nin komşu rejimleri için daha da geçerliydi. Esad rejimi; Türkiye, Ürdün, Suudi Arabistan ve Arap Emirlikleri için alaşağı edilmesi gereken bir rakipti. Bu ülkeler, kendi topraklarında Batılı gizli servislerin desteğiyle Suriye'deki savaşçılara üsler oluşturdular. Gönüllü gruplara ya da Esad'a karşı savaşma isteğiyle Esad'ın ordusundan kaçan askerlere silah sağladılar.

Aynı zamanda, demokratik ve rejime alternatif gibi görünebilecek bir muhalefet grubu oluşturmak için farklı birçok manevra yapıldı. Bu grupların yakın tarihli en sonuncusu, Suriye Ulusal Koalisyonu, Fransız Hükumetinin yardımıyla kuruldu ve onun tarafından da, çatışmada kendisini bir taraf olarak dayatmak için yaptığı umutsuz çabaların çerçevesinde hemen tanındı.

Bununla birlikte, Esad rejimi, en azından hızla çökeceğini sanıp bu konuda bahse girmiş olanlara hiç beklenmedik bir direnme kapasitesi gösterdi. Diğer taraftan, Türkiye'nin, Ürdün'ün ve Katar'ın itinayla seçip gönderdikleri gönüllüler arasında, El Kaide ile bağlantısı olanlar da dahil, köktenci İslamcılar giderek daha fazla ağırlık kazandı. Bunlar da, kitlelere yeni bir diktatörlük gibi davranıyor. Silahlı isyancı gruplar, muhaliflerini ortadan kaldırarak, diğer dini azınlıklara saldırarak ve herkese kendi kanunlarını dayatmak isteyerek, kitlelerin bir kısmını rejimin kucağına attılar, onun yanında yer almalarına neden oldular. Dahası, kendi "kurtuluşunu" sağlayan bir mahalle ya da bir kent, ilk olarak Esad ordusunun bombalamalarına hedef oluyor ve daha sonra da, silahlı isyancı grupların baskı ve şiddetine maruz kalarak, iki ateş arasında kalıyordu. Suriye Ulusal Koalisyonu içinde gruplaşan siyasi muhalefet, eylemleri sade ve basit bir soygun ya da çetecilik olan bu milisler karşısında hiçbir otorite kullanamayan bir yapılanma olarak görünüyor

İç savaş, Suriye halkı için öncelikle çok korkunç boyutlarda insan, daha sonra da malzeme ve politik itibarın kaybına neden oldu. 2011 yılı başındaki halk hareketi, sadece rejimin baskı ve şiddetiyle değil, aynı zamanda ona yardım ettiğini iddia eden herkes tarafından ezilip yok edildi. Komşu rejimler tarafından desteklenen silahlı çeteler, halka Esad'ın orduları kadar düşmanca davrandılar. Kitleler şu anda bütün bu yıkıcı girişimlerin tam ortasında, basit bir oyuncak haline getirilmiş durumda. İç savaşın sonucunda baskın çıkacak olan politik durumun koşulları ne olursa olsun, hem ülke hem de kitlelerin maddi ve manevi durumları için aşırı bir gerileme olacak.

Suriye krizi, Mısır'ın durumundan daha dramatik bir biçimde, bölgedeki ülkelerin kitlelerinin ve işçi sınıflarının, kendilerine özgü bir politik hedef belirleyerek, kendilerine özgü sınıf olanaklarıyla, bölge devletlerinin kurdukları baskı ve şiddet aygıtlarını yıkmak için mücadele ederek, sadece kendi kendilerine elde edebilecekleri kurtuluştan başka hiçbir kurtuluş ümit edemeyeceklerini bir kere daha gösterdi. Bu kriz ayrıca, az ya da çok güçlü devletler tarafından yönlendirilen ve kendi aralarında rekabet eden devletlerin oyunlarına boyun eğmek zorunda kalan bir bölgedeki ülkelerden birinin işçi sınıfının, diğer ülkelerin müdahaleleri altında ezilmeden önce kendi devrimini yaymak için komşu ülkelerin işçi sınıflarına bağlı olarak, derhal sınıf çıkarları doğrultusunda amaçlar belirlemesi gerektiğini de gösteriyor. Ayrıca Arap Baharı olayları sırasında, olayların bir ülkeden diğerine hızla yayılması, kitleleri, politik kaderlerinin birbirine bağlı oluğunun bilincinde olan ülkelerde ve bu ülkelerden oluşan bir bölgede, bu durumun sadece bir gereklilik değil, aynı zamanda her an gerekebileceğini gösteriyor.

Rusya

ve İran'ı da içeren uluslararası bir uzlaşma arayışı

Şu anda, Suriye krizine çözüm bulma girişimler var. Aslında ABD liderleri, artık silahlı ayaklanmanın zaferini isteyemez. Çünkü ayaklanma, Şam'da, kendilerine Esad'dan daha düşman bir iktidarın kurulmasıyla sonuçlanabilir. Öte yandan Esad rejiminin bütünüyle zafer kazanması, onları gülünç duruma düşürebilir, itibarlarını ve inandırıcılıklarını olumsuz yönde etkileyebilir. İşte kimyasal silahlar konusunda sahneye konan oyun, böylece ortaya çıktı. Batılı yöneticiler, kitlelere karşı kimyasal silah kullanmakla haklı ya da haksız olarak suçlanan Şam rejimi karşısında, yumruklarını masaya vurdular. Bu yöneticiler, bir yandan on binlerce insanın ölmesine neden olan klasik silahları onlara sağlarken, diğer yandan Şam rejiminin kimyasal silahları yok etmesini istediler. Esad rejimi, Rusya aracılığıyla kimyasal silahların teslim edeceğini bildirerek onların taleplerini karşılayabilirdi, ancak her koşulda, bunun rejim için o kadar da belirleyici bir önemi yoktu.

Aslında bu rol yapma, Batılı liderlerin geri adım atmalarını, Esad rejimiyle Rus ve İranlı müttefiklerinin garantisi altında bir anlaşmaya varma arayışlarını gizlemeye, ört bas etmeye hizmet ediyor. Seçimlerin yapılacağına dair vaatlerle süslenmiş, birkaç muhalif grubun da katılımıyla, göstermelik de olsa rejimin evrildiğini gösterecek biçimde "bir siyasi çözüm" bulunabilir. Siyasi çözüm, ülkenin yeniden inşasının koşulları, Amerikan ve Rus şirketleri için çözüm sonrasında ortaya çıkacak yeni pazarlar ve Suudi Arabistan ve Arap Emirlikleri gibi yeniden yapılanmayı finanse edecek ülkeler üzerine yapılacak tartışmaların yolunu açabilir.

Böylesi bir anlaşmanın sonuca ulaşıp ulaşmayacağını gelecek gösterecek. Tartışma uzun olabilir ve iç savaş, kitlelere dayattığı bütün yıkımıyla, acılarıyla uzun bir zaman daha sürebilir. ABD için en zor olan, kuşkusuz, böyle bir anlaşmayı müttefiklerine kabul ettirmek olacak. Böylece, Cenevre II olarak adlandırılan barış konferansına karşı muhalefet, şu anda temel olarak Suriye Ulusal Koalisyonu, aynı zamanda da Suudi Arabistan ve onun müttefikleri tarafından yapılıyor.

Aslında, ABD, Rusya ve İran'ın gözetimi altında Esad rejimi ile yapılacak bir anlaşma, Türkiye, Suudi Arabistan ve Arap Emirlikleri için bir fiyasko olabilir. Böylesi bir anlaşma, bu ülkelerin askeri eğitimlerine ve silahlanmalarına katkıda bulundukları silahlı gruplara yaptıkları yardımları kesmelerini zorunlu kılacak. Büyük bölümünü cihatçıların oluşturduğu görülen bu silahlı gruplara gelince, otoritesini göstermeye çalışmak isteyen Suriye Ulusal Koalisyonu ya da koruyucuları tarafından yola getirilmeyi kabul edecekleri de söylenemez.

Yeni İran Cumhurbaşkanı Ruhani'nin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na gelmesi vesilesiyle, ABD ve İran arasında bir yakınlaşma başladı. Bu yakınlaşmada Ruhani'nin kendini ılımlı bir açılım yanlısı olarak sunması etkili oldu ama aynı zamanda, ABD'nin politikasındaki kayma da buna denk düştü. Suriye'deki kargaşaya, ABD müdahalesiyle oluşan Irak ve Afganistan'dakilere eklendi. ABD yöneticileri, bu deneyimlerde öylesine zarara uğradılar ki, yeni askeri maceralara atılmayı dışlamak ve kendi yarattıkları bataklıktan çıkma olanakları aramak durumuna geldiler.

Eğer İran ve Rusya gibi güçlerle bir anlaşma yapılırsa, bu ülkeler bölgenin devletleri arasında kurulacak dengenin sorumluları olmayı kabul edebilirler. ABD ve diğer Batılı devletlerin işbirliğiyle, farklı cihatçı eğilimlere ve onların istikrarsızlık yaratan rollerine karşı çıkmak, ya da onları kontrol altına almak için nüfuzlarını kullanabilirler.

Bununla birlikte, Suriye ile ilgili yürürlükteki anlaşmanın uzantısı olacak böylesi bir anlaşma, ABD'nin, İran için her şeyden önce birer rakip olan, Suudi Arabistan, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi müttefikleri için hoşnutsuzluk yaratacak ek bir unsur olabilir ve de olacak. ABD yöneticilerinin, bu müttefiklerini çok açık bir biçimde reddetmeden, Rusya ve İran'la bir anlaşma zemini bulması, belli bir denge oyununu başarmalarını gerektiriyor.

İsrail-Filistin görüşmeleri

Yukarıda söylenenler, İsrailli yöneticiler için daha da geçerli. İsrailli yöneticiler, İran rejiminin İsrail'i yok etmek için nükleer silahlarla donandığına ilişkin suçlamalarda bulunarak, yıllardır onu ihbar ediyor. Bu, aynı zamanda Batılı liderler tarafından yıllardır İran'ı kınamak ve cezalandırmak için kullanılan bir bahane de oldu. Bununla birlikte, bir anlaşmayı kolaylaştırması söz konusu olduğunda, bu bahane kolayca unutulabildi. İsrailli yöneticilerin, İran'ın nükleer silahlar edinmesine karşı askeri müdahalede bulunma tehdidine gelince; eğer ABD buna karşı çıkarsa, kuşkusuz olmayacak. İran ile yakınlaşmaya İsrailli liderler de daha az düşmanca yaklaşmıyorlar. İran, onlar için ABD'nin en yakın müttefiki olma ayrıcalığını kaybetme korkusunu içeren bir yadsıma anlamına geliyor.

Eğer ABD'nin politikasının yön değiştirdiği doğrulanırsa, kuşkusuz bu değişim, kendisi için her zaman yararlı bir müttefik olan İsrail'i terk etmeye kadar gitmeyecek. Bununla birlikte, ABD, İsrail-Filistin görüşmelerinin yeniden başlatılması konusuna biraz inandırıcılık kazandırmak için İsrail'den birkaç jest bekliyor. Hiç kuşkusuz, işgal altındaki topraklara yerleşimi durdurma veya işgal rejiminde biraz hafifleme gibi sadece sembolik jestler söz konusu olacak. Ayrıca bu jest, İsrail-Filistin sorununu halletmeye yönelik bir başlangıcın temelini oluşturmaktan da çok uzak olacak. Ama bu durum, sağ ve aşırı sağın yükselmesine ve bu kampın istemlerine sürekli boyun eğmiş olan İsrailli liderlere politik sorunlar yaratmak için de yeterli olacak.

Her koşulda, görüşmelerden Filistin halkının taleplerinin karşılanmasına ilişkin hiçbir beklenti yok. Ayrıca Filistin halkı ve talepleri, her zaman olduğu gibi bölgedeki devletlerin yöneticileri ve emperyalist yöneticiler arasındaki uzlaşmada unutulacak. İran'dan Türkiye'ye, Birleşik Arap Emirlikleri'nden Suriye'ye kadar bütün bu ülkeler için Filistin halkının haklarının savunulması, uygulamada gerçek bir müdahale olmasa da, kendi kamuoyları açısından hiçbir zaman bir demagoji konusu bile olmadı. Bölgenin diğer halkları gibi Filistin halkının kendi hakları için mücadelesi de bütün bir Orta Doğu'nun bilinçli proletaryasının mücadelesiyle iç içe geçiyor. Bu mücadele, birbirine rakip baskıcı zorba devletlerden ama aynı zamanda İsrail'den Türkiye'ye, Suudi Arabistan'dan Mısır'a kadar hepsi de kendilerine özgü yöntemlerle bölgeyi emperyalizmin egemenliği altında tutmak için işbirliği yapan ülkelerden kurtulmayı da içeriyor.

Eşitsiz Gelişim'in dolambaçlı yollarındaki Afrika

Afrika, birkaç yıldan beri, bazen, ortalama %3 ve Avrupa'dan daha fazla olan büyüme oranı nedeniyle, dünyadaki büyümenin gelecekteki ümidi olarak sunuluyor.

Afrika'nın zenginliği temel olarak doğal kaynaklardan oluşuyor, ancak doğal zenginlik, bütün Afrika devletlerinde yok. Şimdiye kadar işletilmemiş bir maden zenginliğinin, genellikle çok uluslu bir şirket yararına işletilmeye başlaması bile, bu Afrika ülkesinin GSYİH'sının (Gayri safi yurt içi hasıla) aniden artması için yeterli oluyor. Ancak Batılı sermayeyi ilgilendiren hammaddelere sahip olma, yerli halkların çoğunluğu için her zaman bir talihsizlik oldu.

Moritanya'daki demir madenlerinin, Gine'deki boksitin, Nijerya, Angola ve Gabon'daki petrolün, yine Nijerya'daki uranyumun sömürülmesi, genellikle devletin yüksek kademelerinde yer alan, yerel bir ayrıcalıklılar tabakasının çok az bir kısmının veya Batılı şirketlerin hesabına çalışan yerli kadro ve aracıların zenginleşmesini sağladı.

Buna karşılık, yerel nüfus, zenginliklerden sadece çok çok az yararlanabildiği, hatta hiç yararlanamadığı gibi üstelik bir de bu işletmelerin çalışmalarının zararlı sonuçlarına maruz kalıyor: Petrol bulunan Nijerya deltasının çöplüğe dönüşmesi, geçimlerini balıkçılıkla sağlayan yerel nüfus için balıkçılığı olanaksız kılıyor. Köylü nüfusun kamulaştırılan topraklarına büyük bir şirket göz dikti. Kapitalizmin yerleştiği her yeni yerde, fiyatlar, kitlelerin yoksulluğunu daha da arttırarak, çok yükseklere uçuyor.

Maden kaynaklarının ya da diğer doğal kaynakların sömürülmesi, Afrika'nın birçok ülkesinde, zenginliklerin sadece büyük şirketlerin yararına ele geçirilmesine neden olmuyor, aynı zamanda, iç savaşları da besliyor. Sierra Leone'deki etnik savaşın arka planında, elmas vardı. Liberya'dakinin arka planında ise, tropikal orman ağaçlarının kullanılması.

Kongo - Kinşasa (Eski Zaire) silahlı çeteler arasındaki çatışmalarla sürekli olarak sarsılıyor ama burası, maden kaynakları açısından dünyanın en zengin ülkelerden biri ve coğrafyacılar bu ülke için gerçek bir "jeolojik mucize" diyorlar. Kızıl Haç'a göre bu ülkedeki savaşlar, 1996 ve 2006 yılları arasında, dört milyon kişinin ölmesine neden oldu ve bitmekten de çok uzak görünüyor. Silah üreticilerinden söz etmesek bile, bakır ve elmas üretiminde uzmanlaşmış bazı Batılı büyük şirketler zenginleşmeye devam ederken, çatışma bölgelerinde yaşayan halklar barbarlığa gömülüyor.

Hammadde üreticisi olan birçok yoksul ülke gibi doğal kaynakları zengin olan Afrika ülkeleri, emperyalist ülkelere bağımlı, egemenlik altındaki ülkeler olarak, uluslararası ticari ilişkilere girdiler. İki taraf arasındaki ticareti de eşitsiz değişim damgalıyor. Yani, yoksul ülkelerin, giderek daha az verilen sanayi ürünlerine karşılık, her defasında daha fazla hammadde vermesi gerekiyor.

Böylece, ekonomide finansla ilgili işlemlerin giderek daha da artması yani mali sektöre bağımlı kalınması, ek bir bağımlılık getirerek, yoksul ülkeleri, zengin ülkelere daha da bağımlı kılıyor. Üstelik hammadde üreten ülkeler, eşitsiz değişimin bir mekanizması olan gerçek bir yağmalanmaya, ek olarak mali spekülasyona maruz kalıyorlar. Spekülasyon bir hammaddenin fiyatını arttırdığında, uluslararası ticaret yapan büyük şirketler "garanti fonları" (hedge funds; genellikle kısa vadeli, yüksek kâr amacıyla piyasadan piyasaya hızla dolaşan fonları ifade ediyor. Bu fonlar yüksek kâr görülen yerlere hızla akıp, kâr düştüğünde de hızla buraları terk ediyorlar -çn) ve hatta bankalar, artı ürünü, artı değeri ceplerine indiriyorlar. Buna karşılık, fiyatlar düştüğü zaman geri çekilerek, devletin gelirlerinin düşmesine neden oluyorlar.

Ama finanslaşmanın en dramatik yönü olan fiyatların değişkenliği ve spekülasyon, nüfusun az ya da çok, önemli bir kısmının açlığa itilmesine yol açıyor. Spekülasyon, nüfusun açlığa terk edilmesiyle kendini gösteriyorlar. Afrika'nın birçok ülkesinin yakın tarihi, açlığa karşı ayaklanmalarla damgalandı.

Afrika'dan tüketim cenneti diye bahsedenler yanılmıyor. Ama bundan kim yararlanıyor? Afrika ülkelerinin ayrıcalıklı tabakaları biraz yararlansa da, herkesten önce, daha çok, bir avuç büyük Batılı şirket yararlanıyor.

Afrika, çok düşük bir düzeyden başlasa da, nüfus artışı (tüm kıtalar arasında en yüksek) ve hızlı kentleşme nedeniyle gerçekten de büyüyen bir pazar oluşturuyor.

Başlıca büyük Afrika kentleri, nüfus patlaması yaşıyor. Nijerya'daki Lagos 12 milyon, Kongo'daki (eski Zaire) Kinşasa, 10 milyon nüfusa sahip.

Yoksullukla, kendi olanaklarıyla, kendi kendilerini geçindirme koşullarıyla, hatta kıtlık ve açlıkla, kentlere doğru itilen kır sakinleri, piyasa ekonomisiyle bütünleşmiş potansiyel müşterilere dönüşmek üzere köyleri terk ediyor.

Günde ancak birkaç Avro gibi olabildiğince düşük ücret kazanmayı başarabilen kalabalık mahallelerde ve gecekondularda yaşayanlar, sayıları itibariyle büyük bir pazar oluşturuyor. Kapitalist ekonominin, yoksulların sırtından para kazanmak söz konusu olduğunda uzun yıllara dayanan deneyimi var. Gecekondu bölgesinde bir gecekondu inşa etmek bile, çimento, çatı olukları ve başka malzeme almayı gerektirir. Büyük telefon tröstleri, düşük ücretlerle çalışan emekçilerin ceplerinde kalan bir kaç kuruşu bile, onlara cep telefonu satmak için çıkarttırmayı biliyorlar.

Düşük alım gücü olan nüfusun gelişimi, en azından, daha az yoksul olanlar için asgari düzeyde ekipman ve altyapı gereksinimine yol açıyor. Afrika'nın 35 ülkesinde, birçoğu tekele dönüşen 70 şirketin sahibi olan, özellikle Afrika'da, eğer kauçuk ağacı, palmiye ve muz ağacı üzerine büyük tarım ve ormancılık işletmelerinden söz etmezsek bile, ulaşım, liman malzemeleri, demiryolu, gemi yapımı alanlarında zenginleşen Bollore'nin, Fransa'nın en zengin adamlarından biri olması şaşırtıcı değil. Bu faaliyetler, diğer faaliyetlere yol açarak, yerli ya da başka yerlerden gelen küçük burjuvaziye süpermarketler hatta lüks eşya satan mağazalar için müşteri oluşturuyor.

Bundan doğan gelişme, her şeyden önce "az gelişmişliğin gelişimidir." Yani patlama düzeyinde gelişen kentlerle, terk edilip bırakılan kırlar arasındaki uçurumu, hatta şehirlerin kendi içindeki uçurumları derinleştiren eşitsiz bir gelişim. Afrika'nın büyük kentlerinde, modern binalar, cüzamlıların mahalleleri yanında yükseliyor; gecekonduların yakınında ise villalar inşa ediliyor.

Aynı zamanda, Afrika kıtasının farklı ülkeleri ve farklı bölgeleri arasında da eşitsiz gelişim söz konusu. Sadece iki ülke, uzun bir süredir Güney Afrika ve son zamanlarda Nijerya, belirli bir sanayi gelişimi yaşadı. Bu ülkeler, ayrıca en çok nüfusa sahip olan ülkeler arasında yer alıyor.

Ama diğer siyah Afrika ülkeleri arasında önemli farklılıklar var. Sadece eski Fransız sömürge imparatorluğundan söz edilirse; bir taraftan Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti veya Mali gibi pek sanayileşmemiş ülkeler; petrol üreticisi olarak değil manganez ve tropik ağaçlardan üretilen odun gibi salt hammadde üreticisi olarak dünya ekonomisiyle bütünleşmiş Gabon; Fransız ordusunun askeri üs olarak kullandığı Cibuti ve diğer taraftan, Fildişi Sahili gibi ülkeler arasında, geriliğinin derecesi konusunda önemli hassas farklılıklar var.

Bir limana ve komşusu ülkelere hizmet veren bazı ulaşım altyapılarına sahip olan Fildişi Sahili, Houphouët-Boigny'nin ölümünden beri yaşanan siyasi çalkantılara rağmen, uzun yıllardan beri, Batılı yatırımcıları çekiyor. Abidjan, ülke nüfusunun %20'si olan 4 milyon 300 binlik nüfusuyla, hatta çevre banliyöleriyle birlikte 6 milyon 700 binlik nüfusla ahtapottan kollar gibi her yöne uzanan ve yayılan bir kente dönüştü. Bu kent, yeni şirketlerin kurulduğunu, bazen eski sanayi ülkelerinde kendilerininkine benzer aynı sektörlerdekiler kadar ya da daha fazla gelişmiş ama her zaman için Avrupa'dakinden 10 kat daha düşük ücretlerle çalıştırılan işçilerin bulunduğu, modern fabrikalarla donatılmış sanayi bölgelerinin inşa edildiğini gördü.

Fildişi Sahili, bir anlamda kapitalizmin Afrika ülkelerine ayırdığı, en iyi gelişmeyi simgeliyor.

Modern fabrikalar, altyapının bakımsız olduğu ya da hiç olmadığı çevrelerde inşa ediliyor. Modernlik, geri kalmışlıkla atbaşı gidiyor, hızlı bir zenginleşme, çoğunluğu her şeyden mahrum, yaşamını zar zor sürdüren emekçileri isyan ettirecek biçimde gelişiyor. Sanayi gelişimin olduğu yerlerde bile, malzeme alanında olduğu gibi, kültürel ve ahlaki alanlarda da, genel gerilik var ya da gelişiyor. Şeflik, krallık gibi en eski sosyal yapılar yeniden canlanıyor ve günümüzün burjuva devletinin fonksiyonları da bunlara ekleniyor. En gerici gelenek ve görenekler yeniden ele alınıyor ve eğitimlerini emperyalist ülkelerde yapmış sözde seçkin kişiler tarafından yayılıyor.

Ama sadece birkaç yüz, hatta binlerce işçinin aynı şirketlerde, aynı sanayi bölgelerinde yoğunlaşması, patlamaya hazır bir durum yaratıyor. Bu şirket ve bölgelerde hiçbir şekilde kaderine boyun eğmeyen ama ne yazık ki politik bir geleneği de olmayan modern bir işçi sınıfı var.

Fildişi Sahili'nin durumu, kuşkusuz, Afrika ülkelerinin tümünde, kapitalizmin girdiği ülkelerde her zaman sanayi şirketleri yarattığı sonucunun çıkarılmasını sağladı.

Kapitalist gelişme, sadece Afrika'da değil, yeryüzünün az gelişmiş bölgelerindeki ülkelerde de modern işçi sınıfını, ancak hâlâ sanayi devrimi çağındaki Manchester veya Liverpool işçilerinin yaşadığı gibi zor koşullarda yaşayan işçi sınıfını yarattı. Yoksul ülkelerin işçi sınıfının başkaldırı ve mücadeleleri, Batılı ülkelerin burjuva medyalarının filtresinden çok zor ve nadiren geçiyor.

Ayrı ayrı ele alındığında, ülkelerin her birinde azınlıkta ama yine de 1917 Devriminin geri kalmış büyük ülkesi Rusya'sından daha çok sayıda olan işçi sınıfı, sanayi devrimi yolunda ilerleyen Avrupa'nın nadir ülkelerindeki 19. yüzyıl işçi sınıfından daha kalabalık.

Modern sanayi proletaryası, bütün az gelişmiş ülkelerde, kapitalizmin büyük şirketlerinde büyük inşaat şantiyelerinde ya da madenlerde çalışma olanağı bile vermediği sayısız yoksulla birlikte, kentlerde aynı mahallelerde ve aynı gecekondularda yaşıyor. Sınıf bilinci ve kendi çıkarlarını savunmaya yönelik politika yapma yeteneğine sahip örgütlerle donanmış ülkelerin modern işçi sınıfının, tamamen doğal bir biçimde, bu ülkelerdeki devrimci hareketin başına geçmesi gerekiyor. Ayrıca bu işçi sınıfının, birçok yoksul ülkede sayıları katlanarak artan, kauçuk, palmiye yağı ve diğer birçok ürünü üreten, köylü nüfusu topraklarından edip, doğayı kirletip tahrip eden, şehirlerdeki işçi sınıfından daha fazla sömürülen bir tarım işçilerinin doğmasına neden olan büyük kapitalist tarım işletmelerinde çalışanlar kadar, kırlardaki ve kentlerdeki bütün yoksulları da kendisiyle birlikte sürüklemesi gerekiyor.

İşte bu işçi sınıfının bütünü, eski kapitalist ülkelerin işçi sınıfıyla birlikte geleceği temsil ediyor.

Batı Avrupa'da doğmakta olan proletarya, kendi döneminde, sınıf mücadelesinin ancak kapitalist düzenin yıkılmasıyla amacına ulaşıp, son bulacağının bilincine onlarca yılda ulaştı. Bunun için Marx'ın ve o dönemin devrimci komünistlerinin katkısı gerekti. Yeni doğan işçi sınıfının başlangıçtaki onlarca yıllık tarihi, çoğu zaman, makineleri kırıp parçalamak gibi kısır mücadelelerle ve değişik biçimlerdeki yardımlaşmalarla sınırlı kalmasıyla damgalandı. Sınıf bilincinin gelişmesi ve Marksizmin kapitalist ekonominin işleyişinin analiziyle, sınıf mücadelesinin sosyalist devrime ulaşacağının objektif temellerini bulması için kaçınılmaz bir süreçti.

Kendisinin doğmasına neden olan kapitalizmin küreselleşmesi gibi, giderek dünyaya daha fazla yayılan işçi sınıfının, sınıf mücadelesi deneyimini nesilden nesle aktarma zinciri, Stalinizm tarafından kırıldı.

Kapitalist gelişmeye, Marx'ın döneminden çok sonraları, hatta 1917 devriminden bile daha sonra giren ülkelerde, işçi hareketinin devrimci geleneğinin, bu ülkelerin genç işçi sınıfı tarafından el yordamıyla, deneme yanılma yoluyla bulunması, kuşkusuz engellenebilirdi. Bugün bu gelenek ve onu hayata geçirmek için kurulan örgütler, işçi hareketinin değerlerinin bakış açısıyla mücadele etmeli. Devrimin gecikmesi, her yerde gerici geleneklerin doğmasına neden oluyor.

Buna rağmen, yoksul ülkelerin işçi sınıfı, nasıl eski sanayileşmiş ve emperyalistlere dönüşmüş ülkelerin işçi sınıfları kendi yollarını bulmaları gerekiyorsa, aynı şekilde onlar da, kendi yollarını bulacaklar. Burjuvazi, geçmişin komünist devrimcilerinin düşündüklerinin ötesinde, egemenlik sistemini korumuş olsa bile, tarihi durduramayacak.

Çok sıkça devrimci bir partinin inşasının, enternasyonalin inşasından ayrılamaz olduğunu tekrar ettik. Bizimki gibi küçük bir örgütün, devrimci komünist geleneklerin aktarılmasında nasıl bir rol oynayabileceğini bilemiyoruz. Uluslararası komünist hareketin yeniden doğuşunun hangi yollardan geçeğini de bilmiyoruz. Ama kapitalizmi devirecek güçlerin, er ya da geç bütün engelleri yıkıp, kendi yollarını açacaklarını, yollarına koyulacaklarını bilerek, uluslararası işçi sınıfının olanakları ve çıkarları doğrultusunda düşünüp, savaşmak gerekiyor. (04.11.2013)