2010kapitalist ekonominin krizi

چاپ
şubat 2011

Lutte Ouvriere 40'ıncı Kongre Metinleri - Aralık 2010

ABD'nin en büyük ticari bankalarından biri olan Lehman Brothers'ın 15 Eylül'de iflas etmesinin ardından ortaya çıkan banka krizine çare bulmak için emperyalist devletler hiç zaman kaybetmeden harekete geçip bankalara devasalar miktarda, 3 trilyon avro civarında, para aktardılar. Merkez bankaları, bu parayı sıfır faize yakın oranlarla bankaların emrine sunarak bankalar arasındaki derin güvensizliğin, dünya banka sistemini tamamen çökertmesini engellediler. Böylece banka sistemi yeniden çalışmaya başladı ama aynı zamanda spekülasyon da devreye girdi. Bankaların tabiriyle "sistem krizi" önlenmiş oldu. Ancak finans krizinden kurtulmak için uygulanan çareler, yeni bir krizin zeminini hazırlıyor.

Farklı paketlerle banka sistemine sürülen devasa miktardaki para, dünyadaki mevcut para miktarını daha da şişirdi. Örneğin sadece Avrupa'daki hükümetlerin müdahaleleri sonucu 1 trilyon 800 milyar avro yani Avrupa'nın üretiminin yüzde 14'üne eşit miktarda para devreye sürüldü. Zaten 2000'li yıllardan itibaren her yıl ortaya sürülen para ve kredi miktarı, yüzde 13 ile 15 civarında artıyordu. Yani bu oran, üretimdeki artıştan tamamen kopuk olarak büyüdü ve hatta 2008 yılının ikinci yarısında yıllık yüzde 30'lara kadar sıçradı.

1988'de dünya piyasalarındaki tüm para miktarı, dünya üretiminin yüzde 8'ine eş değerdeydi. 2009 yılında, dünya üretiminin yüzde 18 değerine fırladı. Böylece dünya ekonomisindeki finans oranı, bir üst seviyeye tırmandı.

Devlet borçlarındaki hızlı artış

Banka sistemini kurtarmak için piyasaya sürülen milyarların diğer bir sonucu da devlet borçlarındaki hızlı artış oldu. Bu durum, istisnasız bütün devletlerde geçerli. Örneğin Fransa'nın kamu borçları, 2010 yılının ilk 6 ayında 1 trilyon 535 milyar avroya, yani ülke içi üretimin yüzde 80,3 seviyesine fırladı (bu oran, 2008'de yüzde 67 idi). Kamu borcunun üretime oranı, 2009'da Almanya'da yüzde 73,2'ye, ABD'de yüzde 85'e, Belçika'da yüzde 96,7'ye ve İtalya'da yüzde 115'e fırladı.

Kamu borçları, devletin ortaya çıkması kadar eskiye dayanır. Bu, her zaman burjuvazinin yararına işleyen bir durumdur.

2008-2009 yıllarında devletlerin hem banka sistemini kurtarmak hem de büyük şirketlere destek vermek için borçlanma yolunu daha çok kullanmasının esas iki nedeni var: Devletler artan para ihtiyaçlarını karşılamak istiyor, finans çevreleri ise ellerindeki miktarı değerlendirmek istiyor.

Devletlerin borçlanması, banka çevreleri için bir kazanç kaynağı. Kamu borçları, banka faaliyetlerinin temel bir yönünü oluşturuyor, çünkü bu yolla gelen önemli miktardaki faiz geliri, ek bir kazanç kaynağı. Öyle ki devletler, faiz borcunu ödemek için bile borçlanıyorlar. Örneğin Fransa'nın 2011 bütçesindeki borç ödeme oranı, bütçesi en fazla olan milli eğitime ayrılan miktarın da üstünde en büyük kalemi oluşturuyor. 2009 yılında, devletin bankalara ödediği sadece faiz miktarı, 43 milyar avroydu. Bu miktar, 2018 yılı için emeklilik kasasında öngörülen açık kadardır. Yani devletin faiz yoluyla özel kapitalistlerin kasalarına aktardığı bu miktar, emeklilik kasasının mevcut şartlarda hiç açık vermeden, emeklilik yaşını yükseltmeden ve de çalışma yıllarını artırmadan dengeli çalışmasına yetiyor.

Finans sektöründe en hızlı büyüyen ender alanlardan bir tanesi "kamu borçları" denen, yani devlet borçlarının alınıp satıldığı (devlet bono ve tahvilleri) pazardır. Bu pazara yaklaşık 20 tane çok büyük ticaret bankası hakim. Bu bankalar hem kendi namına hem de bazı finans gruplarının hesabına işlem yapıyor. Bu işlemler, temel olarak spekülatiftir. Spekülasyon şu şekilde yapılıyor: Borç alan devletlerin durumuna bakılarak borçlarını zamanında ödeyebilme zorluklarına göre tahminler yapılıp faiz oranları ona göre artırılıyor.

Bu yıl, bununla ilgili en çarpıcı örnek Yunanistan'dır. Pazar, yani borç veren büyük ticaret bankaları, Yunan devletine zora düştüğü, vadesi gelen borçlarını ödeyecek durumda olmadığı için tefeci faizi uygulayıp durumunu daha da kötüleştirdi. Bu yöntemle Yunan kitlelerini, bankaların kârına daha çok katkı yapmaya zorluyorlar. Yunanistan'da bu gibi işlemleri yapanlar Batılı bankaların başında gelenler, Credit Agricole, BNP-Paribas ve Societe Generale gibi Fransız bankalarıdır.

Avro bölgesindeki farklı ülkeler de aynı para birimine sahip olmalarına rağmen borçları için farklı oranlarda faiz ödemek zorundalar ve bu da avro bölgesine bağlı, ülkeler arasında gerginlik yaratıyor. "Yunan krizinin" doruk noktasına çıktığı dönemde Yunanistan ancak yüzde 12 gibi tefeci türü bir faiz oranı ödeyerek borç alabiliyordu. Halbuki ayni dönem Alman devleti, yüzde 2,6'lık oranla borçlanabiliyordu.

Bu yılın Nisan ve Mayıs aylarında kamu borçları öyle güçlü bir tehlikeye dönüştü ki avro bölgesini ve hatta bütün Avrupa Birliği'ni tehdit etmeye başladı. Üstelik Maastricht Anlaşması'nı paramparça etti.

Bu anlaşma yoluyla tarih boyunca çıkar farklılıkları ekseninde olaylar yaşayan farklı Avrupa ülkeleri, burjuvaların deyimiyle "Avrupa'nın inşası" için bir uzlaşmaya varmışlardı. Farklı ulusal ekonomilerin birlikte hareket etme zorunluluğuyla (aslında bu bütün dünya için geçerli) karşı karşıya bulunan Avrupa burjuvazileri, ulusal çıkarlardan kaynaklanan çelişkileri nedeniyle ortak bir siyaset uyguluyor ve bir Avrupa federasyonu oluşturmaktan aciz kalıp farklı devletlerden oluşan bir Avrupa Birliği mozaiği oluşturmanın ötesine gidemiyor.

Bir ortak para birimi oluşturuldu ama bu bile 27 üye ülkenin sadece 16'sını kapsıyor. Üstelik ortak para birimini destekleyip savunan ve tek bir para ve vergi sistemini uygulayabilen ortak bir devlet yok.

Maastricht Anlaşması kriterleri -bir nevi daire sahiplerinin ortak harcama anlaşmasına benziyor- özellikle de en zengin mülk sahiplerinin karabatak olarak ün yapmış mülk sahiplerine düşen masrafları ödememesi temeline dayanıyor. Başta Almanya olmak üzere avro bölgesinin en zengin devletleri, peşinen, en yoksul ülkelerin açıklarını ödemeyeceklerini belirtmişti. Ortak para birimini kabul ediyorlar ancak herkesin kendi evinde tek başına olması, ortak sorumluluk ve dayanışma olmaması şartıyla. İşte bu nedenle bir ülkenin üye olabilmesi için o ülkenin borç oranı, ulusal gelirinin yüzde 60'sını geçmemesi ve de bütçe açığının yüzde 3'ün üzerinde olmaması şartı koşuluyor.

Ancak bu sağduyulu önlem, kamu borçlarında yaşanan patlama sonucu havaya uçtu. Artık avro bölgesinde kamu borcu yüzde 60'ın altında olan tek bir ülke bile kalmadı. Hatta bütçesi dengeli tek bir ülke de kalmadı. Örneğin bu yıl Fransa'nın bütçe açığı Maastricht Anlaşmaları'nın tanıdığı yüzde üçlük sınırın çok üstünde olan yüzde 8,2'ye ve borçlanma oranı ise kararlaştırılan ülke üretiminin yüzde 60'nın çok üstünde olan yüzde 80,3'üne çıkacak.

Yunan devletinin iflasın eşiğine gelip peşinden sıra ile diğer devletleri iflasa sürükleme tehlikesi karşısında, tıpkı 2008'de Lehman Brothers bankasının iflas edip zincirleme iflaslara yol açması gibi, Almanya başta olmak üzere en zengin Avrupa ülkelerinin devlet yöneticileri, istekli olmasalar da mecburen, 2 Mayıs 2010'da panik içinde bir kurtarma planı oluşturdu.

Bu plana göre IMF (Uluslararası Para Fonu) ile birlikte Yunanistan'ı kurtarmak için 110 milyar avro vermeyi ve ek olarak Avrupa Birliği'nin, ileride Yunanistan'ın ardından Portekiz, İrlanda, İspanya (ve belki de İtalya, neden olmasın?) aynı duruma düşerse onları da kurtarmak için 750 milyar avroluk "istikrar amaçlı bir Avrupa finans fonu" oluşturulmasını kararlaştırdılar.

Yunan devleti iflastan ve borç veren bankalar da paralarının buhar olup uçmasından böylece kurtuldu. Ama bu vesileyle dolaşımdaki para miktarı arttı, mali sektörün ağırlığı büyüdü ve de Yunanistan'da işlem yapan bankaların kurtarılması için Yunan kitleleri daha feci bir kemer sıkma siyasetinin bedelini ödeyecek.

Devletlerin borçları öyle bir seviyeye tırmandı ki krizden çıkılsa bile -ki böyle bir şey yakın görülmüyor- bütçelerin dengelenmesinin mümkün olup olmayacağı bile tartışılır, yıllar gerekebilir.

Fransız devleti ihtiyaçlarını karşılamak için her gün 1 milyar avrodan fazla borç almak zorunda -yılda 400 milyar yapıyor!- . Ancak borçlarının artması faiz yükünü sürekli arttırdığı için toplam borç miktarı da sürekli artıyor.

Bütün devletler farklı derecelerde olsa da hepsi boğazlarına onları yavaş yavaş boğan aynı ipi geçirmiş durumda.

Devletler, büyük bankaların gözetimi altında

Bütün devletler, dünya finans pazarını elinde tutan yirmiye yakın büyük ticaret bankasının ve onların çıkarlarını temsil eden güvenilirlik notu veren büyük ajanların gözetimi altında.

Eğer bir devlet kemer sıkma siyaseti uygulayamazsa, yani kitlelere kamu hizmetlerine ayrılan harcamaların azaltılmasını dayatamazsa, memur maaşını ve sayısını azaltamazsa güvenilir notu düşürülür ve o zaman o devlet, borçlanmayı çok daha yüksek faiz oranlarıyla yapabilir. Bu uygulamalara sadece ABD bir dereceye kadar direnebiliyor. Ulusal parası, dünya dövizi birimi olarak kabul gördüğü için, sermaye çevrelerinin çekincelerinden kurtulamasa bile, bu çekingenliğin bedelini diğer ülke ekonomilerine ödetiyor.

İşte çark bu şekilde dönüyor. Devletler, borçlanmış bankacıları kurtarmak için borçlanıyorlar. Ama devletlerin borçlanması büyük bankalara, devletleri daha da çok sıkıştırma olanağı yaratıyor. İstisnasız, bütün devletlerin uyguladıkları kemer sıkma siyasetleri işte büyük sermayenin devletlere yaptığı bu dayatmalardan kaynaklanıyor.

Kemer sıkma siyasetleri bir ülkeden diğerine, ülke ekonomisinin zenginliğine, hükümetin kitlelere kemer sıkma siyasetini dayatabilme derecesine göre farklılıklar arz etse de sınıfsal içeriği her yerde de aynı: Kamu kasalarındaki paranın gittikçe daha büyük bir kısmını hakim sınıfa aktarmak.

Bu amaçla uygulanan yöntemlerden bir tanesi, burjuvazinin ödediği vergiyi azaltmaktır. Örneğin Fransa'da işverenlerin ödediği kesintilerde, azaltma ve vergi muafiyetleri sonucu, bütçe gelirlerindeki yıllık düşüş 100 milyar avro civarında. Burjuvazinin ödediği vergi payını azaltma siyasetinin, kriz sonrasında da devam edeceği anlaşılıyor.

Dünya piyasalarında biriken devasa miktardaki para, kaçınılmaz bir şekilde, dalga dalga spekülasyon girişimlerinde bulunmaya itiyor, sahiplerini. Her ne kadar burjuvazinin ekonomistler ordusu, 2008 mali krizinin nedenlerini en ince ayrıntılarına kadar araştırmış, spekülasyon ve sonucunda oluşan balonun patlamasından dolayı olduğuna vurgu yapmış olsalar da, bankalar arası güvensizlik sorunu çözülür çözülmez spekülasyon yeniden ve daha hızlı bir şekilde başladı!

Başka spekülasyon balonları da büyüme aşamasında. "Altın fiyatlarının alevlenmesiyle yeni bir spekülatif balon oluşmasından korkuluyor" (Günlük iktisat gazetesi Les Echos yazıyor) "Tahvil balonlarının oluşma tehlikesi yeniden gündemde" (9 Eylül 2010 Les Echos). "Pamuk fiyatlarının alevlenmesi tekstil ve giyim işkollarındaki profesyonelleri zor durumda bırakıyor" (23 Ağustos, 2010 Les Echos). Spekülatif paraların bir finans ürününden diğer finans ürününe, bir hammaddeden başka bir hammaddeye nasıl akın ettiğini anlatan uzman yayın başlıklarına bakmak çok anlamlı.

Spekülasyonların yol açtığı açlık

2008'de olduğu gibi yapılmakta olan spekülasyonun en iğrenç yönlerinden biri gıda ürünlerine yapılanı ve yakında büyük felaketlere yol açacak seviyelere ulaşmış olmasıdır.

2008 ilkbaharında ham madde fiyatları zirveye fırlamıştı. O tarihten bu yana fiyatlar, yine inişe geçmiş olsa da, önceki seviyesinden uzak. 2008'den bu yana, yoksul ülkelerdeki kitlelerin satın alma gücünde önemli düşüş oldu. 2010 ilkbaharından bu yana yine temel gıda fiyatlarında felaket ölçüsünde artışı görülüyor: Üç aylık bir süre içerisinde buğday yüzde 60 ile 80, mısır yüzde 40, şeker yüzde 30, pirinç yüzde 33 zamlandı.

Bu zamlar, kısmen teknik nedenler ve hava şartları ile açıklansa bile esas nedeni, finans spekülasyonudur. Örneğin Rusya'da yaşanan büyük yangına ve bunların tarıma yaptığı etkilere rağmen, hububat üretimi ve stokları kötü değil. Dünyadaki talepte bir değişiklik yok. Bu fiyat zamları ne üretimdeki sorunlardan ne de ticaret alanından kaynaklanıyor. Fiyat zamlarının esas nedeni, bu alana giren yeni ve büyük miktarlardaki uluslararası finans kaynaklarıdır.

2010 son baharında bir spekülatif fon, sırf fiyatları artırıp yüksek kâr için bir milyar dolar ödeyip bir haftadan az bir zaman içerisinde tüm dünya kakao üretiminin yüzde 7'sini satın aldı.

FAO'nun (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) yayınladığı bir rapora göre dünya pazarlarındaki kısa vadeli hammadde işlemlerinin sadece yüzde 2'si ürün teslimi ile sonuçlanır.

İşte bütün bu finans faaliyetlerinin kitlelere olan bedeli çok büyük. Bazen gıda fiyatları, patlamalar şeklinde artıyor. Örneğin Mozambik'te Eylül ayında buğdayın fiyatının aniden yüzde 25 artması insanlar için çekilemez bir hal yarattı ve açlık isyanları patlak verdi. Şu sıralar Kamerun'da "sessiz kıtlıktan" söz ediliyor. Bazı bölge pazarlarında gaz tüpü, uskumru balığı ve şeker bulunmuyor. Bulunduğunda ise fiyatları ateş pahası. Et ve balık almak mümkün olmadığından insanlar, njama nijama diye bir ot yiyorlar. Ama onun da fiyatı 50 Afrika frangından (AF) 150 AF'na fırladı. Fildişi Sahili'nde ise bir yıl önce 600 AF olan 0.9 litrelik palmiye yağı, 900 AF'na fırladı. Fiyat alevlenmeleri süt tozu, yumurta ve patates fiyatlarını etkiledi. Artık yerli bir patates türü olan igname ve hele hele et yiyebilmek olanak dışı.

Dünyada gıda yetersizliğinden dolayı ölüm döşeğine düşen insan sayısı 2008'de 850 milyondu ve bu rakam, bu yıl, bir milyar civarına çıktı. İşte finans spekülasyonlarının yol açtığı hesap ortada.

Bu alanda 2007-2008 dönemine kıyasla farklılık, spekülasyonun şimdi 2008-2009 döneminde pazara sürülen büyük miktardaki para yüzünden, daha büyük miktarla yapılmasıdır.

Öngörülemeyen spekülasyon balonları aşırı enflasyonun yerini aldı

Finans çevrelerinin ve hatta büyük emperyalist güçlerin siyasi yöneticilerinin endişelendikleri gibi aşırı derecede karşılıksız para basılması 1970'li yıllarda olduğu gibi önemli bir enflasyon ile sonuçlanmadı veya en azından şu ana kadar böyle olmadı.

Ekonominin üretim alanındaki krizi, büyük miktarda karşılıksız para basılmasına rağmen yüksek enflasyona yol açmamasını açıklayan en önemli olgudur. Geçmişte, 1929'da kadar kapitalist ekonominin krizleri, işsizliğin artması, fabrikaların kapanması, kâr oranlarının düşmesi ve de fiyat çöküşleriyle sonuçlandı. Genellikle kriz sonralarında, üretimin arzı, artan talebi karşılamaya yetmediği için fiyatlar artar ve enflasyon da tırmanırdı. Şu anda büyük emperyalist ülkelerin durumu buna denk düşmüyor. Çünkü üretim kapasiteleri, çok düşük seviyede kullanılıyor. İşsizlik ise ücretler üzerinde bir baskı unsurudur. Örneğin iktisatçı Patrick Arthus "Üretim olanakları tam kapasite olarak kullanılmadığı sürece hiperenflasyon senaryoları gerçekçi değil ve bunun uzun süre böyle devam edeceği görülüyor" deyip şunu ekliyor: "Sonuç itibariyle tek enflasyon kaynağı başta petrol olmak üzere belirli hammaddeler üzerinde yapılan dalgalı fiyat artışlarıdır".

Ekonomide öyle bir gelişme var ki sanki bütün karşılıksız para finans sektöründe birikip orada kalıyor. Yani bir şekliyle bu sözü edilen para ile finans grupları üretim ekonomisinin yanında veya üzerinde devasa bir monopoli oyunu, spekülasyon oyunu oynuyorlar. Karşılıksız paranın finans sınırları içerisinde kalması, sadece bu sektörün getirdiği kazanç yüzünden değil. Banka sisteminin de buna geniş katkısı var. Bankaların kredi verme siyasetleri, yani belirli alanları teşvik edip diğer alanlara köstek olmaları, bir yönlendirme etkisi yapıyor. Örneğin ortada devasa miktarda para olmasına rağmen, 2009 yılında, Fransa'da tüketim kredisi miktarında tarihi bir düşüş yaşandı.

Son dönemde, ABD'nin Merkez Bankası FED, ekonomiyi canlandırmak amacıyla ABD Hazinesinden 600 milyar dolarlık devlet tahvili aldı. Ancak bu para tüketim pazarı genişlemediği için ne ABD şirketlerinde ne de dünyadaki üretim alanlarında yatırıma dönüşmeyecek. Bu 600 milyar doların çok önemli bölümü, bankalar tarafından cazip kazanç getiren işlemlere yönlendirilecek. Şimdiden gelişmekte olan bazı ülkeler, dövizlerine ve petrol başta olmak üzere bazı temel tarımsal gıdaya karşı bu paranın spekülatif amaçla kullanılmaya başlandığından şikayetçiler.

Bankalar, şu veya bu yollarla spekülatif işlemler için kullanılan krediler vermeleri nedeniyle bu gibi işlemlere zemin hazırlamakla kalmayıp daha da körüklüyorlar. Spekülasyon yapanlar, koyun sürüsü gibi hareket ettiklerinden dolayı, bankaların verdiği kredi ile rağbette olan şu veya bu ürüne akın ederler ve böylece de patlama tehlikesi içeren balonlar oluştururlar. Yani bu durum, enflasyona yol açmasa da, bu defa da onun yerine bir üründen diğerine, bir hammaddeden diğerine saldıran spekülasyon amaçlı hareketli balonlar oluşturuyor.

Büyük emperyalist güçlerin para birimlerini temel alan bir dünya enflasyon oranı hesaplandı. Bu oran, ne kadar gerçekçidir tartışılır. Ancak sonuç olarak bu sözü edilen etkenler nedeniyle enflasyon oranının, yüzde 1 ile sınırlı olduğu tespit edildi. 1945'ten bu yana dünyada en düşük enflasyon yaşanıyor.

Ancak buna paralel olarak, örneğin Fransa'da, emekçi kitlelerin kullandığı petrolün dalgalı hareketlerine ek olarak kiraların, gaz veya elektrik gibi temel ihtiyaç maddelerinin fiyatının önemli oranlarda arttığı görülüyor.

Finans dünyası, üretim ekonomisinden ayrı, kopuk bir dünya oluşturmuyor. Aynı ekonomiye aittir. Sonuç itibarıyla finans sektörünün kârı üretilen artı değerin, üretim sektörü ile finans sektörü arasında paylaşılmasına bağlı. Üretim sektörüne yapılan yatırımların duraklaması ve hatta azalması finans sektörünün büyüme krizini daha da büyüten bir olguya dönüşüyor.

Diğer yandan, bankaların kasalarında, devlet borçlarını temsil eden tahvil miktarında yeniden önemli artış var. Ancak bazı tahvilleri piyasaya süren devletlerin durumu iyi olmadığı için banka sisteminde yine güvensizlik ve kriz ortamı oluşuyor. Hatta şimdiden, güvencesiz devlet borçlarının önemli ölçülerde artmasından dolayı, 2008'de yaşananınkine benzer saçma bir güvensizlik ortamı oluşuyor: Bankaların kasalarında devasa miktarda para olmasına rağmen, güven yokluğu nedeniyle bankalar arası para işlemleri gittikçe azalıyor. Günlük ekonomik yaşam için bir sürü para işlemi, borçlanma, kredi ve benzerleri gereklidir. Piyasada para dolaşımı durunca, tıpkı Lehman Brothers iflasından sonra ekonominin felç olma yoluna girmesi gibi, ekonomik hayat felç olur.

Şimdi yapılan en büyük spekülasyon dövizlerle yapılanlar. Dünya borsalarında her gün 4 trilyon dolarlık işlem yapılıyor. Bu miktar, günlük uluslararası ticaret hacminin tam 60 katı! (Uluslararası Ödemeler Bankası verileri). Şimdiki dünya para sisteminde farklı önemdeki dövizlerin değerlerinde önemli değişiklik olduğundan bu alan spekülasyonlara uygun zemin oldu.

Avro bölgesine dahil olan AB ülkeleri, bu sorunu bir derece çözdü. Ancak avro da, dolar, yen, yuan ve hatta avro bölgesine dahil olmayan İngiliz sterlini, İsviçre frankı gibi dövizlere göre sürekli değer değiştiriyor.

Bu ortamda, dövizle ilgili bir gelişme öngörüldüğünde veya ona yol açılmak istendiğinde kaçınılmaz bir şekilde çok önemli miktarda para harekete geçer.

Bazı ülkelerin ekonomileri dönemsel olarak iyi olduğundan dolayı (örneğin Brezilya ve Çin), ya salt spekülatif nedenler yüzünden ya da korunma amaçlı para akıntıları hızlanıyor ve bu da dünya ticaretini baltalıyor.

G8 veya G20'ler zirve toplantılarını artırıyor, IMF yıllık değerlendirme toplantılarının temel maddesini "para birimleri kargaşalığına son vermek" olarak belirlese de bütün bu toplantılar bir fiyasko ile sonuçlanıyor. Bütün büyük güçler kargaşadan şikayetçi olsa da, hepsinin önerisi farklı ve hatta çelişkili. Tabii ki bir dövizin diğerine göre değerinin değişmesi spekülatif nedenlerle de oluyor. Ancak işin kaynağı bu değil, bu sadece olayı büyütüyor.

Büyük güçler arasında ticari bir savaş sürüyor. Bu devletler, kendilerini korumak için dövizlerini ekonomik bir silah olarak kullanıyorlar.

Döviz kurları: Korumacı bir silah

ABD, ekonomisini yeniden canlandırmak için iç piyasada kolay kredi ve borçlanma yöntemleriyle enflasyonist, dış piyasalarda ise doların değerini düşük tutup ABD ürünlerini daha kolay ihraç edebilme ve de ithalatı frenleme siyasetini güdüyor. Ancak ABD, böyle bir korumacı siyaset izlemesine rağmen Çin üzerine baskı yapıp Çin'in de aynı siyaseti uygulamasına engel olmak istiyor.

ABD, Çin'in para birimi yuanın değerinin düşük olmasını temel alarak, birçok alanda, dünya pazarını ucuz Çin ürünleriyle dolduruyor iddiasında. Bu iki yönlü bir ikiyüzlülük. Çünkü Çin'de işçi sınıfının feci şartlarda yoğun sömürüsü, sefalet ücretleri ve böylece üretim maliyetlerinin düşürüldüğünü göz ardı etmektir. Çinli emekçilerin aşırı sömürüsü sonucu elde edilen ucuz ürünlerden kâr elde edenler esas olarak Batılı veya Japon ve hatta Tayvan, Hong-Kong veya Singapur sanayicileridir. Çünkü onlar Çin'de üretip dünya pazarında satıyorlar. ABD'li marketler zinciri Wal-Mart gibi süpermarketler yapıyor. Üstelik ABD, kendisinin doların değerini düşürdüğü bir ortamda böyle eleştiriler yapıyor.

Diğer yandan ABD, yuanın değerini istediği seviyeye düşürtmese bile artık yuanın dolara bağlı olmamasını sağladı. Örneğin Haziran 2010'dan bu yana yuanın değeri yüzde 2,2 artmıştır. Ancak ABD yöneticileri bunlarla tatmin olmuyor.

Boyalı basın, Çin Merkez Bankasının 2 trilyon 640 milyar dolara sahip olmasını (Eylül sonu rakamları) Çin'in ABD karşısında giderek güçlenmesi şeklinde tanıtıyor. Bu dolarların önemli bir kısmı, para veya tahvil türünde ve ABD dışında en büyük dolar rezervidir. Ama olayları böyle anlatmak doğru değil. Çin'in sahip olduğu dolar nedeniyle ABD Çin'e bağımlı değil, ancak Çin bu yolla ABD'ye bağımlı. Doları basma yetkisine ABD sahip olduğu için kendi enflasyonunun bedelini, Çin de dahil olmak üzere, diğer ülkelere ödetme olanağına sahip.

Başka türlü söylemek gerekirse kasıtlı veya değil doların değer kaybı, Çin'in döviz rezervlerini eritiyor ve de üstelik Çin'in başka bir dövize kaçma olanağı yok, çünkü böyle bir tercih durumunda büyük ekonomik kayıpları olur.

Çin ile ABD "birbirlerine kaçınılmaz bir şekilde bağlı" olsalar da ABD, dünya pazarındaki hakimiyetini koruduğu için Çin, daha bağımlı bir konumdadır.

Bu döviz savaşında ikinci derecede önemli emperyalist güçler daha zor durumdalar. Dolar ve hatta yuan tek bir devlete bağlı ve para siyaseti yürütebilirler. Örneğin şu dönem ABD karşılıksız para basıyor. Nasıl mı, Merkez Bankası FED devletin borçlarını satın alıyor. Böyle bir işlemin iki yararı var: Bir yandan borç miktarı azalıyor ve diğer yandan da doların değerini düşürüp ABD ürünlerini daha ucuz hale getirip ihracatı kolaylaştırıyor.

Avrupa, özellikle de avro bölgesinin böyle bir olanağı yok. Avrupa Merkez Bankasının (BCE) karşılıksız para basma olanağı yok: Çünkü farklı 16 üye devletin ve özellikle de hakim konumdaki Almanya ile Fransa'nın mutabakatı gerekiyor. Ama bu iki ülkenin çıkarları aynı değil ki! Almanya, ihracat olanakları dolayısıyla Fransa'dan ve özellikle de İtalya veya İspanya'dan daha iyi bir konumda ve avronun değerlenmesi onu etkilemez.

2008'den bu yana, mali dengesizlik doruğa ulaştı. Ateşli finans hareketliliklerinin ardından, aniden durgunluk oluşup devasa miktardaki paraya rağmen para bulma zorluğu yaşanıyor. Dövizler üzerine yapılan spekülasyon, finans krizlerini büyütüyor ve ardından para spekülasyonu daha da artıyor.

Sarkozy yeni bir dünya para sisteminden bahsediyor, ama bunlar laftan ibaret. Farklı ülke çıkarları göz önünde bulundurulduğunda, 1944'te Bretton Woods anlaşmalarıyla oluşturulan dünya para sistemi gibi yeni bir sistemin oluşturulması, yakın zamanda olanaklı görülmüyor. Çünkü 1944'te ABD, herkese isteklerini dayatabilme gücüne sahipti ve bu anlaşma bu nedenle gerçekleşebilmişti. ABD yine dünyada ekonomik hakimiyetini koruyorsa da, diğerlerine kendi çıkarlarını dayatabilecek bir güç dengesine, yani böyle bir güce artık sahip değil. Bu nedenle yeni bir uluslararası para sistemi dayatamaz. Daha doğrusu, bunu yasalar yönünden uygulatamaz. Çünkü sonuç itibarıyla ABD dayatmalarda bulunsa da artık bunları kavga yoluyla ve bir kargaşa ortamında yapabiliyor.

Finans düzenini ayarlayıp düzenli hale getirmek konusu da aynıdır. Bu konuda yapılan bir sürü uluslararası toplantı (örneğin Bale 1, Bale 2) başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen, en sonunda, belki de banka faaliyetlerine belirli bir çeki düzen getirilecek.

Şunu hatırlayalım, geçmişte, savaş esnasında veya 1929 krizinden sonra, devletler müdahale edip kapitalistlerin çıkarlarına olan bazı kuralları onlara dayattılar. Ama bütün bunlara rağmen kapitalizm yine kapitalizm olarak kaldı... ve her şeye rağmen krizler yeniden oluştu!

Reagan ve Thatcher yıllarında banka faaliyetleriyle ilgili bazı kurallar kaldırıldı. Daha önceleri ticari bankalar ile depo bankalarının faaliyetleri belirli sınırlarla ayrılmıştı. Banka faaliyetlerinde sıkı bir denetim vardı. Ama 1980'li yıllardan sonra banka faaliyetleri, sigorta şirketlerine ve hatta büyük sanayi kuruluşlara açıldı. Ek olarak emperyalist ülkelerde döviz denetleme düzeninin olduğu dönemde devlet, büyük miktardaki sermaye giriş çıkışını denetleme olanağına sahipti.

Şimdiye kadar yapılan uluslararası büyük toplantılar "aileler"in sadece bankaların bulundurmakla zorunlu olduğu öz kaynaklarının oranını artırmaları gerektiği fikrini doğurdu.

Tabii ki kural oluşturulmasında biraz ilerleme kaydetmek imkansız değil. Böyle bir şey olsa bile, burjuvazinin genel çıkarlarını savunan devletin, burjuvazinin bazı özel çıkarlarına karşı çıkmak zorunda kalarak bunu yapması ilk olmayacak.

1929 krizinden önce anarşik bir ekonomik patlama dönemi yaşanmıştı ve hemen ardından belirli önlemler alınmıştı. Ancak 1929 krizi sırasında ulusal devletler tarafından alınan kararlar, korumacı ve ülke içine kapanma siyasetleriydi. Her emperyalist burjuvazi, kendi öz çıkarlarını korumak için kurallar getirdi. Roosevelt ABD'sinde farklı, Nazi Almanya'sında ise farklı kurallardı.

Bugün sorun, en azından krizin mevcut aşamasında, ülkelerin içine kapanmasının nasıl engelleneceğidir. 1929'da ülkelerin içe kapanması, gümrük duvarları oluşturması ve şöyle böyle kabuğuna çekilmesi krizi daha da körükledi. Ancak dünya banka sistemini kurallar temeline oluşturmak bir dünya hükümeti gerektiriyor. Halbuki böyle bir "dünya hükümeti yok". Her uzlaşma, en azından büyük güçlerin onayını gerektiriyor.

2008-2009 krizi, ekonominin en son fırlamasıdır. Bu finans krizi, üretim alanındaki krizin yansıması ve genel krizi daha da büyütüyor. İktisadi tarihte 1929 krizi ve onu takip eden Büyük Depresyon (1929-1932 yılları arasındaki dönem) yıllarında, sanayi üretimi yüzde 40 gerilemişti. Şu anda 2008-2009 dönemindeki krizin üretim alanında yol açtığı etkileri ölçebilmek zor.

Ama şöyle bir sorun gündemde: Ekonomi, Büyük Depresyon döneminde yaşananların tekrar yaşanmasını engelleyebilecek mi?

Finans takviyesi ekonomiyi iyileştirmiyor. Sadece can çekişme süresini uzatıyor.

2008 kongre öncesi metinde de belirttiğimiz gibi: "Şu anda yaşanan mali krizin diğer mali krizlerden farklılığı çok daha vahim olması ve de bütün yeryüzünü kapsayıp, dünya banka sistemini tümüyle sarsmış olmasıdır.

Mali ve borsa krizlerinin bu kadar sık aralıklarla ortaya çıkması, şu veya bu ölçüde vahim olması ve üretime şu veya bu derecede etki yapması, krizin kendi başına olan bir çevrim olmadığını gösteriyor.

Aslında bu kriz, 1970'li yıllardan itibaren sürüyor. Önce para sistemi kriziyle başlayıp 1973'te ilk petrol kriziyle devam etti ve 1974-75'te ilk üretim fazlalığı krizine dönüşüp bütün sanayileşmiş ülkelerde yaşanan bir sanayi üretimi gerilemesiyle sonuçlandı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilk defa ekonomik durgunluk bu seviyede tüm yeryüzüne yayılıp, satın alma gücünün düşüklüğü nedeniyle üretimin gerilemeye başladığını gösteriyordu." (...)

"Kapitalist ekonomi 1974-1975 gerilemesinden sonra, belirli aralıklarla ekonomik büyüme ve gerileme yaşadı. Ancak 1974 öncesi büyümeyi kesinlikle yakalayamadı. Kapitalist dünya ekonomisi, uzun zamandır sürünen krizden kurtulamadı.

Kapitalistler sınıfı, 1990'lı yılların başında, krizden önceki kârlılık seviyesini yeniden yakaladı ama bunu yeni, dinamik bir şekilde satın alma gücünü arttırarak, ek üretim yatırımları gerçekleştirerek sağlamadı. Bunu, sadece işçi sınıfına karşı savaş açarak yani sömürüyü arttırarak, ücretleri dondurarak, iş temposunu arttırarak, işsizlik korkusunu kullanarak, her ülkede ulusal gelirden emekçilere düşen payı önemli ölçüde azaltarak gerçekleştirdiler. Örneğin Fransa'da, 1982'de bütün işyerlerinde, işverenlerin sosyal ödenekler dâhil ücret için ödedikleri oran yüzde 73.2 iken, 1998'de yüzde 63.4'e düştü.

Ancak, uzun süredir devam eden ve kapitalist yozlaşmanın bir simgesi olan bu durum, kâr oranı yeniden eski seviyesine ulaştıktan sonra da, işyerleri üretime yatırım yapacaklarına mali sektöre yönelmeyi tercih ettikleri için devam etti. Birçok yönlü sonuçları olan ve "ekonominin gittikçe daha çok mali ekonomiye dönüşmesi" olarak özetlenen bu gidişat, kapitalist ekonominin şu andaki işleyişini ortaya koyuyor: Şimdiki mali kriz için gerekli olan zemini hazırlamış oldu."

Ekonomik ve siyasi liderlerin tek övünç kaynağı Ekim 1929'daki "kara pazartesi" ve "kara perşembe"den sonra yaşanan yıkımı, yani borsa değerlerinin çöküp banka krizini tetiklenip ekonomiyi, Büyük Depresyona (ki ancak savaş sonucu aşılmıştı) götürmesinin engellenmesidir. Ancak tarih her zaman aynı şekilde tekerrür etmez. Büyük Depresyonun engelleneceğine dair hiçbir güvence yok; belki de farklı bir şekilde ortaya çıkacak. Aslında, farklı bir şekilde 1970'li yılların başından itibaren ortaya çıkmaya başladı bile!

2008-2009 yıllarında, dünya ekonomisi, İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşanan en büyük krizi yaşadı. 1997 ile 2007 yılları arasında dünyada GSMH yüzde 4'lük bir büyüme ve 2009'de ise yüzde 0.6 bir küçülme yaşadı. Ama burada şunu da hatırlatmakta yarar var, hem bu büyüme hem de GSMH sanal bir şey. Ancak üretimdeki düşüş eğilimi anlamlıdır. Örneğin 1930'lu yıllardaki Büyük Depresyon dönemiyle bir kıyaslama yapacak olursak, dünya GSMH tahminlere göre 1930'da yüzde 3; 1931'de yüzde 4; 1932'de yüzde 4 gerilemişti. Ancak rakam olarak küçük görülen gerileme krizin gerçek boyutlarını yansıtmıyor. Sanayi üretiminin verileri çok daha anlamlı: OECD (Türkiye'nin de arasında olduğu 30 ülkenin üye olduğu Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü ÇN) verilerine göre dünyadaki düşüş yüzde 13 (ABD'de yüzde 12'ye) tırmanmıştı.

Fransa ise savaş sonrası dönemden sonra en büyük düşüşü, yani GSMH'da yüzde 2,6 ve sanayi üretiminde yüzde 12'lik düşüş yaşadı. Zaten çok az olan şirket yatırımları yüzde 8 azaldı. 2009 yazından bu yana sanayi üretiminde artış olsa da yeniden gerileme süreci başladı ve üstelik kriz dönemi öncesi seviyeye ulaşılamadı. Örneğin sanayi üretimindeki imkanlar sadece yüzde 75 seviyelerinde kullanılıyor.

OECD tahminlerine göre 2011'de G7'lerin büyüme oranı yüzde 1,5'e düşebilir. ABD'de enerji kolundaki yüzde 1,9'luk bir düşüş nedeniyle 15 aydan bu yana ilk defa sanayi üretimi son Eylül ayından bu yana inişe geçti.

İşsizlik, bütün ülkelerde artıyor. Örneğin Fransa'da yüzde 4 arttı; iş bulma kurumları toplam işsiz sayısını 3 milyon 999 bin 200 olarak tespit edip, 4 milyon işsiz sınırının aşılmadığı belirtti!

Şirketler yatırım yapmadan, üretimi artırmadan ve pazarı genişletmeden çok büyük kâr edip kasalarındaki paraya milyarlar ekleyip önemli ölçülerde artırdılar. Örneğin 30 Haziran 2010 tarihinde ABD'de sadece sanayi şirketlerinin kasalarındaki para miktarı, 840 milyar dolara erişti. Fransa'da ise büyük sanayi ve finans grupları, yani o meşhur CAC 40'lar (Fransa'da borsada işlem yapan şirketler ÇN), 150 milyar avroluk bir "yatak" üzerinde yatıyorlar. İşte bu miktar, nakit para ve hissedarlara dağıtılan diğer paralar "alın teriyle" yani emekçilerin daha çok sömürülmesiyle biriktirildi.

İngiltere Bankası'nın bir müdürü yaptığı son bir tahmine göre şu anda ve ilerideki üretim düşüşünün toplam değeri, bir yıllık toplam dünya üretimi kadar: Yani 60 triyon dolar (46 trilyon 700 milyar avro) olacak. Tabii ki bu sadece bir fikir veren ölçüdür. Ancak bunun yol açtığı felaket son yıllarda yaşanan en büyük doğal afetten ve belki hepsinin toplamından da daha fazla tahribata yol açıyor. Ancak bu doğal bir afet değil; ne Aralık 2004'de Güneydoğu Asya'da yaşanan tusunami, ne Ocak 2010'da Haiti'de yaşanan deprem ne de Ağustos 2010'da Pakistan'da yaşanan sel felaketi. Bu felaket, kapitalist ekonominin işleyişidir.

Arada bir krizden çıktık duyurularına rağmen, krizden geçici olarak çıkan tek sektör finans sektörü. Ekim başında günlük Le Monde gazetesi, ekonomi ekinde "Dünya talebi yetersiz olmaya devam ediyor" diye başlık atıp, emperyalist ülkelerdeki üretim yatırımlarındaki düşüşün devam ettiğine vurgu yaptı. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Çünkü kriz çarkı dönüyor, işsizlik emekçiler üzerinde baskı yapıyor ve güç dengesi patronlar lehine olduğu için ücretlilerin satın alma gücü azaldığından ve de devletlerin uyguladığı kemer sıkma siyasetlerinden dolayı tüketim azalıyor.

Sermayenin merkezileşmesi

Büyük sanayi gruplarının karlılıklarının yeniden artması hem emekçilerin sömürüsünün daha da artması hem de rakip şirketlerin bazılarının yok olmasına bağlı. "Dünyadaki talep", yani pazar genişlemediğinden daralan veya küçülen pazarda pay kapmak için tröstler arasındaki savaş giderek şiddetleşiyor. Örneğin Eylül 2008 finans krizini tetikleyen Lehman Brothers'ın iflası Goldman Sachs'ın en büyük rakibini saf dışı bırakmasına yaradı.

Kriz, finans alanındaki merkezileşmeyi azaltmadığı gibi daha da güçlendiriyor. 1999'da ABD'de en büyük 4 banka, toplam banka mevduatlarının yüzde 23'üne, 2007'de yüzde 38'ine ve 2010'da ise yüzde 47'sine sahipti! Daha da anlamlısı, 2010'da 5 büyük banka (Goldman Sachs, Citi-group, JPMorgan Chase, Bank of Amerika ve Morgan Stanley) Amerikan finans kuruluşlarının mali ürünlerinin toplamı, yani 293 trilyon doların yüzde 96'sı denetimleri altındaydı.

Aynı savaş, sanayi alanında da sürüyor. Banka krizi korkusu atlatılır atlatılmaz, zor durumda olan sanayi kuruluşlarının evlilik veya yutulması şeklindeki güçlü merkezileşme eğilimi yeniden başladı.

Bu yıl, bu olay maden işkolunda büyük operasyonlar yoluyla yapıldı. Dünyanın en büyük maden şirketi BHP-Billiton ki o da dostça veya düşmanca birleşmelerden sonra oluştu, 43 milyar dolar verip dünyanın en büyük potas madeni şirketi PotashCorp'u yutmak istediğini duyurdu. Bu saldırı gerçekleşmeden önce bile BHP-Billiton dünyadaki en büyük kurşun, ikinci büyük gümüş, bakır ve nikelde üçüncü, dördüncü brüt mücevher üreticisi idi. Ek olarak da doğal uranyum, alüminyum, bakır veya manganez alanlarında da faaliyeti vardır. BHP-Billiton 150 milyar dolar harcayıp en büyük rakibi olan maden sektörü devlerinden Rio Tinto'yu satın alma girişimi başarısız olunca, aralarında anlaşıp birlikte Avustralya'daki zengin demir madenlerinin işletmesini ortaklaşa yapmaya karar verdiler.

Uzmanlar, bundan sonraki merkezileşme savaşlarının ilaç ve iletişim sektörüne kayacağını ve büyük grupların dünya seviyesinde hakimiyet kurmak için harekete geçeceklerinden hemfikirdirler.

Büyük sermaye ve devlet bastonu

Ekim 2009 ile Mart 2010 arasında yapılan "sanayi zirvesi" içi boş bir kutu olsa da Sarkozy için hava atmakla sınırlı olmayıp ileride uygulanacak bir siyasetin de habercisi olabilir. Bu yeni sanayi siyaseti, şimdiden devlet yardımıyla oluşturulan "rekabet alanları" , "stratejik yatırım fonları" , "elektrikli araba planı" ve farklı araştırma kredi olanakları gibi olaylarla ön plana çıkmaya başladı. "Serbest pazarı" savunan bu sağ hükümeti döneminde devlet, Alstom şirketini kurtarmak için müdahale etti. Ayrıca devlet, büyük ulusal şirketlerin oluşması için şirket evlilikleri ve şirket yutma operasyonlarında yer aldı. Şimdi artık "devletleştirmelerden" söz edilmeyip "ekonomik yurtseverlilikten" bahsediliyor!

Kriz daha da kötüleşirse veya devam ederse bu sözü edilen uygulamalar genelleştirilip sanayiye yapılan yardım genelleştirilip en azından "sanayinin gerilemesini engellemek" yani "sanayi iş kolunda istihdam sahaları açmak" veya bunlara ek olarak çevreyi koruma projeleri bahaneleriyle devlet para yardımları yapacak. Örneğin, ekonomi basını "denizlerde kurulacak yel değirmenlerine hücum" olduğundan söz ediyor (Les Echos). Böylece çevreye saygılı ve de "yüksek elektrik akım kabloları üreten şirketler için güzel bir fırsat" olacakmış. Çünkü bu kablolar sayesinde elektrik şebekesine bağlanılacak. Bu pazar içim Alstom ile Siemens şirketleri kapışıyor.

Bir yandan özel sermaye, daha çok kazanç getirdiği ve sermayelerini üretimdeki yatırım alanında olduğu gibi uzan zaman bağlamak zorunda olmadıkları için, finans alanına yöneliyor; diğer yandan ise devlet, sanayinin gelişmesi ve hatta devam edebilmesi için gerekli yatırımları karşılamak zorunda kalıyor. Devletin bütün bunları, devletleştirme, yardım veya özel sermayeye destek verme şeklinde yapması olması tali bir şeydir.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Fransız Komünist Partisi yapılan devletleştirilmeleri, çok ileri bir şey ve hatta sosyalizme giden bir adım olarak nitelendiriyordu. Önümüzdeki dönem sol yeniden iktidara gelirse uygulayacağı artan devletçilik siyasetini, kitlelerin yararına yaptığını iddia edecek. Aslında bunlar kapitalizmi kendine rağmen kurtarmak için uygulanacak yeni girişimler olacak. Ama böyle bir şey kapitalizmin ilerlediği asalaklık yolundaki yeni bir adım olacak. Özel sermaye gittikçe finans alanlarına daha çok kayıyor ve devlet ise artı değer kaynağı olan üretim alanlarını sırtında taşıyor. Şunu hatırlatmakta yarar var: Finans alanlarına giden sermaye büyüklük oranlarına göre ve hatta artık yıllardan beri artan oranlardan daha da fazla, üretim alanlarında sömürü sonucu yaratılan artı değeri paylaşıyor. Spekülasyon sömürü yoluyla elde edilen artı değere el atıyor ama kesinlikle artı değerin büyümesine katkıda bulunmuyor.

Tabii ki bizim görevimiz kapitalizmin devlet tarafından kurtarılmasını desteklemek değil. Çünkü kapitalizmin kurtarılması için az ya da çok yapılacak devlet müdahalesi sömürülen emekçi sınıflara karşı olacak. Sol, eğer yeniden iktidara gelirse yine 1982'de anlattığı masalları anlatıp alacağı ekonomik önlemlerin ve bu önlemlerin emekçi sınıflara getireceği bedellerin onlar için gerekli olduğunu söyleyecek.

Devlet ve devletçiliğin arada bir kapitalizmi kurtarmak için müdahale etmek zorunda kalması, hem kapitalizmin hem özel mülkiyet temeline bağlı toplumun artık süresini doldurduğunu gösteriyor.

Patron ve devletlerin kemer sıkma siyasetleri, kapitalist sınıfın krizi nasıl çözmek istediği konusunda bir fikir vermeye yetiyor. Burjuvazinin krize karşı verdiği en iyi denilebilen çözüm, direk olarak işyerlerinde sömürüyü arttırıp satın alma gücünü düşürerek ve çalışma şartlarını daha da kötüleştirerek ya da dolaylı olarak devlet eliyle sosyal güvenceleri azaltarak, kitleler için gerekli olan kamu hizmetlerine yapılan harcamaları azaltarak, dolaylı vergiler gibi esas olarak kitleleri etkileyen vergileri arttırarak, kamu kasalarındaki, yani hem devlet bütçesi, emeklilik ve sosyal sigorta kasalarındaki bütün maddi olanakları burjuvazinin hizmetine sunmaktır. Ama şunu da hatırlatalım, burjuvazinin 1929 krizine karşı uyguladığı bütün çareler, Roosevelt'in New Deal politikasından Nazi Almanya'sının ekonomik önlemlerine kadar hepsi, savaşla sonuçlandı.

Ulusal Cephe'den (aşırı sağ) Sosyalist Parti ve ona yakın olanlara kadar geniş bir yelpaze oluşturan, burjuva temellerinde kalanların savundukları; burjuvazi için iyi olan bütün toplum için iyi olur fikridir. Hepsi belirli saçmalıkları, örneğin "borçları ödemek gerekiyor" veya "yaşam süresi artmıştır, onun için çalışanların daha uzun süre sigortalı çalışmaları kaçınılmazdır" gibi şeyleri tekrarlayıp duruyorlar. Borçları, o borçları alanlar ödemelidir!

Emeklilik kasasının açığına gelince, eğer kapitalistler emekçiler, yaşlanıp sömürüye olanaklı olmayan duruma düştüklerinde de maaşlarını ödemeye devam ederlerse o zaman açık diye bir şey olmaz.

Burjuvazinin kriz konusunda uyguladığı siyasete işçi sınıfının can alıcı çıkarlarını temel alan bir siyasetle karşı çıkılmalı. Bu açıdan temel soru şu: Krizin bedelini kim ödemeli ve krizin etkilerinden kim korunmalı? Esas sorun budur ve buna kıyasla diğer siyasi ayrıntılar ikinci derecede önemli.

Tek alternatif siyaset var: Kapitalist düzenin yıkılması

Önümüzdeki döneme damgasını vuracak olan burjuvazinin işçi sınıfına ve genel olarak bütün kitlelere karşı yaptığı saldırıların artışı olacak. Bunların sınırlarını güç dengesi belirleyecek. Burjuvazinin saldırıları ne özel bir politik fikirden ne de geçici olarak iktidarda bulunan siyasi ekipten kaynaklanıyor. Temel sınıf çıkarları yüzündendir.

Siyasetçilere biçilen rol, burjuvazi için gerekli olan siyaseti uygulamak ve seçim çıkarları için gerekli olduğunda da bu yapılanların doğru olduğunu anlatmak. Avrupa'daki bütün hükümetler, farklı siyasi etiketlerine rağmen hepsi şu veya bu seviyede feci ve sert kemer siyasetleri uyguluyor. Sadece bu gözlem bile 2012 yılında eğer Sosyalist Pati iktidara tek başına veya Komünist Parti ve Sol Parti ile birlikte de gelse değişlik yapacağı vaatlerinin sınırlarının ne olduğunu gösteriyor.

Burjuvazi, bu kriz ortamında istediklerini kendi açısından dayatmak için her türlü olanağa sahip. Ama aynı zamanda da şirketlerin ve bankaların özel mülkiyet temellerinde finans gruplarının gücüne güç kattığını ve bunu da emekçi sınıfların aleyhine kullanıp emekçiler için bu düzen temellerinde ancak böyle olabileceğini iyice ortaya koyuyor.

Emekçiler için tek çıkış yolu sömürülen kitlelerin can alıcı sorunlarına çözüm getirebilecek programı uygulamak için burjuvazinin toplumdaki egemenliğine son vermektir. Bu program, kitleler ona sahip çıktığında bir güce dönüşecektir. Ne zaman ve nasıl? Bugün kimse bunu öngöremez. Burjuvazinin saldırılarından zarar görenler, kaçınılmaz bir şekilde şu veya bu seviyelerde şiddetli ve bilinçli tepkilerle karşılık verecekler. Gerçek bir mücadele programı bu mücadelenin ortaya çıkaracağı sorunlara cevap vermeli.

İşçi sınıfı, yaşam koşullarını savunmak için mücadeleye geçtiğinde gerçek devrimci bir program mutlak bir ihtiyaçtır.

İşsizliğin büyümesi, işsiz kalanlar için maddi bir yıkımdır ve toplumun yozlaşmasına yol açıyor. Buna karşı tek çare, mevcut iş imkanlarının hiçbir ücret kaybı olmadan tüm çalışanlar arasında bölüşülmesi ve işçi çıkarmanın yasaklanması.

Ücretlilerin satın alma gücünün giderek erimesine ve devletin onlardan yaptığı ücret kesintileri ve kamu hizmetlerinin kötüleşmesinden ötürü gördükleri kayıplara karşı can alıcı önlem ücretlerin ve emeklilik maaşlarının eşel mobil sistemiyle korunmasıdır.

Finans krizine çare olarak bütün bankalar toplumsallaştırılıp kitlelerin denetimi altında olan tek bir merkezi banka kuruluşuna dönüştürülmeli.

Kapitalist sınıfın sorumsuzca davranışlarından dolayı ekonomi üzerindeki hakimiyetine son verip şirketler ile ekonominin denetimi emekçiler ile kitlelere devredilmeli.

İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki güç dengesinin değişmesi için işçi sınıfının güçlü tepkilerinin ne zaman ve hangi şekillerde olacağını tahmin etmeye çalışmak boşuna. Kriz ve onun yol açtığı tahribatlar, işçi sınıfı için çetin bir okuldur. İsyana yol açan, burjuvazinin şiddetli saldırılardır.

Eylül-Ekim 2010 hareketi hem harekete geçenlerin sayısı hem de reformist sendika önderliğinin sınırlarına, hem de küçük hedeflerine ve de bu hedeflere göre yenilmiş gibi görünmesine rağmen siyasi bir mücadele ve de işçi sınıfının burjuvaziye karşı gösterdiği bir tepki olarak algılanıyor. Bu mücadele işçi sınıfının daha büyük bir bölümüne, tam da net olmasa bile, krizin ve burjuvazinin şiddetli saldırıları karşısında herkesin kendi başının çaresine bakmasının bir çözüm olmadığını ve tek çarenin yeniden sınıf bilincine varıp işçi sınıfının ortak mücadelesi ile olabileceğini gösterdi. Bu çok değerli bir deneyimdir.

Önümüzdeki dönemde devrimcilerin görevi bu deneyimi kullanarak işçi sınıfının tek çıkar yolunun bu gibi toplu mücadelelerinden geçtiğini anlatmaktır. Bunu gerçekleştirebilmenin şartlarından biri de mücadeleye geçtikten sonra öne sürülen, seçimleri bekleyin, seçim yoluyla değişiklik olur gibi, çıkmaza götüren önerilerden kaçınmaktır.

Küçük ve mütevazi bir seviyede de olsa işçi sınıfı yaptığı bu mücadele ile burjuvazinin uyguladığı siyasete kendi silahları olan grev ve yürüyüşlerle karşı çıkabileceğini göstermiştir. "Tolumun tek üretici sınıfı olan" (Troçki) işçi sınıfının yaşam koşullarını korumasının gerekli ve şart olduğunu savunmak ve bu fikirleri yayıp hedefler belirlemek devrimcilerin görevidir. Maddi ve siyasi çıkarlarını savunabilmek için mücadeleyi sonuna kadar sürdürüp burjuvazinin toplumdaki hakimiyetine son verebilecek tek sınıf işçi sınıfıdır.

Devrimcilerin acil temel iki görevi vardır: İşçi sınıfının farklı biçimlerdeki mücadelelerine katılmak ama aynı zamanda da propaganda ve tartışmalarla işçi sınıfı içerisinde devrimci programı savunmak. Yani işçi sınıfının can alıcı çıkarlarını savunurken hedefini burjuva düzenini yıkmaya yönlendirmek. İşte bu iki alanda yapılan mücadele esnasında mücadeleyi zafere kadar götürebilecek olan devrimci komünist partisi oluşabilecek. (Aralık 2010)