İRAN: Otuz Yıldan Fazla Bir Süre Sonra İran İslam Rejimi

چاپ
16 Nisan 2010

(Leon Troçki Çevresi Broşürleri - 16 Nisan 2010 - No:119)

İran, şah diktatörlüğünün -Rıza Pehlevi'nin- boyunduruğu altındaydı. Bu diktatörlük, Amerikalı ve Avrupalı emperyalist güçlerin desteğiyle iktidarını istikrarla korudu. Bu rejim, 1979'da bir ayaklanmayla yıkıldı. Bu ayaklanma, Ayetullah Humeyni'yi ve İslam Cumhuriyeti'ni kuran Şii din adamlarını iktidara taşırken şaha ise sürgünden başka seçenek bırakmadı. (Farsça bir kelime olan Ayetullah'ın Türkçe karşılığı "imam"dır. İslamiyet'in Şiilik mezhebinde, din eğitimi almış olanlara verilen bir unvan. Siyasetteki karşılığı ise "lider"dir. Ayetullah, İran siyasetinde devletin tepesindeki dini lider anlamına gelirken toplumda ise "fetva verme yetkisine sahip" din adamı olarak bilinir. ÇN)

İran İslam Cumhuriyeti diğer İslam rejimleri gibi -örneğin Suudi Arabistan- feodal kalıntıların ve Ortaçağ'ın bir devamı değil; tersine ayaklanan yoksul kitleler ve küçük burjuvazi sayesinde asker-polis rejiminin yıkılmasının sonucuydu. İran böyle bir kitle ayaklanmasına daha önce tanık olmamıştı ama bu devrimci ayaklanma, din adamları tarafından denetim altına alındı. Din adamları, "İslam" adı altında, hiçbir muhalefete tahammül etmeyen, toplumu tek bir yaşam biçimine zorlayan, kadına karşı ayrımcılığı körükleyen bir rejim getirdi.

Emperyalist güçler, burjuvaziye karşı olduklarını açıkça beyan etmelerine rağmen, gerici molla diktatörlüğü, 30 yıldan uzun bir zamandır sürüyor (Molla, İslam dini ve yasaları hakkında bilgi sahibi olan kişi yani Türkçe'deki, imam, din adamıdır. ÇN) . Rejim, diğer gerici ve diktatörlük rejimlerini destekleyen Batılı emperyalist güçlerin çıkarları ile uzlaşmıyor değil. Ama İran İslam Cumhuriyeti, Batılıların çıkarları açısından, bağımsızlığı sorunlu ve denetlenemez bir rejim.

Kitle desteği, rejimin Batılı emperyalist güçlerce de desteklenen Saddam Hüseyin'in Irakına karşı 8 yıl devam eden savaşın olduğu 1980'li yıllarda da ayakta kalmasını sağladı. İran İslam Cumhuriyeti, birçok ekonomik baskıya, ABD tarafından başlatılan ticaret ambargosuna rağmen ayakta kalmayı başardı.

Bununla birlikte, kaybedenler tarafından sonuçları kabul edilmeyen 2009 yılındaki başkanlık seçiminde, yeniden başkan seçilen Ahmedinejad'a yönelik protesto gösterileri arttı. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, iktidarın tam ortasında bir çatlak ortaya çıktı. Eski bakanların ve eski başkanların da katıldığı muhalefet, şimdiki başkanı ve devletin tepesinde yer alan, aynı zamanda da dini lider olan Hamaney'i açıkça eleştiriyor. Bu, rejimin tam ortasında ortaya çıkan siyasi bir kriz.

Özellikle Tahran'daki üniversite öğrencileri hareketli ve bu hareketlilik, sadece onlarla sınırlı değil. Aralık ayının sonunda, kendine "Yeşiller" diyen muhalifler (İslam dinini sembolize ettiği için) "kahrolsun Ahmedinejad", "diktatöre ölüm", "kahrolsun Hamaney" ve siyasi egemenliği Şii dini lidere yani Ayetullah'a veren anayasa aleyhinde sloganlar attılar.

İran'da neler oluyor? Bu durum nasıl değişebilir? İslam rejimi düşecek kadar sarsılıyor mu?

İran'da olanları bilmek zor. Çünkü biz, basında geçen olayların gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz. Çünkü İran medyası denetim altında ve güvenilir değil. Öbür taraftan Batı medyası da hemen hemen hiçbir şey anlatmıyor. ABD ise rejimi kendi çıkarı yönünde dönüştürebilmek için baskı yapıyor. Burada ise medya, İran rejimine ve onun muhaliflerine Batılı emperyalistlerle anlaştığı imajını veren propagandalara katılıyor. Ayrıca Batılı medyanın açıklamaları da çoğu zaman hilekar.

Biz yine de olayların gelişimine, bu rejimin iktidarı nasıl ele geçirdiğine, gelişiminin nasıl olduğuna ve hangi ölçülerde tedirgin olduğuna bakarak, nelerin yaşandığını anlamaya çalışabiliriz.

Bugün İran'ı anlamak için, İran'ın İslam Rejimini nasıl doğurduğuna bakmamız lazım.

1914'den önce, İngiliz-Rus denetimi altında

20. yüzyılın başında, o dönem "Persepolis" olarak adlandırılan ve bugün Şiraz olarak bilinen bölgede, petrol bulundu. 1908'den beri, İngiliz-Pers Petrol Şirketi aracılığıyla, bölgedeki petrol üretimi, İngilizlerin denetimi altındaydı.

Onlarca yıldan beri Rusya ve İngiltere, Pers'i aralarında paylaşıyorlardı. Ruslar, kuzeyi ve Azerbaycan'ı denetim altında tutarken İngilizler, ülkenin güneyini elinde tutuyordu.

Siyasi rejim diktatörlüktü. Bu diktatörlük, Kaçar prensliğiydi ve uzun zamandan beri köylülüğün sırtından geçinen, ağırlıklı olarak bir kabile topluluğuydu.

O çağda, o bölgede, birçok tefecinin, tüccarın ve esnafın toplandığı "Bazaar" olarak adlandırılan mahallelerde, semtlerde ticaret burjuvazisi; gelişen din adamlarına içten bağlıydı. Dinciler, sözü geçen itibarlı kişilerdi ve hem gelişmeye hem de Batının ekonomik anlayışına ve ülkeye girişine karşıydılar. Bu durum, Bazaar burjuvazisi ile din adamlarını müttefik yapıyordu. Ulusal burjuvaziyi ve din adamlarını emperyalist güçler ile karşı karşıya getiren bu ittifakta defalarca anlaşmazlıklar çıktı.

Öte yandan, İran'da yaşayan milliyetçi ve modern fikirli, eğitimli, az çok laik aydınlar, 1906'da Kaçar monarşisine karşı çıkan bir ayaklanmada, dincilerin müttefiki oldu. "Yapısal Devrim" adı altında, 1911 yılına kadar devam eden olaylar, şahı bir parlamento oluşturmaya ve anayasanın prensiplerini kabul etmeye zorladı ama hareket daha ileriye gitmedi. Rus ve İngiliz orduları, parlamentoyu ve isyanın olduğu Tebriz şehrini bombaladı. Şah, otoritesini tekrar kurdu ve olaylar sona erdi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kaçar devleti, henüz düzenli bir ordu oluşturmamıştı ama Rus subayları tarafından komuta edilen bir kolordu, bir Kazak tugayı vardı. Savaşın sonunda, İngilizler ve Fransızlar, tüm ülkeyi denetim altına almaya çalıştı. Sadece İngilizler, İran'ın bir bölgesini denetim altında tutuyordu. Ülkenin geriye kalanı karışıklık içindeydi. İngilizler, kendilerine hizmet edecek birini buldu: Albay Rıza Han

Şah yönetimi altında zorla modernleştirme

Rıza Han önce yerel hareketleri bastırmakla işe başladı. Sonra da dinci ve komünist hareketleri bastırdı ve İkinci Dünya Savaşı'na kadar diktatör olarak kaldı.

1920 yılında, Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin aydınları tarafından İran'da Komünist Parti kuruldu. 1920 yılının eylül ayında, Komünist Enternasyonal tarafından Bakü'de tertiplenen Doğu Halkları Konferansı'nda, İran heyetinin yanında Orta Asya, Kafkas, Arap ve Çin heyetleri bir araya geldi.

Rus Devrimi, Çar ordusunun içinde bir gedik açarak, halklar için özgürlük rüzgarı estirmişti. Pers'te, Kürdistan'da, Azerbaycan'da halklar, daha fazla özerklik elde etme imkanını yakaladı.

İran Sovyet Sosyalist Cumhuriyet'i, 1920 yılında, Hazar denizinin kıyısındaki bölgede kuruldu. Milliyetçi gerillalar ve sofular, Bolşevikler ile ittifak yaptı ve Kızıl Ordu'nun desteğiyle Guilan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetini kurdular. Bu cumhuriyet, sadece birkaç ay sürdü. İngilizler, ülkenin doğal kaynaklarını sömürebilmek için, Rıza Han'ın yönetiminde bir düzen kurmak istiyordu. Bunun için de Kazak tugayı, isyanları bastırmakla görevlendirildi.

Rıza Han, sadece devrimci dalganın yayılmasını önlemek değil, aynı zamanda güçlü bir devlet kurmak için de görevlendirilmişti. Sadece komünistlere değil aynı zamanda Kürdistan'daki bölgesel Kürt hareketine ve petrol bölgesi olan Azerbaycan'a, Kuzikistan'a da saldırdı.

Rıza Han, askeri güçle yetinmedi: 1925 yılında, Kaçar ailesini devirdi ve tahta çıkıp kendini şah yani kral ilan etti. Modern bir devlet kurma hırsıyla Pehlevi hanedanını kurdu. Göçebe kabileleri yerleşik hayata geçmeye zorlayarak, orduyu, ülkenin en uzak köşesine kadar yayarak, bir askeri diktatörlük kurdu. Yeni diktatör, ülkeyi modernleştirmek ve Mustafa Kemal'in Türkiyesi gibi bir rejim yaratmak istiyordu. Dincilerin güçlerini sınırlamaya çalıştı ve mollalara karşı çıktı. Sembolik olarak, Batı tarzı giyim biçimini zorla kabul ettirdi. 1935 yılında ise ülkenin "Pers" olan ismini "İran" olarak değiştirdi.

Yoksul kitleler için, modernleştirici adam, demir adamdı. Ayrıcalıklı sınıflar ve emperyalist güçler için ise ülkenin zenginliklerini denetim altında tutan adamdı.

İşçi örgütlerinin doğuşu

Petrol sanayisi ile beraber işçi sınıfı da gelişti. Yeni oluşan sendikalar, yüzlerce işçiyi örgütledi. Ancak yeni monarşi, siyasi özgürlüklere son verdi, Komünist Parti'yi ve onun etkili olduğu sendikaları yasakladı. Bu arada militan gruplarının varlığı gizli de olsa devam ediyordu. Tüm baskılara ve yasaklara rağmen, 1928 yılında, diktatör Rıza Pehlevi ne grevleri ne de petrol sektöründeki sendikaların oluşmasını engelleyebildi. Petrol sektöründeki işçiler, 1929'un 1 Mayıs'ında yaptıkları bir günlük büyük grevdeki gibi mücadeleci olduklarını gösterdiler.

İkinci Dünya Savaşı sırasında diktatörün mengenesi gevşedi. Çünkü emperyalist yöneticilerin davranışları değişti. Rıza Pehlevi, Nazi rejimini desteklediği için tedirgindi. Öte yandan, İngilizler ve Ruslar, İran petrolüne çok fazla ihtiyaç duyuyordu. Şah devrildi ve sürgüne gönderildi. İran bu savaşta tamamen tarafsız olmasına rağmen, İngiliz ve Sovyet güçleri tarafından bütünüyle işgal edildi. Roosevelt ise bu durumu yakından izledi. Amerikalı yöneticiler, sıranın kendilerine gelmesini beklediler. Bu da çok zaman almadı.

Rıza Pehlevi tahttan uzaklaştırıldıktan sonra Batılılar, onların çıkarlarına sadık olacağı sözünü veren aynı ismi taşıyan şahın oğlunu tahta çıkardı. İşgalin olduğu yıllarda, milliyetçi ve sosyalist gruplar ve işçi hareketi gelişme gösterdi. Kendine komünist diyen yeni bir parti -Tudeh (İran Kitlelerinin Partisi)- kuruldu. Tudeh, Sovyet askeri varlığından yararlanarak kuruldu ve ülkenin kuzeyinde Sovyet ordularının işgali altında bulunan vilayetlerde çarçabuk kök saldı.

Tudeh aynı zamanda ülkenin merkezinde de gelişti. Tekstil sektörünün merkezi olan İsfahan'da, savaştan sonra ise ülkenin güneyinde, petrol sektöründe çalışan işçiler arasında gelişti.

Tudeh, işçi partisi olmaktan uzaktı. Hiçbir zaman özel mülkiyetin karşısında olmadı. Onların temel şiarları "özgürlük, bağımsızlık ve gelişme" ile sınırlıydı. O, başlangıçtan itibaren, parlamenter monarşinin sınırları içinde demokrasiyi göklere çıkartıyordu. Ne emperyalizme ne de dine karşıydı.

Bu Stalinist parti, işçi sınıfı ile bağlarını geliştirdi. 1940'lı yıllarda gelişme gösteren bir sendikayı da bu partinin militanları yönetiyordu. 1946 yılında Kuzukistan'daki işçilerin talepleri, petrol işçilerinin grevi sırasında gündeme geldi.

Petrolün devletleştirilmesi: Emperyalist güçlerle bilek güreşi

Ilımlı bir milliyetçi olan Başbakan Musaddık 1951 yılında, o zamana kadar İngiliz-İran Şirketi aracılığıyla İngilizlerin elinde olan petrolü devletleştirmeye karar verdi. Bu, İran burjuvazisi için gayet uygundu. Parlamento, petrolün devletleştirilmesi yönünde oy verdi ve Ulusal İran Petrol Şirketi kuruldu. Şah düşmanı politikacılar, modern küçük burjuvazinin temsilcileri ve "Bazaar"ın tüccarları Musaddık'ın çevresinde toplandı. Bu, din adamları tarafından da desteklenen ve "Ulusal Cephe" olarak adlandırılan bir koalisyondu.

Devletleştirmelerin ardından, Musaddık yanlısı gösteriler ve grevler patlak verdi. Ama hükümet, İngiliz-İran Petrol Şirketinin ayağını kaydırarak, aslında tüm emperyalist güçlerin çıkarlarına dokunmuştu. İran ablukaya maruz kaldı. Bu, ilk ceza ve uygulanan ilk ambargoydu.

Binlerce işçi, Musaddık'ın yanında yer alarak, güçlü İngiliz şirketiyle bilek güreşi için harekete geçti. Tudeh, ilk zamanlarda bu hareketi desteklemedi ama ilerleyen zamanda Ulusal Cephe'nin yanında yer aldı. Kitleler arasında, en sözü geçen Tudeh'di. Ulusal Cephe ve din adamları ne komünistlerin desteğini istiyordu ne de emperyalist yöneticilerin gözünde bir tehdit olan işçi sınıfının ayaklanmasını.

Onlar için tehlike, bir an evvel uzaklaştırılmalıydı.

ABD, Musaddık hükümetini ve petrolün devletleştirilmesi hareketini devirmeye karar verdi. CIA'in emrindeki bir general, Ağustos 1950'de Musaddık'ı deviren bir hükümet darbesi yaptı.

Emperyalist güçler askeri bir diktatörlüğe yol açtı

Bu harekete katılanlara ama özellikle komünistlere yapılan baskı, yüzlerce ölüme sebep oldu. Darbe acımasız bir diktatörlük kurarak Ulusal Cephe'yi yasakladı, Tudeh çökertildi. ABD bu durumdan kâr sağladı: İran petrolünün %40'ını alarak, İngilizlerin ayağını kaydırdı.

Hükümetin hizaya getirilmesi ve milliyetçilerin hırslarının sona erdirilmesi, Batılı güçlere hizmet eden diktatörü daha da güçlendirdi.

1957 yılında kurulan siyasi polis, SAVAK (Ulusal Güvenlik ve İstihbarat Örgütü), kötü bir ün yaptı. Bu örgüt, 1965 yılına kadar, Fransız askeri birlikleri tarafından yönetildi. Birliklerin başında Teymur Bahtiyar ve Hasan Pahravan vardı. Her ikisi de Fransız askeri okulu Saint-Cyr'de yetiştirilmişti. CIA'in yardımıyla kurulan bu örgüte, İsrail gizli servisi MOSSAD tarafından da yardım edildi.

ABD, monarşiye yardım etmeye ve modern, güçlü bir ordu kurmaya girişti. Burada söz konusu olan hem soğuk savaş sırasında Sovyetler Birliği'ne karşı İran'ı sur yapmak hem de ABD için elverişli olan bu rejime en üst düzeyde desteği sağlamaktı.

1960'lı yıllardan itibaren şah, Beyaz Saray'ın ve Kennedy Hükümeti'nin tavsiyesi üzerine, ülkeyi modernleştirmek için bir dizi reform gerçekleştirdi. Bu reformlar, köylerle ve en önemlileri de toprakla ilgiliydi. Bu reformların bazıları geçmişte çok az işletilmiş bazı büyük toprak mülklerini devletleştirerek tarımı modernleştirme amacı taşıyordu. Toprağını devredenler bunun karşılığında kamu sanayi şirketlerinin mülkiyet paylaşımından yararlandı. Milyonlarca köylü, toprak dağıtımına dahil edildi. Ama köylüler, bu toprakları ancak borçlanarak satın alabilirdi. Sonuç olarak, köylülerin büyük bir bölümü, çok yoksul bir duruma düştü ve kente akın hızlandı.

İkinci reform, mera alanlarını sınırlandırarak ormansızlaştırmayı önleme amacı taşıyordu. Birçok göçebe kabile bu tedbirin kurbanı oldu. Reformlar onları, yerleşik hayata zorluyordu. Yerleşik hayat, göçebe kabileler için yoksullaşma ile aynı anlamdaydı.

Sonuç olarak, milyonlarca köylü şehirlere itildi. Köylüler, şehirlerin gelişmesi için gerekli emek gücünü oluşturdu.

Otoriteler tarafından, çağdaşlaşma adı altında baskıcı bir şekilde yürütülen bu reformlardan dolayı, köylerde isyan çıktı. Diğer reformlar ise kadınları ve erkekleri, Batılı gibi yaşamaya zorladı.

Örneğin şah, erkeklerin sakal bırakmasını, kadınların da örtü takmasını yasakladı ve 1963 yılında, kadınlara seçme hakkı verdi. Bu şüphesiz tarihi anlamda bir ilerlemeydi ancak rejim, gericiliği zorla yok etmeye çalışarak herkesin nefretini topluyordu.

Bu ilerici fikirler insanlara elbette bu şekilde benimsetilemezdi.

Din adamları, muhalefetin başını çekiyor

Bu tedbirler, din adamlarının düşmanlığını uyandırdı. Gayrimenkullerini kaybetmekten kaygılanan din adamları, 1963'te ayaklanmaya girişti. Din adamlarının, şahın politikasına yönelik muhalefetleri bastırıldı. Onlardan bazıları sürgüne gönderilirken molla Humeyni Irak'a sığındı.

O zamandan beri, Şii hiyerarşisi, Pehlevi monarşisine karşı şiddetli bir muhalefet oluşturdu.

Batılı güçlere karşı çıkmayan bu din adamları, emperyalizmin çıkarları ile İran'ın gelişiminin gerekliliği arasında sıkıştılar. Musaddık gibi emperyalizme karşı çıkmadılar. Mussadık, 1950'li yılların başlarında aynı şeyi yapmayı denemişti. Sonuç olarak, feodalizmin ayak izlerine karşı alınan tedbirler yüzeysel kaldı. Toplumu dönüştüremedi.

Şahın reformları, ülkedeki sanayiyi destekleme ve burjuvaziyi geliştirme amacı taşıyordu. 1970'li yıllarda, petrole bağlı sanayinin bir bölümünün özelleştirilmesi sayesinde yeni bir burjuva sınıfı ortaya çıktı. Bu ticaret burjuvazisi, şaha ve uluslararası şirketlere yakındı.

1973 yılından itibaren, petrol fiyatlarının dört kat artması, burjuvazinin küçük bir bölümünün daha hızlı zenginleşmesini sağladı. Bu zenginlik, o kadar büyük boyuttaydı ki ülke az gelişmiş olarak kaldı.

Sosyal çelişkiler büyüdü

Yoksulluk milyonlarca insanı şehirlere itti. Tahran'ın nüfusu 1956'da aşağı yukarı 1 milyon 500 bin iken, yirmi yıl içinde, 4 milyona yükseldi.

Aynı dönemde sosyal eşitsizlikler daha fazla büyüdü. 1970'li yılların sonunda, Uluslararası Emek Bürosu (ILO) verilerine göre, İran'da gelir dağılımı, dünyanın sosyal eşitsizleri arasında önde geliyordu.

Şah, 1971 yılında, dünyanın onlarca liderini, kralını toplayıp tarihi antik Persepolis şehrinin kalıntıları üzerinde kutlama yaptığı sıralar, lüks içindeki yaşamının, gösterişinin zirvesindeydi. Yöneticilerin kibri ve yoksul kitlelerin yaşantısı, emekçilerin rejime karşı kinini artırdı.

Şahın reformları aynı zamanda tek parti rejimini de beraberinde getirdi. Şahın partisi dışındaki tüm partiler yasaklandı. Diktatörlük, siyasi polisin vahşi yöntemlerinden destek aldı. 1978 yılında, SAVAK'ın birkaç bin kişilik kadrosu ve bir milyon muhbiri vardı.

Sosyal zıtlıklar çok ileri boyuttaydı. Ancak baskının tüm ağırlığına rağmen, 1960'lı yıllarda çatışmalar başladı ve 1970'li yıllarda çok daha fazla arttı.

1970'li yıllarda, özellikle şahın hükümdarlığının son yıllarında, İran, Körfez bölgesinin temel askeri gücüydü ve ordu, rejimin temel dayanağıydı.

Modern teknolojiyi kabul eden bir kral tarafından yönetilen ve kapitalist dünyanın güçlerine benzemek isteyen İran, modern bir devlet gibi geçinebiliyordu ama komşu Arap monarşileri hala (orta ve küçük burjuvaziyi dışarıda bırakırsak) Ortaçağ'da yaşıyordu.

Emperyalist güçler için, her zaman var olacak gibi görünen Şah rejimi, emperyalistlerin menfaatlerini koruyan sadık sağlam bir orduydu. Farklı nedenlerle İsrail devletinde de olduğu gibi.

Muhalif güçler gelişti

Çok güçlü olmasa da, muhalif güçler de vardı. Bunların arasından komünist Tudeh, en önemlisiydi. Tudeh'in militanları, gizli mücadele ediyordu ve yöneticilerinin bazıları, 1966 yılında, ölüme mahkum edilmişti.

Diğer örgütler de kararlılıkla diktatörle savaşıyorlardı.

Örnek olarak, Halkın Mücahitleri 1965 yılında kuruldu. Halkın Mücahitleri, küçük burjuvazinin aydınlarını ve öğrencileri silah altına alarak kendilerini milliyetçi, demokratik, Müslüman ve muhalefetin dini kanadı olarak tanımladı. Halkın Fedaileri örgütü, tersine, Marksist-Leninist olmakla övünüyordu. Bu militanlar, Mücahitler veya Fedailer, diktatöre karşı mücadelede ederken öldüler.

Bu militanlar, 1970'li yıllarda, rejime karşı gerilla eylemlerini yönetti. Bu yolla, kitlelerden kopuyorlardı ve çoğalamıyorlardı. Asıl büyüyen, yoksullar arasında gittikçe artan bir etkiye sahip olan, Şii dindarlardı.

Gerçekten, Şii din adamları diktatöre karşı en önemli güçtü. Camiler bir sığınaktı. İmamlar burada rejimi teşhir eden açıklamalar yapıyordu. Öte yandan, dini çevreler, yoksullar için aşevleri gibi yerlerde sosyal yardımlarda bulunuyordu.

Ayrıcalıklarını sınırlandıran monarşiye düşman olan mollalar, bazen de Ayetullah, şahın zindanını boyluyordu.

Muhalif kitlelerin bastırılması, tıpkı Tudeh'in liderlerinin ölüme mahkum edilmesi gibi, diktatörlüğün tüm dünya tarafından eleştirilmesi sonucunu doğurdu. Amerika Başkanı Carter, rezilce ve ikiyüzlü bir biçimde şahın, insan haklarına saygı gösterdiğini söyleyip, İran'la ittifakını sürdürüyordu. Halbuki SAVAK, 1970'li yıllarda o güne dek görülmemiş seviyede, çok kişiyi hapse atmış veya katletmişti.

Yine de diktatörlük, şah rejimini deviren kitle ayaklanmasını önleyemedi.

Ordu da, sonunda diktatöre karşı ayaklanan kitlelerin oluşturduğu dalgalar karşısında güçsüz kaldı.

Kitleler şaha karşı ayaklandı

1977 yılının sonunda, üniversitelerde tepkiler gitgide arttı ve emekçiler arasında da grevler çoğaldı.

1978 yılında ortaya çıkan harekete, birkaç ay boyunca, küçük burjuvazi, öğrenciler, esnaf da katıldı. Bu insanlar, o kadar çok ihmal edilmişti ve rejime karşı öfkeleri o kadar çok artmıştı ki şahın ve çevresindekilerin lüks otellerinin yakılıp yıkılması, öfkelerini ifade ediyordu.

1978 yazından sonra, sadece öğrenciler, esnaf, küçük burjuvazi değil, şehirlerdeki yoksullar ve işçiler de mücadeleye dahil oldu.

Kadın, erkek, genç, çocuk, Tahran'ın gecekonduları, başkentin merkezine yelken açtılar. Ordunun ateş açmasına rağmen gitgide çoğaldılar.

Hareket, aylarca devam etti. Göstericiler silahsızdı ve dalgalar halinde gelmeye devam ediyordu, çünkü kararlıydılar.

Bu hareketi bastırmak için Eylül 1978'de sıkıyönetim ilan edildi ve tüm gösteriler yasaklandı, ancak büyümesi engellenemedi. Bu, etkileyici bir hareketti ve ne tanklar ne de otomatik silahlar ayaklanmayı durdurabiliyordu. Ayaklanma, aralık ayının ortasında üst düzeye ulaştı: Ordunun ayaklanmayı bastırmaya çalışması, her gün birkaç ölme sebep oluyordu ancak her şeye rağmen göstericiler, gün geçtikçe artıyordu.

İşçi sınıfı, ilk başlarda hareketin dışında kalsa da mücadelenin gerisinde kalmadı, 1978'in sonunda kitlesel olarak mücadeleye katıldı.

Aslında, ayaklanma, kısa bir süre önce, 1960'lı 1970'li yıllarda, şahın tarım reformlarından dolayı kentlere göçün tetiklenmesiyle meydana gelmişti. Genellikle genç ve köyden daha yeni çıkan işçilerdi. Onlar, Tahran'ın ve İsfahan'ın gecekondularında yaşıyorlardı. Birçoğu, düzenli bir işe sahip değildi ve kayıt dışı ekonomi sayesinde hayatta kalıyorlardı. Bir işe girdikleri zaman bile sendikadan ve sınıf bilinci alabilecekleri örgütlerden yoksundular.

Öte yandan petrol, ulaşım ve elektrik sektöründe kalifiye olmuş işçiler de vardı. Petrol işçileri, 1978 Kasım'ında greve gitti ve diğer işçileri de peşinden sürükledi. Kısa bir süre sonra, genel grev, ülke ekonomisini felç etti. Ülkenin güneyinde, Abadan'daki rafineride, petrol işçilerinin, 1978'in kasım ve aralık aylarındaki grevi, limanlarda petrolü taşıyan tüm gemileri bağladı.

Şah rejimi için çanlar çalıyordu.

İşçilerin talepleri siyasiydi ve şaha, diktatöre karşıydı. Ama işçiler, bu devrimci ayaklanmaya öz önderlikleri olmadan katılıyordu. İşçiler, kendi kendilerine örgütlendikleri petrol sanayisinde grev komitesi oluşturmuşlardı. En etkili mücadeleyi yapabilmek için, kendi kendilerine oluşturdukları bu örgütlülük sayesinde diğer işyerleriyle bağ kurdular. Ama bu yeterli değildi. Çünkü işçiler, Mücahitler'in ve Tudeh'in bildirilerini okuyordu. Bu örgütler ise dini hiyerarşiyi eleştirmeksizin sadece diktatöre karşı birlik olma çağrısı yapıyordu.

Emperyalizmin muhalifi olan din adamları, lüks içinde yaşamayı, savurganlığı teşhir ediyordu. Din adamları, yoksullara hitap ediyor, yabancılara hizmet eden monarşiyle mücadele ederek daha iyi bir geleceğin sözünü veriyorlardı. Bu nutuklar, temel olarak ahlakçı ve milliyetçi bir propaganda ile sınırlıydı.

Tüm baskılara rağmen, kitleler durdurulamıyordu ve göstericiler, her geçen gün artıyordu. Kararlı din adamları, monarşiyi devirmeyi kafasına koydu ve önderliği ele geçirmeye çalıştı.

1978'in 10 ve 11 Aralığında, sadece Tahran'da bir milyondan fazla gösterici vardı. Ama şaha muhalif tüm örgütler, Mücahitler ve Fedailer gibi, Ayetullah Humeyni'nin resmini taşıyarak gösteri yapıyordu. Bu örgütler, dindarların arkasında sıralanarak, mollalara kendi hegemonyalarını kurmaları için yardım ettiler.

İsyan, Humeyni'yi iktidara taşıyor

Ayetullah Humeyni, 1964'ten bu yana (kısa bir süre de Fransa'da) sürgündeydi. Propaganda kampanyasını uzaktan yönetiyor ve dini liderlerin siyasi otoritesini tartışmak yerine onlara güven veren muhaliflerle görüşerek, İran'a dönüşünü hazırlıyordu. Fransız Devleti, Humeyni'yi Yvelines'deki konutunda, kendi dini bağlantılarını yönetmesi için serbest bıraktı. Onunla görüşmeye gelen laik ve liberal muhalif örgütlerin liderleri, Ayetullah Humeyni'ye destek verdi.

Muhalefet güçlerinin teslim olması

Tüm örgütler (Halkın Fedaileri, Halkın Mücahitleri ve Tudeh de dahil), çatışmalar büyürken mücadeleyi, Ayetullah'ın lehine gelişecek biçimde yöneterek onun iktidarı ele geçirmesine yardımcı oldu.

Ayetullah ve din adamlarının, İranlı kitlelerin devrimci enerjisini denetim altına almaya başlaması kader değildi. Mücadeleci bir örgüt, Halkın Mücahitleri gibi, mollaların önderliği ele geçirmesine karşı mücadele edebilirdi veya en azından, bunu yapmayı kendi imkanları çerçevesinde deneyebilirdi. Bunu yapmadılar veya aylar sonra iktidarı ele alacak olan din adamları ile siyasi olarak savaşmaya karar verdiler.

Komünist Tudeh de ne mollaların iktidarı almasını önlemek için mücadele etti ne de iktidarı ele almak için. Tudeh, uzun zaman boyunca, mollalara karşı çıkmaksızın, Şii hiyerarşisinin yanında yer aldı. Mollalar, Humeyni'nin doğaüstü görüntüsü olduğuna kitleleri inandırmaya çalışıyordu ve Tudeh de bu gizemli hilelere katıldı. Tudeh aynen şöyle yazıyordu: "Çalışkan kitlelerimiz ABD tarafından yönetilen emperyalizme karşı mücadele ederken çok sevdikleri imamlarının, rehberlerinin yüzünü görmek istediler ve Humeyni'nin yüzü ayda göründü."

İşçi sınıfının başkaldırması ve ayaklanmanın zorlamasıyla diktatör sallanıyordu. Şah, Bahtiyar'ın başını çektiği yeni bir hükümeti göreve getirerek rejimi korumak istedi ama artık çok geçti. Bu durumda, ABD, onu desteklemeye son verdi. Diktatör kaçmaya karar verdi.

Emperyalizmin desteği

İran ordusu genelkurmayı, emperyalist güçlerin telkinlerine uyarak iktidar boşluğuna olanak tanımamaları gerekliliğine karar verdi. Onlar için Humeyni, devlet aygıtını koruyan alternatif bir çözümdü. Böylece, imparatorluk ordusunun genelkurmayı, büyük güçler tarafından desteklendi. Humeyni, İran'a sorunsuz bir şekilde gelebilecek ve görkemli bir biçimde karşılanacaktı.

İmparatorluk rejimine karşı son saldırı, şubat başında, Tahran'da kitlelerin ayaklanması sonucunda yapıldı. Bu hareket, Humeyni'nin adına ama onun inisiyatifi olmadan oldu. Tahran, üç gün boyunca, Bahtiyar hükümetine ve diktatörlüğe karşı ayaklandı.

Bazı askerler, göstericilerin silahlanmasına yardımcı oldu. Ancak Humeyni, silahlı ayaklanma taraftarı değildi. Çünkü imparatorluk ordusu, silahlı bir ayaklanmanın önüne geçecek güce sahip değildi.

12 Şubat 1979'dan çıkan sonuç, monarşinin yürürlükten kalkması oldu.

Humeyni, göstericilerin ve kendi tarafındaki ordunun bir kısmının desteği ile artık yeni bir hükümet atayabilirdi. Takip eden aylar boyunca, iktidarı ele almak isteyenler arasındaki siyasi mücadele, Humeyni'nin partisinin, her şeyi denetim altına almasına yardımcı oldu.

İslam rejiminin kurulması

Bazargan şehrinden yönetilen hükümet, kitleleri silahsızlandırmak ve devrimci dalgayı durdurmak için her türlü çabayı gösterdi.

8 Martta, Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla, küçük burjuva binlerce feminist kadın, kendi taleplerini duyurabilmek için gösteri yaptı. Humeyni'nin İslam Cumhuriyeti Partisi'nin erkekleri ise onları susturmaya çalıştı. Bu parti, yeni ortaya çıkmıştı ve henüz sınırsız iktidara sahip değildi ama milisleri korku salmak için tehditlere ve saldırılara başlamıştı bile.

Devlet kurumlarında büyük bir temizlik yapıldı. Yetkilerini yitirmiş monarşinin üst mevkilerinde bulunanlar, görevden alındı ama onların birçoğu zaten daha önce ülkeden kaçmıştı. Ordunun kurmayları, yeni iktidarın saflarına geçti ve birkaç ay sonra genel af ile eski rejimin katilleri de hesap vermeden serbest kaldı.

Humeyni ve mollalarıyla birlikte iktidar, burjuvazinin elinde kaldı. Öte yandan, ABD, tıpkı Sovyetler Birliği gibi, yeni rejimi hemen tanıdı.

Kralın iktidarını savunan SAVAK dağıtıldı. İslam rejimi kendi siyasi polisini, SAVAMA'yı kurdu ve SAVAMA, SAVAK'ın yöntemlerini geliştirdi. Aynı zamanda, SAVAK'ta çalışanların bazıları görevlerine SAVAMA'da devam etti. Bugün, bu siyasi polise "VEVAK" adı veriliyor. İslam rejiminin siyasi polisi, SAVAK'tan çok az farklıydı. İsmi değişti, birkaç kişi değişti ama fonksiyonu aynı kaldı.

Kuşkusuz, imparatorluğun ordusu, şaha çok sıkı bağlı birçok subayını kaybetmişti. Birçoğu ayrılmayı tercih etmişti. Ama ordu, devlet araçlarının devamlılığını sağlıyordu. Humeyni de bu ordunun yeşil ışığıyla iktidara geliyordu. Humeyni, iktidara hevesli olanların gerçek ya da olası rekabeti halinde, kendi dini kliğini savunmak için orduya güvenemiyordu. Halkın Mücahitleri, Humeyni'yi iktidara taşıyan birliği yıkmakta geç kalmadı. Humeyni, devletin kurmay heyetinin kendisinden başka bir tercihte karar kılma veya Halkın Mücahitleri'nin kendi başına iktidara gelme olasılığını görebiliyor, bu da Humeyni'yi kaygılandırıyordu.

Bir ordu da 1979'da oluşturuldu. Bu, Devrim Muhafızları Ordusu idi. Bu ordu, Humeyni'nin partisini korumakla yükümlüydü. Başlangıçta Pasdaran denilen bu ordu, 4 bin kişiden oluşuyordu. Bugün, bu ordu, 125 bin kişilik ve hava ve deniz müfrezelerine de sahip.

1978-79'daki olaylarla birlikte, mollalar devrimci kitlelerin başına geçerek iktidara tırmandı. Bu tümüyle yeni bir şeydi. Çünkü önceleri, 1960'lı ve 1970'li yıllarda gerillalar, isyancı hareketler, emperyalizme ve onun diktatörlerine karşıydı ve genellikle de sol gruplar tarafından (sık sık Maoistler tarafından) yönetiliyorlardı.

İran'daki devrim, yeni bir çağ açtı. Çünkü İran bir model oldu. (1979'dan bu yana, İslamcı partinin yönetimi altında -örneğin Filistin'de Hamas, Lübnan'da Hizbullah gibi- farklı muhalif hareketler oldu.)

Yeni yöneticiler, baskılar ve popülist demagoji

Kitlelerin ayaklanması köyleri de sarsmıştı. Birkaç bölgede, topraksız yoksul köylüler büyük mülk sahiplerinin topraklarını işgal ediyordu.

Kürtler de kendi bölgelerinin özerkliği için isyan etmişti. 1979 mayısından beri, ordu bu bölgeleri bombalarken Pasdaranlar (Devrim Muhafızları Ordusu), Kürtlerin isyanını ezmek için bu bölgeye gönderildi. Bu gerçek bir sivil savaştı.

Şiddet, ülkenin kuzey sınırında yaşayan Türkmenlere, Kuzikistan'ın Arap kökenli nüfusuna da sıçradı.

Yeni iktidar, önceki iktidarın yıllardan beri yaptığından farklı bir şey yapmadı. İmparatorluk rejimi de yıllardan bu yana, İranlıların yarısından daha azını oluşturduğu bölgelerde yaşayanların isteklerini şiddet kullanarak bastırmaktan başka bir şey yapmamıştı.

Humeyni'nin iktidara gelmesinden hemen sonra, Pehlevi hanedanını deviren taraflar, hizip çatışmalarına girdi. 1979 yılında, birkaç defa, laik partiler ve sol örgütler, kendisini tek parti olarak kabul ettirmeye çalışan, Humeyni'nin İran İslam Cumhuriyeti Partisi'nin (Hizbullah) karşısında yer aldı.

1979 haziran ve temmuzunda, eski bir başbakan olan Musaddık'tan ilham alan ve sol örgütlerin önderliğinde oluşturulan Demokratik Ulusal Cephe'nin düzenlediği gösterilere on binlerce insan katıldı.

Devrim sırasında çok etkin olan Halkın Fedaileri, Şubat 1979'daki isyanın ardından yapılan seçimde, oyların yaklaşık olarak %10'unu aldı. İslam Cumhuriyeti Anayasası'na oy veren Tudeh gibi Fedailer de, Humeyni'nin iktidarının ilk yıllarında ona destek sağladı. Onlar, devrimin aşamalı olduğunu düşünüyorlardı. Humeyni'ye verdikleri desteği haklı çıkarmak için ulusal küçük burjuvaziyi ve onun temsilcisi olan, kendini demokrat gibi gösteren Humeyni'yi desteklemenin gerekli olduğunu, çünkü bunun, devrimin bir aşaması olduğunu, iddia ediyorlardı.

Fedailerin içinden sadece bir azınlık rejime karşı çıktığı için, 1980'de, örgütten ayrıldı.

Mollalar muhaliflerini devre dışı bıraktıkça ve dini simgenin altında, milliyetçi ve popülist demagojilerine dayanarak iktidarını sağlamlaştırıyordu.

Yeni iktidar, yoksullara hitap ediyor ve onların isteklerini yerine getireceğine onları inandırıyordu.

Aynı süre içinde, devrimci süreçten faydalanarak işçi komiteleri, sendikal örgütlenmeler oluşmuştu. Şimdi aynı devrim, bu özgürlükleri kısıtlamaya girişti. Sendika liderleri tutuklandı ve grev hakkı, basın özgürlüğü yasaklandı.

Yeni rejim aynı zamanda ABD karşıtı duyguları da besliyordu. Başbakan Bazargan, yabancı ülkelerle ve ABD ile ilişkilerin sürdürülmesi taraftarıydı. Humeyni'nin partisi için Bazargan, gereğinden çok liberal ve çok fazla Batı yanlısıydı. Bazargan'ın düşüşü çok uzak değildi.

Emperyalizm, İran'ı, şah diktatörlüğü ile birlikte boyunduruk altına almıştı. Humeyni'nin rejimi ise tersine, ABD'ye bağımlı olmak istemiyordu.

İslam Cumhuriyeti Partisi taraftarı öğrencilerin 4 Kasım 1979'da, Amerikan Büyükelçiliği'ne saldırısı, sembolik olarak, eski rejimin siyasetine son vermeye yönelikti. Büyükelçilikteki Amerikalı rehineler ancak 440 günden fazla bir süre sonra serbest bırakıldı.

Rehin alma eylemi İran'ın, ABD'nin İran üzerindeki güçlü nüfusundan kurtulma isteğini gösteren basit bir propaganda eylemiydi. Humeyni'nin partisi güçlendi ve Bazargan'ın hükümeti istifa etti.

Yeni rejimin milliyetçiliği, aynı şekilde Sovyetler Birliği'ne de mesafe koymak istiyordu. Bunun için, İran ile Sovyetler Birliği arasında 1921 yılında imzalanan anlaşma teşhir edilmeye başlandı.

Humeyni, kendi iktidarını ülkenin dört bir yanına yaymak istiyordu. Bu nedenle de, Tebriz'deki yönetime karşı, Azerbaycan bölgesinde devrim sırasında çıkan isyanda etkin rol oynayan ve etkinliği her geçen gün artan bir Ayetullah'ın etkisini yok etti.

Ocak 1980'de, İslam Cumhuriyeti'nin ilk başkanlık seçiminde Humeyni'ye yakınlığı ile bilinen Banisadr kazandı. O, aynı zamanda, anayasayı yazanlardan biriydi ve tüm siyasi gücü, "yüce bir rehber olarak" Ayetullah'a verdi. Banisadr, ülkenin petrol ve gaz sektörünün yabancılara devredilmesini yasaklayarak milliyetçiliği öne çıkardı.

Birkaç şehirde ABD karşıtı gösteriler düzenlendi ve 1980 nisanında ABD ile diplomatik ilişkilere son verildi.

Kitleleri aldatmak, oyalamak için dini kullanan Şii çevreler ve Humeyni, iktidarı ele geçirmeyi başarmıştı. Yeni rejim, eski imparatorluk rejimini ve ABD'yi teşhir ederek yoksul kitlelere hizmet ettiği görünümü veriyordu.

Öte yandan, bir başka etken rejimden yana rol oynadı.

Monarşinin düşüşü ile birlikte, şaha yakın olanlar, ticaret burjuvazisi, devletin üst kademesinde yer alan yöneticiler ve genelkurmay üyeleri, farklı ülkelere kaçmaya zorlandı. Bu, önceki yöneticilerin ve idarecilerin tasfiyesiydi ve bu nedenle ilk zamanlar ekonomi felç oldu. Birçok görev boşta kaldı ve bu da rejimi benimseyen ama arka planda kalanlar için yükselme fırsatı oldu.

Eski yöneticilerin el konulan mallarını yönetmek için vakıflar kuruldu. Bu vakıfların arasında en önemlisi Pehlevi ailesinin mallarını yönetmek için kurulan vakıftı. Bu vakıflar, din adamlarının denetimi altında, daha sonra, birden fazla faaliyet alanı olan temel kamu şirketlerine dönüştüler.

Rejimin milliyetçi ekonomisi

Rejim, bağımsız ve güçlü bir ekonomi inşa etmek istiyordu.

Sahibi ortadan kaybolan işyerlerine el konuldu. Diğerleri ise devletleştirildi: Bankalar, emeklilik kasaları, sanayi fabrikaları. Sonuç olarak, devletin sanayideki payı %39'dan %70'e çıktı. Yalnızca, küçük işletmeler ve esnaf, devletleştirmeye dahil edilmedi.

Devletin ekonomideki ağırlığının artmasına karşı olan ticaret burjuvazisi, tüm ağırlığına rağmen, devletleştirmelere engel olamadı, ekonomiyi yeniden rayına oturtabilmek için devletleştirmelerin gereklilik olduğu kabul etmek zorunda kaldı. Dış ticaret, devletin denetimi altına alınmadı ve ticaret burjuvazisi, ülkenin gereksinimleri için yapılan ithalat ve ticaret sayesinde geniş ölçüde kâr etme imkanı buldu. Bu gereksinimler, daha önceden açıklanan hedeflere ulaşabilmek önemliydi. Bu hedeflerin arasında en önemlisi daha fazla buğday ithal etmemek için kendi kendine yetebilen tarıma sahip olabilmekti. Bu hedeflere ancak 2007 yılında ulaşıldı.

Emperyalist güçlerin desteğiyle Irak tarafından

başlatılan savaş, rejimin güçlenmesine katkıda bulundu

Batılı güçler, bir dost devleti kaybetmişlerdi. Onlar, kendilerine kafa tutan, kitle desteği olan ve ne yapacağı öngörülemeyen, ABD karşıtı rejime uzun süre katlanamadılar.

Batılılar, Saddam Hüseyin sayesinde Humeyni'den kurtulabileceklerini umuyorlardı.

Emperyalist güçler için söz konusu olan, laik ve Müslüman Sünniler tarafından yönetilen Irak üzerinden, İran'a karşı yürütülen savaşı kullanarak, Şii İran rejimini düşürmekti.

Irak, eylül 1980'de, Kuzikistan bölgesini özgürleştirdiğini iddia ederek güney sınırını geçip İran'a saldırdı. Bu bölgede Araplar çoğunluktaydı. Birkaç hafta sonunda, Basra Körfezi üzerindeki Hürremşehir'deki İran liman şehri ele geçirildi.

Çatışma, 1988 yılına kadar, sekiz yıl sürdü.

İslam rejimi "ulusal birlik" çağrısı yaptı. Bu çağrı, ona, düşman işgaline dayanabilme, muhalifleri ortadan kaldırma ve kendi iktidarını sağlamlaştırma olanağı tanıdı. İran İslam Cumhuriyeti Partisi yani kısaca Hizbullah, tüm muhaliflerin peşine düşerek onları susturdu ve tek parti olarak güçlendi. Siyasi partiler, bu dönemde yasaklandı. Muhalifler, tanrının düşmanı olarak gösterildi ve ölüm cezasına çarptırıldılar. Onların bir kısmı komünistti. Aralarında komünist olmayanlar da vardı. Örneğin Bahai dininin (Şiilikten dönenler) yandaşları da vardı ve onlar da aynı uygulamaya maruz kaldı.

Savaştan faydalanılarak, kadınların evleri dışında ve işyerlerinde örtünmeye zorlayan, tam anlamıyla "apartheid" (Güney Afrika'da siyahlara karşı uygulanan ırkçılığın bir biçimi) uygulanıyordu. Kent küçük burjuvazisinin eşlerinin büyük bir bölümü işlerini kaybetti. Çok azı, monarşi zamanında ücretli bir işe sahipti ve bu durum yeni rejimin ilk yıllında daha da kötüleşti. Durum, bu çevrenin kadınları için tam anlamıyla bir gerilemeydi. İslam hukuku, yani şeriat, çocukların eğitimine de uygulanarak çocukların dini çerçevede yetiştirilmesine olanak tanındı.

Siyasi partiler, İslam Cumhuriyeti Anayasası'nı, devletin başındaki dini liderin üstünlüğünü kabul etmek zorundaydı.

Düşman saldırısı, İran'da güçlü ve gerici yurtsever bir dalgaya sebep oldu. Humeyni ve mollalar, Irak saldırısını kullanarak kitleleri arkasına aldı. İlk iki yıl boyunca, Humeyni'nin "vatan savunması" çağrısı için neredeyse oybirliği vardı.

Bununla birlikte, muhalefet tepki göstermeyi de denedi. 1980-81'de yürüyüşler ve direnişler oldu.

Humeyni'nin partisi Hizbullah, kendi politikalarına uymayanları üniversitelerden ihraç etmek istiyordu. En sonunda da, üniversiteler hükümet tarafından iki yıl için kapatıldı.

1981 haziranında, Halkın Mücahitleri tarafından düzenlenen toplantının sert bir biçimde bastırılmasının ardından, Halkın Mücahitleri ülkede sansasyon yaratacak eylemlere girişmek için silahlı direnişe girdiler. Örneğin, İran İslam Cumhuriyeti Partisi'nin merkezini havaya uçurdular ve partinin önde gelen birçok üyesini öldürdüler. İktidar, Mücahitlerle bir ilgisi olduğunu düşündüğü kişilere karşı baskısını daha da artırdı. Çünkü bu parti, küçük burjuvazinin gençlerini kendine çekmişti ve partinin devlet aygıtlarında da önemli bağları vardı.

Uluslararası Af Örgütü'ne göre, 1981 yılının haziranından eylülüne kadar, bin 800 muhalif idam edildi.

Sol gruplara ve Mücahitlere karşı sivil savaş takip eden yıl boyunca da sürdü.

Bu gelişmeler ışığında, İran İslam Cumhuriyeti Partisi'nin genel sekreteri ve aynı zamanda bir din adamı olan Ali Hamaney cumhurbaşkanı oldu. O, başbakan olarak Mir Hüseyin Musavi'yi seçti. Mir Hüseyin Musavi, son cumhurbaşkanlığı seçiminde usulsüzlük yapıldığını iddia eden kişi.

Rejim, kitle desteği sayesinde Irak'ın askeri

saldırısına direniyor

Irak bu savaşta üstün geldi. 1980'in sonunda, Irak ordusu Abadan'daki rafineriyi yok etti ve İran sınırlarlarını geçerek 500 km boyunda bir cephe kurdu.

Hürremşehir'in (İran'ın güneydoğusunda yer alan ve çoğunluğunu Arap kökenlilerin oluşturduğu bir kent) önünde, Iraklılar beklenmedik bir kitle direnişi ile karşılaştı. Bu bölgede yaşayan Araplar ve Sünniler, Iraklıların işgalinden hoşnut değildi. Çünkü onlar için, tıpkı ülkede yaşayan tüm İranlılar ve Şiiler için olduğu gibi, Humeyni'nin İslam rejimi, yabancılardan ve sosyal baskılardan kurtulmak için yaptıkları, onların isyanın bir başarısıydı.

Öbür yandan İran hükümeti, ordusunu yeniden toplamaya çalışıyordu. Ordu içindeki kralcı subaylar tasfiye edilmişti. Hükümet, Devrim Muhafızları Ordusu'nu ve kitleleri harekete geçirdi. Bunların arasında Ahmedinejad da vardı ve o, ileride kendini yeni rejim için feda etmeye hazır gençlerin öğretmeni olacaktı. Gençler ve çocuklar, "fedakarlık ruhu" adı altında, bu milislerle birlikte mücadeleye katıldı.

Savaştan neredeyse iki yıl sonra, Haziran 1982'de, Irak ordusu, İran sınırından çekilmek zorunda kaldı.

Buna karşılık, İran, Irak'a saldırmaya karar verdi. İran ordusu, Irak sınırını geçti ve Basra'ya doğru ilerlemeye başladı.

Bu, hem askeri hem de siyasi yönden dönüm noktasıydı. Çünkü rejim, "ulusal sınırları koruma" mazeretini kullanarak, ülke içinde toplumsal mutabakat elde etmişti. Artık bu bahaneyi kullanamazdı.

İran'ın bu karşı atağı, birkaç yıl boyunca sürdü.

Protestolar, 1983'te yükselmeye başladı. Rejim karşıtı yürüyüşler, birkaç şehirde polisle çatışmaya dönüştü.

Genç İranlılar için tek yol, "Şii İslam" adı altında şehit olmak veya askere alınmaktı. Cepheye gitmek istemeyenlere ise mayın temizleme ve bunu yaparken de mayınlarla birlikte havaya uçma cezası verildi. Birçok genç ülkeden kaçtı. Bu gerçek bir toplu göçtü. Zengin olanlar, Avrupa ülkelerine, Kuzey Amerika'ya; diğerleri ise göze alabildikleri zaman, yürüyerek Türkiye'ye, Hindistan'a geçtiler.

Sovyetler Birliği, Irak ile işbirliği anlaşması imzaladığı sırada, İran hükümeti komünistleri başından atmaya karar verdi. Binlerce Tudeh militanı tutuklandı ve bazıları idam edildi. O zamandan beri Tudeh neredeyse ortadan kalktı ve üyelerinin çoğu İslam rejimine boyun eğerek, sürgünde yaşadı.

Halkın Mücahitleri örgütünün yöneticileri ve militanları, Irak'a sığındılar ve Humeyni'nin rejimine karşı mücadeleye Irak saflarında devam ettiler. Bu militanlar, 1986 yılında, Irak'ta, bir üs kurdular. Mücahitlerin bu askeri tercihi, onları İran kitlelerinin gözünden düşürdü.

1984'den itibaren, her iki ülkenin askeri gücü, sistematik olarak birbirlerinin sanayi ve petrol tesislerini tahrip etti.

Irak, 1987 yılının sonuna doğru üstünlüğü tekrar ele geçirdiği zaman, İran rejimi için moral bozukluğunun ve kitlelerin yıpranmasının önüne geçmek neredeyse imkansız bir hal aldı. Çünkü kitleler, farklı şehirlerde birkaç kez, Irak tarafından bombalanmıştı.

Emperyalist güçlerin yardımı ile Irak ordusu, üstünlüğü tekrar ele geçirdi. Ayrıca ABD, yardım etmenin de ötesine geçerek, İran petrol platformlarını ve sonrasında da İran donanmasının büyük bir bölümünü yok etti. Böylece İran mat edilmiş oldu ve 1988 haziranında İran, savaşa son vermeyi kabul etti.

Feci sonuçlar... ama İslam rejimi için değil

Bilanço bir milyondan fazla insanın ölümü oldu. Ayrıca, birçok genç de dahil, yüz binlerce insan ya sakat kaldı ya da zehirli gaza maruz kaldı. İran'da milyonlarca insan, yerini değiştirmek zorunda kaldı. Çünkü savaşın büyük bir kısmı İran topraklarında geçmişti.

Savaşın sonuçları her iki ülke için de büyük bir felaket oldu. Tahribat çok büyüktü. Şehirler yok edildi, birçok bölge yakılıp yıkıldı.

İran, bu savaştan güçsüz ve yıkılmış olarak çıktı. Irak da öyle. Bu yıllarda, her iki ülke de uçurumun eşiğine gelmişti. Kendilerini askeri olarak besleyen ülkelere ekonomik olarak bağımlı konuma düştüler. Aslında Batılılar, Irak'a destek oldu ama her iki tarafa da silah sattılar. ABD bile İran'a, İsrail aracılığıyla silah yardımında bulundu. Çünkü İsrail devleti, şah zamanında İran'a çok sıkı bağlıydı. Şah, İsrail'e askeri malzeme tedarik edenlerin başında geliyordu.

Fransa'ya gelince, o da diğerlerinden geri kalmadı. Fransa resmi olarak Irak'a destek verdi. Irak'ın başlıca silah tedarikçisiydi. Fransa, savaşın başlangıcında, Bağdat'a 40 milyar frank değerinde silah sattı ama birkaç Fransız şirketi (Luchaire ve Dossault) İran'a da silah sattı.

Savaş İran'da, tıpkı Irak'ta olduğu gibi, gerici ve muhafazakar akımları güçlendirdi. Savaş ortamı, bu devletlere, tüm demokratik hakların kaldırılması ve muhalefetin yok edilmesi için olanak sundu.

Muhalefet güçleri yok edildi, işçi sınıfı susturuldu. İşçi sınıfının susturulması, başta ABD olmak üzere, emperyalist devletlerin de işlerine geldi. Çünkü ABD, Afganistan'da, Mücahitlerin Sovyet ordusu ile savaştığı yıllardan Taliban'a kadar, komünizm karşıtı harekete ekonomik olarak destek veriyordu.

Dini güçler, ordu ve toplum üzerindeki etkilerini arttırdı ve dini ve siyasi birçok Şii, İslamcı akım daha güçlü ve daha aktif hale geldi.

Rejimin ideolojik ordusunun (Pasdaranlar) ağırlığı ve etkisi arttırıldı. Rejim, büyük çoğunluğu askeri ve yarı askeri olmak üzere rejimle bütünleşmiş yüzlerce taraftar buldu. İş bulmak çok zordu ve Devrim Muhafızları Ordusu, Basij milisleri gibi, erkekler için ücret sahibi olunabilecek istisnai yollardan biriydi.

Hükümet tarafından getirilen karne sistemi, enflasyonun arttığı sırada, kitlesel işsizliğin ve karaborsanın gelişimini tetikledi. Bazaar burjuvazisi, iktidara yakın olanların çıkarları için tüm ticaret ekonomisini savaş boyunca yer altına indirdi.

Aynı dönemde, ithalat iyici azaltıldı ama kendi kendine yeten ekonomi yaratılamadı. Ekonomi ayakta kalmayı başardı ancak dini rejim bir hayli zorlandı.

Humeyni, savaştan bir yıl sonra, 1989'da öldü. Onun iktidarda kaldığı on yıl içerisinde rejim, rejime bağlı zenginleri ve çeşitli kaçakçıları zenginleştirdi. Rejim, işçi sınıfını ve yoksul kitleleri hayal kırıklığına uğratsa da, iktidarını sağlamlaştırmayı başardı. Yoksul kitleler ve işçi sınıfı, rejim değişikliğinin haksızlıklara ve derin eşitsizliklere son vereceğini ummuştu. İslam rejimi artık ilk yıllarındaki coşkulu desteğe sahip değildi.

Ali Hameney, bugüne dek yüce bir önder gibi kaldı ve Humeyni'nin halefi oldu. Parlamentoyu yöneten ilk cumhurbaşkanı, milyoner Haşimi Rafsancani'ydi. Rafsancani'nin ilk yılları boyunca vurgunculuk çok iyi ilerledi.

Bu adam, bugün hala son derece zengin ve rejimin temel destekçilerinden biri, ülkenin en yüksek kurumlarının, örneğin Devlet Çıkarlarını Koruma Konseyi'nin (bu konseyin amacı iktidarın farklı hizipleri arasındaki sorunlara çözüm bulmak) önde gelen üyesidir.

Rafsancani ile birlikte rejim, ideolojik gerekçelerinin bir kısmından kurtuldu ve "yeniden yapılanma" sözleri ile özelleştirmeler başlatıldı.

Bir reformcu olarak bilinen Ayetullah Hatemi, 1997 yılında, %70 oy desteği ile hükümet başkanı seçildi. Onun seçilmesi, aydın küçük burjuvazinin umutlarını yeşertiyordu. Çünkü o daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük vaat ediyordu.

Ama kısa bir süre sonra, Temmuz 1999'da, daha fazla özgürlük isteyen öğrenci hareketi bastırıldı ve onların arasından birkaçı ölüme mahkum edildi. Bunu, birçok gazetenin kapatıldığı aydınlar üzerinde yeni bir baskı dalgası takip etti. Bu baskı dalgasından sonra, reformcular daha önce yararlandıkları, popülaritelerini kaybettiler. Çünkü onları iktidara taşıyan demokratik oldukları yanılsamasıydı. Hatemi, ikinci kez seçildiğinde zaferi daha az görkemliydi.

Ahmeninejad, hükümete olan muhalefetin parlayan yıldızlarından biriydi ve 2005'te Hatemi'nin koltuğuna oturdu.

Ahmedinejad, yolsuzlukları teşhir ederek başkanlık seçimini kazandı. Yoksul kitlelerin bir kısmı, Ahmedinejad'ın 1979'u hatırlatan konuşmalarındaki sloganlardan etkilenmiştiler: "Yoksulların Cumhuriyeti"

İslami diktatörlüğe rağmen dönüşen bir toplum

İran, 30 yıldır dönüşüyor. Eğer İslam rejimi aynı gerici güç ise toplumda önemli değişiklikler oldu mu?

Rejimin temel dayanakları kalmış olsa da, İslam'ın ağırlığı mollaların iktidara geldiği günkü kadar büyük değil.

Tarımın daha ağırlıklı olduğu ilk dönemlerde rejim, kitleler ile daha uyumluydu. Ama sadece İslam Cumhuriyeti'ni benimseyen gençler arasında bile aynı uyum kalmadı. Doğrudan din karşıtı değilseler de gitgide daha fazla dini yönetici aleyhtarı oldular ve daha fazla özgürlük istiyorlar.

Nüfus artarak, 34 milyondan 70 milyona yükseldi ve daha fazla şehirli oldu: Şah döneminde başlayan dönüşüm daha da arttı. 1966'da İranlıların %40'a yakını şehirlerde yaşıyordu. On yıl sonra ise %47 oldu. Bu gün ise %70 civarında.

Şah döneminden bu yana, toplumun yapısı da değişti.

1980'li yıllara kadar, kadınların altıdan fazla çocuk sahibi olduğu İran'da, doğurganlık oranı üç kat düşürüldü. Bu, savaştan sonra 1980'li yılların sonuna kadar, kısmen gebeliği önlemeyi kolaylaştıran doğum kontrol politikası sayesinde oldu. Tahran'daki kadın nüfusunun %80'den fazlası aile planlamasına başvurdu ve doğum kontrolü kampanyası giderek kırlarda da etkili oldu.

Öte yandan, şah döneminde, nüfusun büyük kısmı okuma yazma bilmiyordu ve bu durum bugün artık geçerli değil.

Okula gitme ve okuma yazma oranı çok arttı. Şah döneminde, erkeklerin yarıdan fazlası ve kadınların üçte ikisi okuma yazma bilmiyordu. Bu oran, 1996 yılında, erkeklerde %20'ye kadınlarda ise %25'e düştü. Sonrasında daha da iyileşti.

Geçmişe kıyasla bilgiye ulaşmada, İranlıların daha fazla olanağı var. Bu, İslam rejimini zayıflatabilecek ve özellikle kadınların bir hayli yararlanabileceği önemli bir değişiklik.

Kadınlar, toplum içerisinde etkilerini önemli ölçüde artırdı ve bu evrim, erkek egemen toplumda maço görüşlere darbe vurdu. Kadınlar, etkin nüfus içerisinde hala azınlık olmalarına rağmen, ücretli işlerde daha fazla görülmeye başladılar.

Eğitim alanında kadınlar, erkeklerle arayı kapatıyor. Yüksek öğrenimini tamamlamış bir buçuk milyon mezunun yarısından fazlasının kadın olması çok anlamlı. Bu, Batı tarafından desteklenen birçok komşu ülkeyle kıyaslandığında bile daha iyi bir durum.

Bu, toplumun çelişkilerinden biri. Çünkü bir tarafta kadınlara karşı resmi bir ayırımcılık var ama kadınlar, toplumun onlara önerebileceğinin daha iyisinden faydalanabilmek için, bu ayrımcılığın önünü çevirmeyi ve bertaraf etmeyi başardılar. Kadınlar, çok gerici kurallara dayanmayı bildiler. Örneğin İslam Cumhuriyeti yasalarına göre, kadınlar, dokuz yaşından sonra evliliğe zorlanabilir. Kadınlar, bu yaşın yeniden gözden geçirilmesini sağladılar ve bugün kadınlarda evlilik yaşı ortalaması 23.

Değişim, gerici rejimin ideolojisinin karşıtı oldu.

Muhaliflerini yok ettikten sonra fikir birliği elde eden rejim, topluma yasalarla biçim verebileceğini zannetti. Ama toplumdaki bu evrimi, geleceğin ayaklanması olacak bu değişimi, engelleyemedi.

Ekonomiye gelince, şahın düşüşünden sonra gerçekleştirilen kamulaştırmalardan beri, kamu sektörü ekonomiye hakim oldu. Mollalar, kamudaki işkollarının denetimini ellerine aldı ve devlete ait işletmeler ile zenginleştiler. Petrol kârının bir bölümünü dağıtılarak, kendilerine bir taraftar tabanı satın aldılar.

İran, dünyanın en büyük dördüncü petrol üreticisi ve dünyanın en büyük gaz rezervine sahip ikinci ülke. Şah zamanında, devlet gelirleri tamamen petrolün satışından elde edilen paraya bağlıydı. Petrol geliri hala çok önemli çünkü petrol satışı, devlet bütçesinin %60'ını oluşturuyor. Akaryakıt ihracatı ise tüm ihracatın %80'ini oluşturuyor.

Petrol fiyatı dalgalı olduğu için, petrol geliri, sanayinin finansmanı oluyor.

Yeni yollar inşa edildi, ücra bölgelere elektrik götürüldü ve bu gelişmelere eğitim ve sosyal koruma eşlik etti. Hastalık ve emeklilik sigortasını kapsayan ve çok yetersiz olan sosyal güvenlik sistemi, resmi rakamlara göre, nüfusun %85'ini kapsıyor.

Bununla birlikte, İran az gelişmiş kaldı. Ülkenin ihtiyacı olan benzinin bir kısmının ithal edilmesi açıklayıcıdır. Wall Street'e göre; "rafine etme kapasitesi bulunmadığı için İran, değeri bir yıl için 5-7 milyar dolar eden, her gün 140 bin varil benzin ve dizel ithal etmek zorunda". Rafine ürünlerin önemli bölümü Avrupalı ve Asyalı şirketler tarafından sağlanmakta.

Şah'ın devrilmesinden sonra, doğal kaynakları dönüştürebilmek için çok az yatırım oldu. Irak savaşının ekonomik bedeli, bu duruma yabancı değil. Örneğin İran'ın işlenen petrolünün %40'ının yapıldığı Abadan'daki petrol rafineri, savaş sırasında tümüyle yok edildi.

İran toprakları, her zaman, yabancı grupların av alanı oldu. Örneğin Total, Musaddık hükümetinin devrilmesinden sonra, 1954'de, İran'da kök salmıştı.

1990'lı yıllarda hükümet, enerji sektörünü eski haline getirmek, geliştirmek ve de petrol üretimini arttırmak için yabancı yatırımcıları çağırdı.

Asya'dan ve Avrupa'dan gelen çokuluslu şirketler, İranlı gruplarla birlikte milyarlarca dolarlık yatırım tasarladılar. Bu şirketler, aynı zamanda, İran ile Katar arasında bulunan büyük gaz rezervleri ile de ilgileniyorlar. Şubat 2008'de, Total'ın genel müdürü Margerie'nin, İslam Rejimi'nin yıldönümü kutlamalarına katılmak için neden alelacele oraya gittiğini şimdi iyi anlıyoruz! Onlar, kendi gruplarının İran'daki varlıklarını güçlendirmek istiyorlar.

ABD tarafından 1994'den beri uygulanan ekonomik yaptırımlara rağmen, yabancı yatırımların büyümesi durmadı.

İslam hükümeti, otuz yıl önce, emperyalist baskıları durdurabilmek için, petrol gelirine olan bağımlılığını azaltmak istiyordu. Ancak hükümetin bunu yapabilecek gücü yoktu ve doğal kaynakları işletebilmek için emperyalist devletlere bağımlı kaldı.

Nükleer sorun ve ABD'nin bahanesi

Uluslararası yaptırımlara rağmen hükümet, nükleer enerji üretimini ve nükleer teknolojiyi geliştirmeye çalışıyor.

Bu yeni bir şey değil. Çünkü, 1960'lı yıllarda, şah döneminde de bir nükleer program açıklanmıştı. O dönemde ABD, Almanya ve Fransa ile birçok sözleşme imzalanmıştı. İran, 1974 yılında, Avrupa Uranyum Zenginleştirme Birliği'ne (Eurodif) yüzde 10'luk bir pay ile girdi. Bu birlik, İran'a zenginleştirilmiş uranyumdan %10'luk bir pay veriyordu.

Batılı güçler, İran'ın nükleer sanayisini geliştirmesini engellemek amacıyla büyük baskı yapıyor.

İran rejimi ise nükleer silah imal etmek istediğini inkar ediyor. Ama bu gerçek olsa bile -ki İran'ın nükleer silah yapma yolu aradığı ihtimaller arasında- bir başka gerçeklik var ki o da ABD'nin ikiyüzlülüğü. Çünkü İran'a komşu birkaç ülke -Pakistan, Hindistan ve İsrail- bu teknolojiye ve atom silahlarına sahipler. ABD'nin, İran'a nükleer silah bulundurma yasağını dayatması, "güçlü olan zayıf olanı ezer" kanunundan başka bir şey değil. Bugüne kadar atom bombasını kullanan tek güç ABD'dir.

Gerçekte, Batılıların baskıları, İran'ı nükleer sanayiden mahrum bırakarak Batılılara bağımlı tutma amacı taşıyor. Öte yandan İran, komşu ülkeleri ile bağlar kurarak, bölgede sözünü geçirmenin yollarını arıyor. Bu durum, ABD'nin hoşuna gitmiyor. Çünkü rejim Batılılara kafa tutuyor ve Amerika'nın taleplerine boyun eğmiyor.

Rejimin dini liderine yarayan ekonomik gelişmeler

Son yıllarda, İran'da sanayi, özellikle de otomobil sektörü, gelişme gösterdi.

Bugün otomobil sektörü 500 bin işçinin çalıştığı bir sanayi dalı.

Saipe ve İran Khodro gibi yerel gruplar, PSA, Renault, Kia, Mercedes-Benz gibi yabancı gruplarla bağlarını geliştirdi. 2008 yılında, bir milyondan fazla aracın montajı yapıldı ve otomobil üretimi, İtalya'nın otomobil üretimini geçti.

İran pazarı, risk almaya hazır olan kapitalistleri fazlasıyla ilgilendiriyor. Öyle ki İran Peugeot'sunun eski müdürü, Figaro gazetesine: "İran'da montajı yapılan 206 ve 405 modelleri, İran otomobil pazarının %30'unu oluşturuyor ve bu nedenle Peugeot'nun bu etkinliklerden vazgeçmesi söz konusu değil." dedi ve şunu belirtti: "Doğru tercih, ABD'li grupların bir gün İran'a olası dönüşünü beklemek yerine, petrol zengini olan ve tüketim kapasitesi olan 70 milyonluk İran'da, elde ettiğimiz mevzileri korumak."

İç pazarda da, rejimin özelleştirme politikaları ile desteklenen İran burjuvazisi çok gelişti.

Bu özelleştirmelere rağmen, 2006'ya kadar, başlıca ağır sanayi; telekomünikasyon, toplu taşıma, enerji, maden sektörüydü ve tüm bu sektörler, dış ticaret ile birlikte devletin denetimi altındaydı.

Bu yıllar boyunca, onlarca sanayi işletmesi, "üç kuruşa" devredildi. Bu, (Le Monde Diplamatique'e göre) bir süreden beri devam eden bir uygulamadır.

Ayetullah Hameney, yüce önder, hükümetten özelleştirmeleri hızlandırmasını istedi. Aynı zamanda, onun ifadesiyle, "özel yatırımları teşvik etmek için" mülkiyet hakkını koruyan yasalar da çıkarmak gerekliydi.

Özelleştirilen önemli işletmeler arasında, şah döneminin büyük projelerinden biri olan "Half Tapeh" şeker fabrikası da vardı. Huzistan'da 12 bin hektarlık şeker kamışı alanındaki bu işletme, dünyanın en büyük şeker fabrikalarından biri. Birkaç yıl önce, üretim kapasitesi, 1979'dakinin dört katına ulaştı.

Hükümet, 2007'de, bu fabrikayı özelleştirmeye karar verdi ve Anayasayı Koruma Konseyi Başkanı'na, Ayetullah Ahmed Jannati'ye sattı. Bu işletmelerin, Ayetullahların özel mülkiyetine geçişi, sanayiyi geliştirmeyi destekleme fikrinin çok uzağında. Kâra susamış bu burjuvazi için, başka yerlerde olduğu gibi, fabrika işletmek yerine gayrimenkuller aracılığıyla ona kâr sunacak işlemlerde bulunmak, üretimden daha önemli.

Özelleştirmeler, sadece din adamları sınıfının tepesinde yer alanlara değil, siyasette ve ekonomideki ağırlığı her geçen gün artan Devrim Muhafızları Ordusu'na da yarıyor.

Irak savaşından sonra, yani 1990'lı yıllardan sonra Pasdaranlar, neredeyse devletin her kademesinde, yönetimlerde, valiliklerde, bakanlıklarda, önemli pozisyonlar elde etti.

Bu ordunun yöneticileri, devlet aygıtlarında gitgide etkili oluyor ve aynı zamanda birçok ekonomik faaliyeti denetimleri altında tutuyorlar. Ticari limanların, havaalanlarının, hava yolu şirketlerinin ve çeşitli sektörlerde birçok işletmenin sahipleri de yine onlar. Aynı zamanda da petrol ve silah sektörünün bir bölümünü yönetiyorlar.

Bu askerler, yoksullar için ayrılmış yardımları yöneten vakıflara da hakim. Yarı kamu kuruluşu olan bu vakıflar, vergiden de muaf.

Devrim Muhafızları Ordusu'nun şefleri, para kazandıran her şey üzerindeki etkinliklerini güçlendirmeye çalışıyorlar. Burada söz konusu olan, rejime sadık olan bu burjuvazinin zenginliğini arttırmaya devam etmesi.

Bu durum, bazı din adamlarının ve burjuvazinin bazı kesimlerinin hoşuna gitmiyor. Burjuvazinin dikkate değer bir kısmı, Pasdaranlar yüzünden, işlerini ve etkilerini kaybetti.

Bu arada, Bazaar burjuvazisi de varoşlardaki ve bazı büyük şehirlerdeki alışveriş merkezlerinin gelişimi ile beraber, ticaret üzerindeki tekelini kaybetti.

İşlerini kaybedenlerin sözcüsü belki de eski cumhurbaşkanı Rafsancani oldu. Onun Ahmedinejad'a muhalefeti, ailesinden birkaç kişinin tutuklanması ile son buldu.

Tüm bu değişimler, İran toplumunun ağırlık merkezinin şehirlere kaymasını sağladı. Şehirlerde sosyal çelişkilerle beraber, işçi sınıfı da giderek önemli bir hale geldi.

2005'te iktidara gelişinden kısa bir süre sonra Ahmedinejad, "İranlıların masasına petrol parasını koymak" istediğini açıkladı. Böylelikle, ham petrol fiyatındaki artış ile beraber, petrol satışından elde edilen gelirin bir bölümünü kullanıp bazı sosyal yardımlarda bulunarak ve ucuz ve kolay kredi vererek, fakirlerin gözünde saygınlık kazanmaya çalıştı. Ücretlerde anlamlı bir artış yaptı ama bu artış, enflasyon karşısında çarçabuk eridi.

Emekçilere yapılan saldırılar

Hükümetin, bankalardan alınan borçları ödeyebilmek, kronikleşen enflasyonu, işsizliği önleyebilmek ve düzensiz ödemeleri denkleştirebilmek için aldığı tedbirler yetersiz. Üstelik üç yıldan beri, işten çıkarmalar arttı. Ayrıca çok sayıda işçi de şimdiden işsiz konumunda.

Güvencesiz iş, İran'da istisna değil kaide. İş güvencesi olan işçiler, aşağı yukarı tüm işçilerin %20'sini oluşturuyor. Ücretler ise çok düşük ve çoğunluk, 100-200 avro arasında ücret alıyor.

Bununla birlikte ücretler, sık sık aylarca süren gecikmeye uğruyor, gecikmenin bir yıla kadar uzadığı durumlar da görülüyor.

Emekçilerin yararına olan yasalar ve örgütlenme olanağı, şah dönemine göre daha iyi değil. Bilinen tek işçi örgütü, yöneticileri rejim tarafından belirlenen; İslam Çalışma Konseyi.

Ama mücadele var ve çok çetin. Tıpkı yıllar önce Halt-Tapeh şeker fabrikasında yaşandığı gibi. Bu fabrikada işçiler, bağımsız sendika kurabilme hakkını talep ederek, fabrika müdürünün görevden uzaklaştırılmasını ve İslam Çalışma Konseyi'nin feshini istediler. Grevciler, rejime hizmet eden askeri milisler tarafından dövüldü, gösteriler bastırıldı ve mücadelede öne çıkan işçiler tutuklandı. Mücadele yine de burada bitmedi. İşçiler, arkadaşlarının serbest bırakılmasını istedi. Sonrasında ise 2009'da, mollaların hizmetinde olmayan bir sendika, "Şeker İşçileri Sendikası" kuruldu.

"İktidardan bağımsız sendika" yasağına rağmen grevler oldu ve işçilerin zorla kabul ettirerek kurduğu sendikalar da var.

Bu şekilde kurulan sendikalardan bir tanesi, "Tahran Otobüs Şirketi Çalışanları Sendikası". 2005'e kadar gizli olan bu sendika, ücret artışını amaçlayan başarılı grevler örgütledi. Sendikanın liderleri çarçabuk tutuklandı ve yıllar sürecek hapis cezaları aldılar. Otobüs işçilerinin grevinden sonra, Ocak 2006'da, binden fazla otobüs işçisi tutuklandı.

İran medyasında, işçi sınıfı ile ilgili haberlere nadir olarak rastlanır. Bu haberler, sadece, İran işçi sınıfının, diktatörlüğe rağmen, kendini savunmaya cesaret ettiğini ve bunu yapabilmek için de örgütlenme fırsatlarını kullanmaya çalıştığı gerçeğini söyleyebiliyor. Buna şunu da ekleyebiliriz ki, krizle beraber, işçilerin durumları kötüye gidiyor.

Resmi rakamlara göre işsizlik %12. Ancak başka bir araştırmaya göre ise işsizlik %30. Ama işçilerin büyük bir çoğunluğu, garantisi olan bir işe sahip değilken, bu rakamlar ne kadar anlamlı olabilir?

Gençler arasında işsizlik oranı daha da kötüye gidiyor ve genç işçiler, 1979'daki gibi değiller. Onlar, bugün sadece daha kalabalık değiller, aynı zamanda daha bilgililer.

Diğer yoksul ülkelerde olduğu gibi, düşük ücretler, belirli ölçülerde, devletin temel ihtiyaç maddelerine sübvansiyonu yoluyla destekleniyor.

İslam Cumhuriyeti, monarşinin yerini almasından bu yana buğday, şeker, gaz ve benzeri temel ürünler, büyük ölçüde sübvanse ediliyor. Bu yardımlar, en yoksul olanlar içindi ama 2009'dan beri, Ahmedinejad hükümeti, bu yardımları azaltmak veya kaldırmak istedi. Yardımların aşamalı olarak beş yıl içinde kaldırılmasını içeren projeye parlamento da destek oldu.

Fakirlere yapılan temel ürün yardımının paraya çevrilmesi düşünüldü. Ama yardımlar paraya dönüştürülürse enflasyon karşısında çarçabuk eriyecek. Örneğin petrolün sübvansiyonlu fiyatı bir litre 100 tumandır. Halbuki pazardaki normal fiyatı bunun dört katıdır.

Hükümet, yardımların kaldırılması ile başlayan gösterilerden kaygılanmış gibi görünüyor. Tıpkı 2007 yılında olduğu gibi. O yıl da benzini karneye bağlama planı, Tahran'da isyanlara yol açmıştı. Bu nedenle, 2009 yılının sonunda parlamento, özellikle enerji olmak üzere, yardımların kaldırılmasına karşı çıktı.

Şimdiki hükümet, İslam rejiminin halkçı olduğunu iddia ettiği halde, yoksulların lehine olan tedbirlerle kendi içinden çıkan yeni bir tabakanın aç gözlülüğü arasında kalan siyaseti ile kendisini köşeye sıkıştırarak risk alıyor. Bu sorun, iktidarın çelişkilerini yansıtıyor.

Şimdiki iktidarı kabul etmeyenler ne istiyor?

İşçiler, hangi ölçülerde siyasi protestolardan etkileniyor? Sempati ile mi bakıyorlar yoksa ilgisiz mi kalıyorlar?

Hükümete gitgide daha fazla tepki gösteriliyor. O zamana kadar iktidarı destekleyen küçük kırsal şehirlerde ve orta büyüklükteki şehirlerde yaşayanların bir bölümünün 2009 yılının sonlarındaki protesto gösterilerine katıldığı görülüyor.

Hareket, özellikle rejim karşıtı küçük burjuva gençler ile Batılılar tarafından, kendi yanına çekilen gençler arasında büyümüş gibi görünüyor.

Hükümeti protesto eden gösterilere katılan yöneticiler, yabancı ülkelerle önemli ilişkiler kurmak isteyen burjuvazinin sözcüsü oldu. Ambargoya rağmen, ekonomik bağlar devam ediyor. Burjuvazinin bir bölümünün bu ilişkileri güçlendirmek istemesi, ülkelerinin siyasi yalıtılmışlıktan çıkmasını istemeleri ve özellikle Obama'nın önerdiği olasılığı, ABD ile ilişkileri yeniden ele almak istemeleri, muhtemel.

Ahmedinejad'ın zaferi ile sonuçlanan 2005 yılındaki seçimde aday olan Rafsancani'nin, Batılı güçler tarafından tercih edilmesi boşuna değil.

Veya bugün milliyetçiliğe ve Pasdaranlara dayanan devlet argıtlarını denetim altında tutanlar, bu açılım için engel.

Musavi, Ahmedinejad karşısındaki diğer şanssız aday. Seçim kampanyası sırasında, teokratik rejime hiçbir şekilde karşı çıkmadan, ekonomide liberalleşme ve işsizliğin düşeceği sözünü verdi.

İktidar, ABD karşıtı bir söylev içerisindeyken, rejimin siyasi görevlilerinin bir bölümü ise daha fazla veya daha az demokrasi sözünü veren ve Batılıların hoşlarına gidecek bir dil kullandı.

Gösterilere katılanları, belki de, devlet aygıtlarında var olan ve gitgide daha açık şekilde ifade edilen uyuşmazlıklar cesaretlendirdi. Bunun tersi de olabilir. Yani gitgide genişleyen protesto hareketi, yine rejim içinde, iktidara gelmek isteyen bu çevreleri cesaretlendirip muhalif olarak ortaya çıkmalarını sağlamış olabilir.

Her ne olursa olsun, öyle görünüyor ki "Yeşil Devrim" sırasında, iktidar ile çekişen kesim, iktidara gelebilmek için hoşnutsuzlukların birikmesini umuyor ve Musavi de böyle bir şey istediğini açıkça söylüyor. Ancak bu devrim, tıpkı Ukrayna'da "Turuncu Devrimde" olduğu gibi, sadece lafta kalacak.

Hatemi ve Musavi gibileri ancak teokratik rejim içerisinde bir çözüm önerebilirler.

Emperyalist güçlerin istekleri

İran rejimindeki olası gelişmelerin aktörleri, sadece rejim içerisindeki rakip çevrelerin iktidar kavgası ve onların arasındaki güç dengesi ile sınırlı değil. Emperyalist güçlerin, özellikle ABD'nin direk müdahalesini göz ardı etmemeliyiz. Emperyalist güçler, kendi çıkarlarını, sadece devletin zirvesi ile sınırlı tutulan bir değişiklikte bulabilirler. Devletin zirvesinde yer alan popülist ve ABD karşıtı yöneticiler, yerlerini, Batılılarla hem diplomatik hem de ticari bir açılım isteyenlere bırakabilir.

Bu yöneticilerin İslam rejimi tarafından yetiştirilmesi, Batılıları rahatsız etmez. Emperyalist güçlerin yöneticileri "harika çocukların" geri dönüşünü kutlamasını gayet iyi bilirler.

Ek olarak, Ahmedinejad'dan, karşıtı olan birine "yumuşak geçiş" rejim için bir avantaj. Çünkü böyle bir geçiş, kitlelerin harekete geçmesinin önünü keser. Eğer kitle hareketi yayılırsa, kitleler kendi öz taleplerini dayatabilir. Yerli hakim sınıf -hele hele emperyalistler- bu istekleri yerine getirmek niyetinde değil.

Washington'un, Doğu Avrupa'daki veya Orta Asya'daki "gökkuşağı" hareketlerini alkışladığını biliyoruz. Ama bu hareketler devrim değildi ve bir devrimle ne yakınından ne de uzaktan ilgiliydiler. Ukrayna'daki "Turuncu" devrimde ve Kırgızistan'daki "Lale" devriminde, yoksul kitleler, büyük güçler tarafından tavsiye edilen ve yerel egemen çevreler arasında hazırlanan hükümet değişikliğini sadece alkışlamak için davet edildi.

Yoksul kitlelerin istekleri ve işçi sınıfının rolü

Bilebildiğimiz kadarıyla, işçi sınıfı, İran'da şimdiye dek gelişen olaylarda devreye girmedi. Eğer protestolar uzun süre devam ederse ve çatışmaya dönüşürse, işçi sınıfının da bu harekete katılacağını varsayabiliriz.

Özgürlük ve demokrasiyle ilgili öne çıkan istekler, işçi sınıfını da harekete geçirebilir. İşçi sınıfı, mollaların diktatörlüğünün hedefi oldu. Emekçiler, ücretleri ile ilgili istekleri ve sendika kurma talepleri için giriştikleri mücadelelerinde, tıpkı öğrenciler gibi karşılarında Devrim Muhafızları'nı buldular. Ancak bu mücadeledeki sorun, bugün olduğu gibi, işçi sınıfı için tuzak olabilecek şey, belirsiz kelimelerle sınırlı kalmaktır.

"Özgürlük" kelimesi, örneğin, diktatörlüğe maruz kalanlar için, daha fazla katlanılamayacak bir durumu ifade edebilir ya da Ahmedinejad'a muhalif olanların başlattığı Yeşil Hareketin yöneticileri için basit olarak, Batılılar ile yeniden dostluk kurmak anlamına veya tüm burjuvazi için sömürmek için özgürlük anlamına gelebilir.

Eğer işçi sınıfı eyleme geçtiğinde, Yeşil mücadelede köşeye sıkıştırılmak istemiyorsa; iktidara gelmek için mücadele eden iki kesim arasında piyon rolü oynamak istemiyorsa; "özgürlük" ve "demokrasi" kelimelerini, işçileri ilgilendiren ve tümüyle farklı bir içeriğe sahip biçimde ortaya koymalı. Çünkü bu iki kesim, grev yapma özgürlüğünden, sendika ve siyasi örgüt kurma özgürlüğünden, işçi sınıfının kendi hedefleri için mücadele etme özgürlüğünden bahsetmeyecek.

Çalışanlar için demokrasi, dini rejimde olduğundan daha fazla olmayacak. Sadece, şimdiki hükümetten daha esnek ve daha fazla Batı yanlısı olacak.

İşçi sınıfı için şimdikinden daha güçlü bir demokrasiye sahip olmak, kendi isteklerini dayatabilme seviyesi ve vereceği mücadele ile orantılıdır. Bunun için de işçi sınıfının, siyasi alanda kendisini temsil edecek örgütlere ihtiyacı var.

Öyleyse işçi sınıfı, iktidardaki kesimin yerine bir başka kesimi iktidara getirmekle mi yetinecek?

Eğer işçi sınıfı, devlet aygıtlarını ellerinde bulunduran Ahmedinejad'a ve Hameney'e karşı mücadele etmek için harekete geçerse, Musavi gibi daha modern dini bir lider de işçi sınıfını iktidardan uzaklaştırabilir, Batı yanlısı bir rejim kurabilir. Ama bu da İran'daki emekçiler ve yoksullar için fazla bir şey getirmeyecek.

Bu şekildeki bir değişiklik, 1979'daki devrimin tersine bir biçimde yeniden olacak ama özü değişmeyecek.

Bu kadar çok değişken arasında, maalesef, İran'daki durumu tam olarak bilmiyoruz. Belirleyici olan tek şey, 1979'daki devrimci hareketten geriye işçilerin hafızalarında kalanlar.

Elbette, 1979 çok uzaklarda kaldı. Aradan bir kuşak geçti. Ancak ezilen sınıfın ortak deneyimi, bazen öteki nesillere aktarılabilir. İşçi sınıfı, şahı deviren 1979'daki ayaklanmada bütünüyle etkin bir rol oynamıştı. Din adamlarının siyasi denetimi ellerine almaları kader değildi.

Örgütlenme ve mücadele geleneğine sahip işçi sınıfı, bu olaylar sırasında mücadeleci ve cesurdu. İşçi sınıfının, nefret edilen rejimin devrilmesi için gereken kararlılığından hiçbir şey eksik değildi. Ama örgütler; yoksul kitleleri öyle ya da böyle yönetme iddiasında bulunanlar, üstlerine düşeni yapmaktan acizdiler, zaten bunu denemediler bile. Ne Tudeh ne Halkın Mücahitleri ne de Fedailer, işçi sınıfı için bir siyaset savundu.

Onlar, mollaların, iktidarı ele almasına engel olabilecek bir siyaset gösterebilirdiler ama bunu yapmadılar.

Buradan şu sonuç çıkıyor. O dönemde, mollaların siyasetine karşı tek geçerli siyaset, bütünüyle işçi sınıfının çıkarlarını savunan bir siyasetti.

Öyle tarihi dönemler vardır ki sorunun özünü temsil eden fikirleri savunmayıp ayrıntılara takılarak, yarım ya da çeyrek siyaset savunmak, yenilgiye mahkum bir siyaset savunmaktır. İşte devrimci dönemler, böyle dönemlerdir.

Gelişen son olaylar hakkındaki bilgilerimiz çok sınırlı ve bu nedenle İran'daki ortamın, 1976-77'de başlayıp, 1978-79'da şahın devrilmesine yol açan devrimci ortam gibi olup olmadığını iddia edemeyiz.

Ahmedinejad'ın rejimi, her ne olursa olsun, hala yoksul tabakanın desteğine sahip olabilir. Bu destek, şimdilik, içeride, kendisine karşı protesto gösterisinde bulunanların, dışarıda ise büyük güçlerin baskılarına kafa tutma imkanı verebilir.

Polis şiddetinin, tutuklamaların ve yoğun baskının olduğu böyle bir durumda hareketin nasıl gelişeceği kehanetinde bulunmak zor. Hükümet, haklı olarak, kaygılanabilir. Protestocu öğrenciler üzerindeki baskı, yoksul kitleler arasında tepkileri tetikleyebilir.

Kesin olmamakla birlikte, öğrencilerin protestoları daha fazla özgürlük talebini içeriyor. Bu talep, yoksul genç kitleleri, özellikle genç işçileri çekiyor. Bu talep için hazırlananlar, işçi sınıfının kamplarında yer almalılar.

Bizim arzu ettiğimiz, İran'da 1979 olaylarını gerçekten kavrayan işçi ve aydın çevrelerin, bundan sonra yapılması gerekenleri algılamaları.

Emekçileri, öğrenci gençliğini ve özellikle de Yeşil Hareketi peşine takan hedeflerin tersine, emekçilere, Yeşil Hareketten ve öğrencilerden ayrı bir siyaset önermek gerekir. Bu siyaset, işçi sınıfının maddi, ekonomik ve siyasi hedeflerini savunmalıdır.

İktidardakilerin basit bir şekilde değişimi, kitlelerin ezici çoğunluğu için hiçbir şeyi değiştirmeyecek.

Ama örgütlü ve kararlı işçi sınıfı ve aynı siyasi çıkarlara sahip tüm yoksul kitleler; başta köylüler olmak üzere, sosyal sınıflar arasındaki güç ilişkilerini değiştirebilirler ve ülkenin siyasi yaşamında ağırlıklarını hissettirebilirler.

Öyleyse, işçi sınıfı, maddi olarak, İran toplumunu temsil ediyor.

Ama işçi sınıfı, siyasi arenada varlığını ortaya koyabilecek mi?

Ve başlı başına kendi çıkarlarını savunan önderlik bulabilecek mi?

Gelecekteki anahtar sorun budur.