"Lutte de classe" n° 233 - Temmuz-Ağustos 2023
* * * * * * * *
2020 yılındaki Brexit (yani İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılması) nedeniyle zaten zayıflamış olan Avrupa Birliği (AB), artan uluslararası askeri ve ekonomik gerilimlerle yeni sınavlara maruz kalıyor. Bir yandan, Avrupa'nın en büyük iki güçlü devleti Fransa ve Almanya'nın kıtanın geri kalanı üzerindeki etkilerinin azalması pahasına, Amerikan müdahaleciliğinin doğu ve kuzey Avrupa'da artması; diğer yandan da, AB'ye üye ülkelerin, Avrupa Birliği'nin varlığının hiçbir zaman ortadan kaldırmadığı, ekonomik krizin ve uluslararası gerilimlerin artmasıyla daha da keskinleşen farklı ekonomik çıkarlarının bulunması söz konusu. Bu bağlamda, Avrupa Birliği giderek daha da güçsüzleşirken, birliğe dahil olan ülkelerin her biri bağımsız olarak kendi kartlarını oynamaya çalışıyor.
Dağınık düzende askeri destek
Kuşkusuz, 27 üyesi olan ve Avrupa Kıtası'nın yarısından fazlasına yayılan Avrupa Birliği, şu anda, Ukrayna devletini desteklemek için Rusya'ya karşı birleşmiş gibi görünebilir. AB, Avrupa kurum ve kuruluşlarının temsilcilerini dinlemek için oy birliğiyle, ortak hareket ediyor. Ancak Üye Devletlerin siyasi pozisyonları, nüanslardan daha fazla farklılıklar içeriyor. İtalyan'nın yöneticisi Meloni, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve NATO'ya destek açıklamalarıyla fırtınalar estirirken, Macron 2022 yılının Mayıs ayında Rusya'nın küçük düşürülmemesi gerektiğini söyleyip; daha sonra da 2023 yılının Şubat ayında da Rusya'yı ezmek isteyen ülkelerin arasında olmak istemediklerini ilan etti. Fransız Devleti, böylece, De Gaulle'den bu yana, temelde Batı kampının bir parçası olmakla birlikte, ABD'ye destek olmaktan uzak durmaktan oluşan geleneksel tutumunu korumaya çalışıyor. Yunanistan, Ukrayna'ya silah gönderen ilk AB devleti olsa da, Almanya'nın NATO'nun baskısı altında buraya tank teslim etmeyi kabul etmesi için bir yıl beklemek gerekti; ancak şu anda Almanya, Ukrayna'nın en büyük Avrupalı destekçilerinden biri, hatta Fransa'dan çok daha fazla aktif destek veren ülke olarak konumlanıyor.
Aynı belirsizlik Ukrayna'ya yapılan doğrudan askeri destek konusunda da gözlemlenebiliyor. Savaş, askeri bütçenin bir kısmını finanse etmek için AB tarafından yaratılan araçları güçlendirdi. Örneğin Avrupa Barış Fonu'nun (ABF) (EPF - European Peace Fund) bütçesi arttı. Üye devletlerin çeşitli ülkelere yaptıkları askeri yardımların maliyetini de geri ödeyen ve 2021 yılının Mart ayında kurulan bu fonun, 2021- 2027 yılları arasındaki dönemde toplam 5 milyar 600 milyon avroluk bir askeri harcamayı ödemesi gerekti. 2023 yılının Mart ayında bu bütçe zaten 7 milyar 900 milyon avroya çıkmıştı. ABF başkanı Josep Borrell, « bir savaş yaklaşımına geçilmesi » gerektiğini söyleyerek, zihinleri savaşın genelleşmesine hazırlayan söylemlere kendi katkısını sunuyor. Ancak ABF'nun verdiği birkaç milyar dolar, ABD tarafından daha şimdiden verilen 48 milyar dolarla karşılaştırıldığında pek de ağır basmıyor, çok hafif kalıyor. Her şeyden önce de, bu yardımlar, Avrupa ülkelerinin Ukrayna'ya askeri destek için yaptığı harcamaların temelini, büyük bir kısmını oluşturmuyorlar, çünkü Birliğe üye her Devlet bu alanda kendi politikasını izliyor : temel olan büyük bir kısmı kendi ulusal bütçelerini kullanıyorlar. Fransa (650 milyon avro), Almanya (3 milyar 600 milyon avro) ve Polonya (çok daha düşük bir GSYİH için, 3 milyar 500 milyon avro) arasında, görüldüğü gibi kendi bütçelerinden yaptıkları yardım çabalarının ölçekleri oldukça farklı.
Ulusal askeri bütçelerin güçlendirilmesine gelince, bu her yerde gerçek bir olgu, ancak AB kendisini bir Birlik olarak silahlandırılmıyor : AB üyelerinin her biri silahlanıyor, bu tamamen farklı ve her bir üye, diğer Avrupa'lı üye ortaklarını hesaba katmadan kendi pazarını yaratıyor : Böylece Almanya, Fransız değil Amerikan askeri avcı uçaklarını satın aldı. AB'deki askeri yatırımların sadece %18'i üye devletler arasındaki işbirliğini içeriyor; Avrupa devletleri savaşa hazırlanıyor, ancak her biri kendi tarafından bağımsız hareket ediyor. Ayrıca, AB'nin, 27 AB ülkesinden 22'sinin üye olduğu NATO'nunkiyle kıyaslanabilecek hiçbir Avrupa Askeri Komutanlığı bulunmuyor. Avrupa savaş endüstrisi de yok : Fransa, Almanya ve İspanya arasındaki işbirliği temelinde üretilecek bir Avrupa savaş uçağının, Scaf'ın üretilme projesi, Fransız ile Alman sanayicileri arasındaki rekabet nedeniyle aylardır sürüncemede kalmış bulunuyor. Fransa, 2022 yılının Aralık ayında, Fransız Dassault firmasının projeyi yönetmek hakkını elde etmesiyle bir puan kazandı. Ancak kuşkusuz dizi film henüz bitmedi, eğer bu uçak bir gün, gün yüzü görürse, birkaç yıldan önce uçması olanaklı değil.
Rusya ile ekonomik ilişkilerin kısıtlanması: ülkelere göre değişen bir etki
Avrupa devletlerinin sanayi ve mali çıkarları, Rusya ile Avrupa kıtasının geri kalanı arasındaki ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi söz konusu olduğunda da farklılaşıyor. Bu ilişkiler Rusya'nın 2014 yılında Kırım'ı ilhak etmesinden bu yana zaten azalmıştı, ancak sürmekte olan savaş bir ölçek değişikliğine işaret ediyor.
Rusya'daki yatırımlar söz konusu olduğunda, bazı Avrupalı kapitalist şirketler Amerika'nın baskısı altında Rus ekonomisinden çekilmek zorunda kaldılar. Ancak hepsi bunu yapmadı : 2022 yılının Kasım ayının sonunda, Amerikan gruplarının alt şirketlerinin % 18'ine karşılık, Avrupalı grupların Rus alt şirketlerinin sadece % 8,3'ü satılmıştı. Avrupalı şirketlerin, bu geri çekilmeden, Amerikalı kapitalistlere göre çok daha fazla kaybedecek şeyleri olduğunu söylemek gerekir. Ancak sorun, kendisini, AB içindeki bütün üye ülkeler için aynı keskinlikte dayatmıyor. Kuşkusuz en sorunlu olanlar Alman şirketleridir. Ayrıca Rusya'yı terk etme konusunda en isteksiz olanlar da bu Alman şirketleridir. Bu ise 2022 yılının Kasım ayında Rusya'da aktif olarak faaliyet gösteren yabancı şirketlerin % 19,5'inin Alman şirketleri olduğunu açıklıyor (% 12,4 Amerikalı, % 7 Japon ve % 5,6 Fransız şirketleri söz konusudur).
Elbette ki Fransız kapitalistlerinin de Rusya'da büyük çıkarları bulunuyor. Fransa, 2019 yılında Almanya'nın ardından Rusya'daki en büyük ikinci yabancı yatırımcı oldu. Auchan, Leroy Merlin, Danone, Saint-Gobain, LVMH, Société Générale, Renault, Total... birçok büyük Fransız grubu Rusya'ya yerleşti. Auchan gibi bazıları Rusya'yı hiç terk etmedi. Rosbank adlı alt şirketini satan Société Générale'e gelince, 3 milyar avrodan fazla kaybetmiş, zarar etmiş olmalı.
Rusya'nın Almanya ile olan ekonomik bağları, diğer bütün büyük Avrupa ülkelerinden çok daha güçlüydü ve olmaya da devam ediyor. Alman Ekonomi Bakanı'na göre, Alman şirketleri savaşın başında Rusya'da yaklaşık 20 milyar avroluk yatırım yapmışlardı. 2015 yılında, Kırım'ın Rusya tarafından ilhak edilmesinin ardından ilk Avrupa cezası, yaptırımları sırasında, Rusya'da aktif bir biçimde faaliyet gösteren 8 bin Alman şirketi, Rusya sermayesine katkıda bulunuyordu. Bazı Alman tröstleri için Rusya çok önemli bir pazardı : Siemens, 2005 ile 2015 yılları arasında Rusya'ya 1,3 milyar avro yatırım yaptı. Bu dönemde kırk yıl süresince trenlerin bakımını yapmak üzere 1 milyar avro değerinde bir sözleşme de elde etti. Savaş, Batı'nın Rusya'daki bütün ekonomik faaliyetlerine son vermedi. Ancak onları yavaşlattı ve karmaşıklaştırdı. Bu gelişme ve evrimleşmenin, Almanya için, diğer bütün AB ülkelerine göre çok daha kötü ve ağır sonuçları oldu.
Ticari değişimler, ilişkiler için de yavaşlama yani aynı durum söz konusu oldu. Bu birçok sektörü etkiledi, ancak Alman ekonomisi üzerine diğer ülkelere göre daha fazla ağırlığı ve etkisi oldu. İtalya'nın giyim sektörünün ihracatındaki şiddetli, sert düşüş, bazı İtalyan kapitalistleri için kesinlikle bir sorun oluştursa da, bu sorun Almanya'da tamamen farklı bir boyuta ulaştı : Almanya'nın 2022 yılında Rusya'ya yaptığı ihracat % 60 oranında düştü.
Ancak savaşın başta özellikle Almanya olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin ekonomileri üzerindeki en ciddi ve kötü etkisi, AB'nin Rus ürünlerinin ithalatına uyguladığı yaptırımlarla gerçekleşti. Almanya için Rus gazına erişimin sona ermesi büyük bir sorun oluşturdu. Almanya, 2012 yılında açılan Kuzey Akım 1 ve Rus işgali süreci içinde açılacak olan ancak kesintiye uğrayan Kuzey Akım 2 boru hatlarına yatırım yaparak Rus gazı üzerine hesap yapmış, ona bel bağlamıştı. ABD, Ukrayna'daki savaştan çok daha önce buna karşıydı ve üstelik buraya yatırım yapan Amerikan şirketlerine karşı yaptırımlar uygulamıştı. AB ülkeleri ise bu konuda hemfikir değildi. Polonya, yatırımların Avrupa'yı Rusya'ya çok fazla bağımlı kıldığından ve boru hatlarının Polonya'nın içinden değil, çevresini dolaşarak geçmesinden şikayet ediyordu : Böylece Rusya, Almanya'ya giden gaz sevkiyatını tamamen korurken, Polonya'ya yapılan sevkiyatı kesme olanağına sahip olmuştu. Bu sorun, Norveç gazını Danimarka'dan geçerek Polonya'ya getiren Baltık Boru hattının açılmasıyla biraz daha hafifledi, etkisini daha az hissettirdi. Fransa'ya gelince, bu projeyle ilgilendi çünkü Engie (Fransa'nın enerji şirketi) projenin en büyük oyuncularından biriydi, ancak bu projeyi açıkça desteklemedi. Almanya'nın, savaşın başında Kuzey Akım 2 boru hattını hizmete sokmaktan vageçmesi gerekti; sonuçta, AB üyesi ülkeler arasındaki bu anlaşmazlığı, eskisinden çok daha yüksek enerji fiyatları ödemek zorunda kalan Alman kapitalistlerinin aleyhine, Ukrayna'daki savaş karara bağladı. Bu durum ise, Rus gazına getirilen kısıtlamaların kendi topraklarında üretilen kaya gazı için pazar olanakları oluşturduğu ABD'ye yaradı.
Fransa şimdiye kadar nükleer enerjide daha başarılı oldu. Yine 2023 yılının Şubat ayında, Avrupa Parlamentosu, bütün Rus şirketlerinin Avrupa pazarından dışlanmasını öngören bir karar lehinde oy kullanırken, Avrupa Komisyonu, dünyadaki uranyum zenginleştirmesinin % 40'ını gerçekleştiren Rus dev nükleer şirketi Rosatom'u, yaptırımların dışında bırakarak bu kararın etkisini sınırlandırdı. Bu karar, nükleer enerjinin elektrik üretiminin dörtte üçünü oluşturduğu Fransa'nın çıkarlarına uygun düşüyor. Aslında nükleer enerji bu güne kadar hala Avrupa yaptırımlarından muaf tutulan bir sektör olarak kalıyor.
Fransa ve Almanya kendi özel bölgelerini savunurken yalnız değiller : Şubat ayının sonunda oylanan onuncu yaptırım dizisi, Polonya'nın Rus sentetik kauçuğunun AB'ye ithalatına yapılan kısıtlamaların daha da sertleştirilmesi talebiyle ertelendi; sonuç olarak özellikle İtalya'nın talebiyle lastik endüstrisini korumak için öngörülen muafiyetler ve geçiş dönemleri korundu. Polonya'nın bu direnişinde, Polonya'da yerleşik olan Avrupa'daki sentetik kauçuk üretiminde ilk sırada yer alan Synthos, Rus kauçuğuna karşı muhalefette kuşkusuz büyük rol oynadı.
Aksine Yunanistan, Rusya ile yapılan gaz ticaretinin kesilmesinden hoşnut olabilir çünkü bu durum Ege Denizi üzerinden yapılan sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ithalatını arttıracak. Yunanistan'ın Türkiye ile olan sınırındaki Alexandroúpoli limanı şu anda Amerikan LNG'sini karşılamak üzere bütünüyle yeniden yapılandırılıyor. Ayrıca, Ukrayna'ya gönderilen Amerikan silahlarının bir kısmı da bu limandan geçiyor. Diğer taraftan, bu durum Yunan armatörlerinin Rus petrol ürünlerine uygulanan ambargodan yararlanmalarını hiçbir şekilde engellemiyor. Onları kendi gemilerine aktarıyorlar (bunu düşük bir fiyata yapıyorlar ve Rusya'nın bu konuda başka bir seçeneği bulunmuyor), sonra onları uygun bir bayrak altında iyi bir fiyatla satıyorlar.
Doğu Avrupa ülkelerine gelince, Ukrayna'ya askeri destek konusunda çok olumlu bir konuma sahip olanlar bile, yerel tarım ürünlerinin fiyatlarını düşüren Ukrayna tarım ürünleri akınından mustaripler. 2023 yılının Nisan ayının ortasında Polonya, Macaristan ve Slovakya, böylesi bir sorunda danışmaları gereken AB'nin işleyiş kurallarını dikkate almadan bu ürünlerin girişini yasakladılar. Avrupa Komisyonu bu durumu protesto etti ve sonuç olarak üç ülke bunun için AB'den mali yardım aldıktan sonra Ukrayna tahıllarının transit geçişine yeniden izin verdi. Ancak et ve süt gibi diğer bazı tarım ürünleri üzerindeki kısıtlamalar uygulanmaya devam ediyor. Bu dönem, tıpkı her bir yaptırım dizisinin AB'nin ticari ağları ve endüstriyel çıkarları arasındaki farklılıkları ve eşitsizlikleri ortaya çıkarması gibi, bütün ülkelerin kendi ekonomileri için önemli konularda kendi istedikleri gibi davrandıklarını da ortaya koyuyor.
Aynı tespit, Ukrayna'nın Avrupa Birliği'ne katılması olasılığı sorununda da yapılabilir : Ukrayna'nın adaylığı, siyasi nedenlerle 2022 yılının Haziran ayında kabul edildi. Ancak Fransa, özellikle de Ukrayna'nın önemli bir tarım ürünleri üreticisi olması ve AB'ye katılmasının Fransa'nın tarımsal gıda sektörünün OTP'den (Ortak Tarım Politikası) sağladığı yararları tehdit etmesi nedenleriyle, bu konuda pek de hevesli değil.
Böylece, AB şu anda, ister Ukrayna'ya askeri destek, ister Rusya ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi, isterse de Ukrayna ile gelecekteki ilişkiler söz konusu olsun, bu konularda göreceli bir oy birliği sergilemeyi başarsa da, üye ülkelerin çıkarları ve konumları farklılaşıyor.
Savaş, AB'deki tansiyonu artırıyor
Yüzeysel bile olsa var olan bu oy birliği, istikrarsız olmaktan da öte bir durum sergiliyor. Çünkü Ukrayna'daki savaş, Avrupa burjuvazileri arasındaki, özellikle de Amerikan burjuvazisi karşısındaki ekonomik çıkar farklılıklarını daha da derinleştirip şiddetlendiriyor.
Savaş, ABD'nin NATO aracılığıyla Doğu ve Kuzey Avrupa'daki diplomatik ve askeri ağırlığını, etkisini, Fransa ve Almanya'nın aleyhine olacak bir biçimde güçlendirdi. 1991 yılından beri NATO Doğu Avrupa'da güçlenmeye devam etti ve ayrıca Ukrayna'nın oraya entegre olabileceği ihtimali de Rus işgalini açıklayan unsurların bir parçası oldu. Savaşın başlamasından beri Finlandiya NATO'ya entegre oldu ve İsveç'in de onlarca yıllık tarafsızlığını bozarak onu takip etmesi gerekiyor. NATO birliklerinin Avrupa'daki varlığı güçlendi ve bu durum ise, ABD Başkanı Joe Biden'ın 2022 yılının Haziran ayında «Avrupa'nın NATO'laşmasına sevinmesini sağladı.
Oysa, NATO'nun resmi olarak ünlü Entegre Komutanlığı olarak adlandırılan çok uluslu bir liderliği olsa da, bu temel olarak ABD'nin silahlı bir kolunu oluşturuyor. Ayrıca bütün bunlar Avrupa'daki doğrudan askeri varlıklarını da artırıyor : Şu anda Avrupa'da 100 bin Amerikan askeri konumlanmış durumda; bu sayı savaş öncesine kıyasla 20 bin daha fazladır.
Avrupa Birliği'nin doğusunda, Amerikan kampına en açık şekilde bağlı ülke şüphesiz Polonya'dır. Ukrayna'nın komşusu olan Polonya, çatışmanın başlangıcından bu yana bu ülkeye askeri, insani ve mali yardım olarak 3,5 milyar avro harcadı. Bu Polonya GSYİH'sının (Gayri safi yurt içi hasıla) % 0,6'sına tekabül ediyor (oysa Fransa için mali çaba GSYİH'sının % 0,07'sini oluşturuyor). Polonya Devleti sekiz savaş uçağı verdi ve cumhurbaşkanı Duda, MiG-29 avcı savaş uçaklarından (kuşkusuz çok eski modeller) oluşan tüm filosunu vermeye hazır olduğunu bile ilan etti. Macaristan ise, özellikle de Rus nükleer enerjisine bağımlı olması nedeniyle çok daha fazla bekle ve gör tutumuna sahiptir. Örneğin, tıpkı Bulgaristan gibi, Finlandiya'nın NATO'ya katılmasını kabul etme konusunda ayak sürüdü. Bu nedenle, Macaristan ve Polonya'nın Avrupa Birliği'ne ortak üyelikleri, ekonomik ve stratejik çıkarları arasındaki farklılıklar ile ilgili olarak fazla bir ağırlık taşımıyor ve bu iki ülke arasındaki gerilimi yalnızca çok yüzeysel olarak sınırlandırıyor.
Bu tutumlar Avrupa Birliği'nin işleyişini ortaya koyuyor, zira bu Birliğin son otuz yıldaki büyüyüp genişlemesi, ulusal çıkarların ötesine geçen bir gerçeklik yaratmadı. Ancak, güncel krizde, bu ulusal çıkarlar, pazarın birleştirilmesi ve malların serbest dolaşımı tarafından, bu ulusal çıkarlar, daha açık bir biçimde Avrupalı kapitalistlerin çıkarlarının önüne geçebilir. Fransa ve Almanya arasındaki gerginlikler de bunu gösteriyor. Tarihsel olarak, Avrupa'nın birleşmesinin barışçıl müzakerelere bir arena olarak hizmet etmesi gerekiyordu.
Emmanuel Macron ve Olaf Scholz'un karşılıklı dostluk beyanlarına ve « Fransız-Alman çifti » nin sahnelenmesine rağmen, bu gerilimler, enerji fiyatları, her bir Devletin diğer Avrupalı şirketlerin aleyhine kendi kapitalistlerine verdiği destek, otomobil endüstrisinin gelişimi, Avrupa para politikası vb. gibi konular etrafında katlanarak artıyor. Fransız-Alman çıkarlarının savaştan önce zaten farklı olduğu tüm konular şimdi daha gergin ve çatışmacı bir boyut kazanıyor. Uluslararası gerilimlerin ağırlaşması tırmanması oranında diğer üye ülkeler arasındaki ilişkilerin de değişmesi olanaklı. Almanya, güncel ve tarihsel olarak büyük ekonomik çıkarlara sahip olduğu, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle ayrıcalıklı ilişkilerini korumaya çalışırken, örneğin Fransa, kısa bir süre önce karşılıklı ikili bir dostluk ve işbirliği anlaşması imzaladığı İspanya ile ilişkilerini pekiştiriyor.
Hatta, bütün Avrupa devletlerine sorun yaratan ABD devletinin kitlesel müdahaleci korumacılığına karşı gösterilen tepki bile, birlik içinde, hatta hep birlikte karar alınarak verilmiş değil. 2022 yılının yaz aylarında kabul edilen Amerikan planı, Enflasyonu Düşürme Yasası, Amerikan Devleti'nin 430 milyar doların üzerinde bir miktar para ayırmasını öngörüyor. Bu paranın bir kısmı ABD'de üretim yapan şirketlere sübvansiyon olarak verilmek üzere kullanılacak. Hatta bu yasa bazen sanayi ürünleri bileşenlerinin de Amerikan topraklarında üretilmesini gerektiren maddeler içeriyor. Açıklanan bahsi söz konusu olan, ABD'nin Çin'li mal sağlayıcı şirketlere bağımlılığını sınırlamak olsa da, Avrupalı şirketler de pazar kaybetme riskiyle karşı karşıya bulunuyor. Bu nedenle BMW ve Volkswagen gibi bazı büyük şirketler, devletin verdiği sübvansiyonlardan yararlanmak için ABD'de şirket kurmaya, oraya yerleşmeye çalışıyorlar. Bu durum onların aynı zamanda, delokalizasyon (yani şirketlerini üretim maliyetlerinin ucuz olduğu başka ülkelere taşıma) şantajıyla Avrupa'dan da sübvansiyon talep etmelerini engellemiyor. Ancak AB, kapitalistlere yönelik birleşik bir sübvansiyon politikası yürütmeyi de beceremiyor : sübvansiyon verilecek seçenekler, Avrupa Birliği içindeki iç rekabetle karşılaşıyor. AB'nin Şubat ayında, Yeşil Sanayi Planı çerçevesinde aldığı en önemli tedbirlerden biri, yatırımları kendine çekmek için Avrupa ülkeleri arasındaki rekabeti arttırma tehlikesiyle, AB üyesi ülkelerin kendi öz ulusal sübvansiyonlarını arttırmalarına izin vermek oldu.
AB kuşkusuz, Covid krizi sırasında olduğu gibi, Avrupa'lı kapitalistleri direkt olarak desteklemeye çalışıyor. Yeşil Sanayi Planı'nın bir çeşidi olan Yeşil Pakt, iklimlerin düzensizliği, değişkenliği ile mücadele bahanesiyle, Avrupa'da üretim yapan, ve bunu yaparken ortaya çıkan belirli bir karbon gazı eşiğini aşan şirketlerle aynı şekilde vergilendirilmeleri için, daha fazla sera gazı salan ülkelerden ithal edilen ürünlere uygulanan vergileri arttırıyor. Ancak bu, diğer yakıcı konulardaki müzakerelerin çıkmaza girmesiyle kıyaslandığında önemsiz kalıyor. Üye ülkeler özellikle Avrupa elektrik piyasası reformu için çalışıyorlar. Güncel durumda, elektriğin toptan satış fiyatı esas olarak en pahalı hammaddenin maliyetine göre belirleniyor. Bu nedenle gaz fiyatlarındaki patlama, elektrik üretimi ağırlıklı olarak nükleer olan Fransa'da bile elektrik fiyatlarını yükseltti. Güncel bağlamda bu sistem, revizyona şiddetle karşı çıkan Alman sanayicilerinin çıkarlarına daha uygun. Para politikasına gelince, bu da devletlerin ve ulusal bütçelerin varlığıyla çatışıyor : Almanya daha yüksek Avrupa faiz oranlarını savunurken, özellikle çok fazla borcu olan İtalya, mali piyasalarda daha da pahalı bir oranla borçlanmak zorunda kalacağı için, büyük olasılıkla bundan zarar görecek.
Aslında AB'de, devletler arasındaki ticari ve mali kurallardaki bütün gelişmeler, her zaman uzun ve karmaşık müzakerelerin ürünü oluyor. AB üyesi 17 ülke ancak 2023 yılında, sanayicilerin her üye ülkede ayrı ayrı patent başvurusunda bulunmasını önleyerek, üniter yani tek bir merkezden patent verme işlemini uygulamayı başardı. Bunun için AB ile yasal bir bağı olmayan hükümetler arası bir anlaşma imzalamak zorunda kaldılar, çünkü İspanya gibi bazı üye ülkeler bunu yapmayı her zaman reddettiler. Ve 2024 yılında AB'de satılacak cep telefonları için evrensel bir şarj aleti konusunda bir yönergeye ulaşmak için on yıl beklemek gerekti. Tamamen farklı bir düzeyde, Amerikan planına karşı, 2023 yılının Şubat ayında, basit bir destek fonu olan Avrupa Varlık Fonu'nu (AVF) yasalaştırıp yürürlüğe koymak için de aylarca beklemek gerekti. Eğer AVF sonuca ulaşılırsa ve uygulamaya konulursa, üye ülkeler arasında sıkı müzakerelere yol açacak. Bu fon, Fransa ve İtalya tarafından desteklense de, Almanya ve Hollanda bir ayakları geride yani isteksizce kabul ettiler. Sonuç olarak, Amerikan devletinin müdahaleciliğiyle karşılaştırılabilecek bir müdahale kapasitesinden çok uzakta bulunuluyor.
Aslında, AB'nin en zengin üye ülkelerinin her biri, hem kendi sanayicilerini Avrupa pazarındaki rekabetten korumak, hem de Amerikan pazarındaki konumlarını korumak için kendi özgün politikalarını izliyorlar. Her ülke bunu başarmak için aynı kaynaklara sahip değil. Savaş öncesinde enerji tedarikinde Rus gazının ithalatında tuttuğu yerin büyüklüğü, ağırlığı nedeniyle, enerji fiyatlarındaki artıştan özellikle etkilenen Almanya, kendi kapitalistlerini desteklemek için 200 milyarlık bir plan açıklayarak, Avrupalı ortaklarını bir oldu bitti ile karşı karşıya bıraktı. Bütün Avrupa devletleri kitlesel olarak kendi kapitalistlerini desteklese de, Alman devletinin elindeki olanaklar, ona Fransa da dahil olmak üzere diğer AB ülkelerinden çok daha fazla ağırlık kazandırıyor, üstünlük sağlıyor. Bu Alman planı, büyüklüğü nedeniyle, Avrupa'daki sübvansiyon yarışını ve üye ülkeler arasındaki rekabeti, şiddetlendirme, arttırma tehlikesini taşıyor. Öyle ki Les Echos gazetesi (Fransız günlük maliye ve ekonomi gazetesi) 2022 yılının Ekim ayında bu durumu « [...] gerçek bir Vahşi Batı olma tehlikesi taşıyan, Avrupa için bir saatli bomba » olarak nitelendiriyordu.
Burjuvazi, gerçek bir Avrupa Birliği yaratmada yeteneksiz ve yetersiz kalıyor
Böylece, güncel krizde, Avrupa Birliği giderek daha da artan gerilimlerden geçiyor görünüyor. Üye ülkeler, AB'ye bağlılıklarıyla ilgili açıklamalarla hücum ediyorlar, ancak bu sözlerin arkasında gerçekler bulunuyor : ABD konusunda olduğu gibi Rusya konusunda da, hem stratejik hem de ekonomik konularda her biri kendi kartını oynuyor.
AB'ye üye devletler arasındaki bu gerilimler nereye kadar gidebilir? Bunu öngörmek olanaksız. Ancak Batı Avrupa'da savaşın geri dönmesini önlemek için emperyalist devletler arasındaki bu ittifaka güvenmek delilik olur. Avrupa Birliği, halklar arasında barışı sağlayıp garantilemek için değil, en zengin Avrupa ülkeleri arasındaki müzakerelere bir çerçeve oluşturmak, kıtanın geri kalanı üzerindeki hakimiyetlerini düzenlemek ve onların geniş bir birleşik pazara ulaşmalarını sağlamak için yaratıldı. Temelde ulusal devletlerle aynı kapitalist çıkarları savunma rolüne sahip olan, ancak karşılaştırılabilir, eşit araçlara sahip olmayan, Avrupa burjuvazilerinin hizmetinde olan bir kuruluş söz konusudur. Her şeyden önce, kapitalist yöntemlerle Birleşmiş Avrupa, onlarca yıllık bir varoluştan sonra, Avrupa burjuvazileri arasındaki çıkar ayrılıklarını aşmayı, bunların üstesinden gelmeyi sağlayamadı. Bu Birleşik Avrupa, Avrupa burjuvazilerinin farklı ulusal çıkarlarını yok edemedi; birbirleriyle çatışmaktansa işbirliği yapmak daha karlı olduğu sürece onları çerçevelemeyi tercih ediyor.
AB'nin varlığı, çürüyen kapitalizmin çelişkilerinin bir ürünü : Ulusal sınırlar çoktan aşıldı ve kapitalistlerin kendilerinin birleşme ve işbirliği biçimlerini geliştirmeleri gerekiyor. Ancak temel olarak hizmetlerinde olan ulusal devletler ve onların sağladıkları korunaklı alanlar, çıkarlar olmadan yapamıyorlar.
AB, ekonomik ve askeri gerilimlerin şiddetlendiği bu dönemde, Amerikan rekabetine direnmeye çalıştığı ve AB onlara en büyük ulusal pazardan çok daha büyük ve geniş bir iç pazar sağladığı için, hâlâ Avrupalı kapitalistlere hizmet verebiliyor. Ancak burjuvazinin bakış açısından, kapitalist sistemin daha da ağırlaşan, kötüleşen küresel krizi karşısında, modası geçmiş, işlevini tamamlamış bir yapı haline de gelebilir.
AB'nin Avrupa burjuvazileri için yararlı olmaya devam edip etmeyeceği ve onlar tarafından korunup korunmayacağı ya da kendi teknelerini bağımsızca kullanmak isteyen ülkeler için rahatsız edici hale gelip gelmediği, emekçiler için pek anlam ifade etmiyor, pek bir şey değiştirmiyor. Çünkü ulusal devletler gibi. Avrupa Birliği de burjuvazinin hizmetinde olan bir kuruluşu oluşturuyor : Darbe ister Brüksel'den, isterse Paris'ten gelsin, darbe olarak kalıyor. Ancak, her türlü eğilimden burjuva politikacılarının, emekçileri, kendi kapitalistlerinin çıkarlarının kendilerine dayattığı politikaları destekletmeye zorlayacakları kesin ve kuşkusuz : Bunu ya AB ülkeleri arasındaki halı tüccarları ile diğer tüccarların pazarlıklarını ve Avrupa'nın dünyadaki emperyalist politikalarını maskeleyen, Avrupa halkları arasında barış ve birlik üzerine yapılan, ya da Avrupa diktalarına karşı ulusal savunma üzerine yapılan konuşmalarla gerçekleştiriyorlar. Her iki durumda da, bu konuşmalar halkı burjuvazinin çıkarlarının peşine takmaya, peşinden koşmaya hizmet ediyor ve de edecek.
Avrupalı emekçiler, burjuvazinin araçları olan AB ile Ulusal Devlet arasında seçim yapmak zorunda değiller. Emekçilerin askeri botların gürültüsü altında, enternasyonalci bir perspektif (bakış açısı) içeren, kendi öz politikalarını savunmaları gerekiyor. Ulusal sınırlar, yalnızca şu veya bu ülkenin kapitalistlerinin halklarını bölmelerine ve pazarları garanti altına almalarına hizmet ediyor. Avrupa Birliği'nin Avrupa kıtasının birleşmesi ile hiçbir ilgisi olmasa da, yine de bir gereklilik oluşturuyor. Bu ise ancak iktidardaki proletaryanın önderliğinde olanaklı olacak. Troçki'nin 1914 yılında yazdığı gibi :
«Avrupa proletaryası için, ekonomik gelişmenin belli başlı freni, engelleyicisi ulusal « yurt » savunması söz konusu değil. Daha büyük bir yurt yaratmak, Dünya Birleşik Devletleri'ne götürmesi gereken yolun ilk aşamasını oluşturan Avrupa Birleşik Devletleri Cumhuriyetleri'ni oluşturmak söz konusudur ». Bu perspektif, bakış açısı, bugün daha da büyük bir gereklilik ve aciliyet oluşturuyor.
20 Haziran 2023